Tasavvufun İslâmî bir ilim olduğunun doğru ve açık şekilde anlaşılabilmesi için önce Müslüman toplumlarda ve İslâm medeniyetinde ilmin ne anlama geldiğini kısaca belirtelim. İlim bilmek, âlim bilen, ma’lûm bilinen, i’lâm bildiren, ta’lîm bilgi veren, taallüm bilgi alan anlamına gelir. (bk. Asım Efendi, III, 672-77, IV, 410-12. Rağıb, el-müfredât, 331, 343) Ma’rifet de bilmek anlamına gelir, fakat daha çok tanımak anlamında kullanılır. Ma’rifet ve irfân düşünerek taşınarak kazanılan ayrıntılı bir bilme, daha doğrusu tanımadır. Tanıyana ârif (ç. urefâ, ârîfûn), tanınana ma’rûf, tanıtmaya ta’rîf, tanımaya taarrûf denir. İlmin zıddı cehâlet, ma’rifetin zıddı inkârdır. Bilmeyene câhil, tanımayana münkir denir. Gazâlî bilgi ve bilmek anlamına gelen ilim, fıkıh, hikmet gibi kelimelerin zaman içinde yeni anlamlar kazandıklarını, sonradan bu kelimelere yüklenen anlamlardan ba’zılarının İslâm’ın ilim anlayışına uygun düşmediğini anlatır, bunlara “yerilen ilimler” (el-ulûmu’l-mezmûme) der, müneccimlik, sihir, tılsım ilimlerini misâl verir. (İhyâ, I, 34-45) İlim de ma’rifet de İslâm’da önemlidir, yüce bir değerdir. Özellikle ilim Allah Teâlâ’nın isimlerinden ve sıfatlarından olması bakımından son derece önemlidir. Allah Teâlâ âlimdir, alîmdir. (Razî, Levâmiu’l –beyyinât, s.224-228) O, her şeyi bilir, bilmediği bir şey yoktur, insanlardaki bilginin kaynağı da O’dur. Duyu organları ve akıl vererek ve vahiy yoluyla insanları bilgilendirmiştir. “Yâ Rabb! Seni her türlü kusurdan tenzîh ederiz, bize öğrettiğin bilgiden başka bizim bilgimiz yoktur. ” (Bakara, 32.) “Şüphe yok ki Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nahl, 91.) Şu halde Kur’ân-ı Kerîm Allah’tan gelen bilgilerdir. Mü’minler için ilk ve birinci bilgi kaynağı bu kutsal kitaptır. Hakk Teâlâ Resûlü Muhammed’i (sav) vahiy ve ilham yoluyla bilgilendirmiştir. Allâh’ın kelâmı olan Kur’ân’ı en iyi anlayan ve bize anlatan O’dur. Şu halde Allah Resûlü’nün sözleri, fiilleri ve takrirleri, diğer bir ifâdeyle hadîs-i şerifleri ve sünnet-i seniyyesi de bilgidir, bilgilerimizin kaynağıdır. Dînî ilimlerin kaynağı Kitâbullâh ve Sünnet-i Resûlullah’tır. Hz. Peygamber (sav), dört hâlifesi, ashâbı, tâbiîn, etbâü’t-tabiîn dönemlerinde İslâmî anlamda ilim denilince kitap ve sünnetteki bilgiler anlaşılırdı. Söz konusu dönemdeki mü’minler duyu, akıl, fehm, idrak ve tecrübe yoluyla birtakım dünyevî bilgilere sâhiptirler ama o dönemde bunlar dînî anlamda önemli ve değerli ilimler değildi, bunlar herkeste az çok bulunan harcıâlem ma’lûmattan ve bilgilerden ibâret şeylerdir. Ayrıca ilk zamanlarda Arapların çoğu ümmî idi, aralarında okuma yazma bilenler tektük idi, kalem ve kâğıt gibi yazı malzemesi de kıttı. Hz. Peygamber (sav) ve Raşîd Halîfeleri döneminde akâid, îman, ibâdet, ahlâk, fıkıhla ilgili bilgiler Kur’ân-ı Kerîm’de ve sünnet-i seniyye içinde mevcuttu ama bu dönemde bu bilgiler konulara göre sınıflandırılmış, düzenli ve sistemli hâle getirilmiş değildi. Bundan dolayı meselâ o dönemde fıkıh ve hukukla ilgili bilgiler vardı ama sonradan anlaşılan ve kavramlaştırılan anlamda bir fıkıh ve hukuk ilmi yoktu. Bu sebeple fıkıh ilmini Ebû Hanife (ölm. 150/767) tedvîn etmiştir, yâni kurmuştur. Kitap ve sünnetteki fıkıhla ilgili hükümleri meselelere ve konulara göre sınıflandırmış ve belli başlıklar altında toplamıştır. Aynı şekilde fıkıh usûlü ilmini de İmam Şâfiî (ölm, 204/819) kurmuştur. Kelâm, tefsir, hadis ilimleri de aynı şekilde bu dönemde yâni H. II., M. VIII. asırda kurulmuştur. Tasavvuf da söz konusu ilimlere paralel şekilde bu dönemde gelişme sürecine girmiş, evvelâ zühd, sonra sûfiyye şeklinde İslâm toplumunda belli bir dînî ve İslâmî hayat tarzı ve ilmi şeklinde ortaya çıkmıştır. Sonradan ortaya çıkan bu ilimler bid’at ilimler değildir. İbn Haldun’un ifâdesiyle: İslâm toplumunda hâdis olan ilimlerdir. Bunlar belli konuları, meseleleri, gâyeleri, faydaları ve târifleri olan ilimlerdir. İlk dönemde bu özellikte ilim kavramı yoktu, bu anlamda ilim sonradan çıktığı için bunlara “Hâdis” (sonradan ortaya çıkan) ilimler denir. Ancak bu ilimler bahis konusu ettikleri konuları, meseleleri ve hükümleri Kur’ân ve hadîsten alırlar, ihtiyaç duyulması hâlinde rey ve ictihadla yeni meseleler ve hükümler de ortaya koyarlar. Zühdün ve sûfîliğin gelişme sürecinde izlediği yol ve yöntem de budur. Ancak fıkıh, kelâm (akâid), tefsir, hadis ve tasavvuf bir yönden birbirine bağlı, diğer yönden yekdiğerinden bağımsız olduklarından (doğal olarak tuttukları yollar ve izledikleri yöntemler de) birbirinden farklı olmuştur. Bundan dolayıdır ki sonradan hâdis olan ilimler olmaları itibâriyle söz konusu ilimlerin İslâmî anlamda ilmîliği ve meşrûluğu tartışma konusu olmuştur. Meselâ İmam Ahmed b. Hanbel, üç ilmin aslı yoktur demiştir: Megâzî, (Gazavât, Gazalar), Melâhim (Âhir zaman cenkleri) ve tefsir. (bk. Suyuti, el-İtkân, II, 178). Yâni İmam Ahmed (ölm. 241/855) zamânında var olan müdevven (sistemli, düzenli) ve kitap hâlinde bir tefsir ilmi sahabe ve tâbiîn döneminde mevcut değildir. Bu doğrudur, tefsir hâdis bir ilimdir. İmam Ahmed’in yukarıda zikredilen sözü rivâyet tefsirleri ile ilgilidir. Dirâyet tefsirlerine zâten selefîler hiçbir zaman i’tibâr etmemişler ve Fahreddin Razi’nin Mefâtihu’l-gayb isimli tefsiri için: “Bu kitapta tefsir hâriç her şey var.” demişlerdir. Demek ki düzenle (müdevven) bir ilim anlamında tefsir ilminin meşrûiyeti de tartışılmış ve eleştirilmiştir. Mutezile tarafından kurulan kelâm ilminin meşrûiyeti ise baştan beri ehl-i sünnet tarafından kabûl edilmemiştir. İmam Ebû Hanife talebeleri Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel kelâm ilmini reddetmişler, kötülemişler ve kelâmı bilmek değil, bilmemek ilimdir” demişlerdir. Onlara göre kelâm öğrenen zındık olur. Ehl-i sünnet 100-150 sene sonra, yöntemle ilgili yaptıkları ufak tefek düzenlemelerden sonra kelâm ilminin meşrûiyetini kısmen kabûl etmiştir. Ebu’l-Hasan Eş’ârî (ölm. 324/936) ve İmam Mâturidi (ölm. 333/944) sünnî kelâm ilminin kurucularıdır. Bununla beraber Hanbeliler ve Ehl-i Hadis başta olmak üzere pek çok sünnî âlimi kelâm ilmini eleştirmiş ve bu ilmin meşrûiyetini kabûl etmemiştir. Rey ve ictihâdı esas aldıklarından Irak’taki Kûfe merkezli fıkıh ekolü de sorgulanmış, tartışılmış ve kötülenmiştir. Tefsir, kelâm ve fıkıh gibi ilimler müdevven ve sistemli bir şekilde ve kitap hâlinde önceden var olmayıp sonradan hâdis olan ve ortaya çıkan ilimler olduklarından gelenekçi bir mizâca ve muhafazakâr bir tabîata sâhip olan ba’zı âlimler tarafından bid’at sayılarak reddedilmişlerse de zamanla bu ilimlerin gerekli ve faydalı olduğu görülmüş, eleştirilerin bir kısmı ortadan kalkmış, diğer kısmı yumuşamış ve böylece tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ilimleri geniş İslâm coğrafyasında kabûl görmüş, benimsenmiş ve asırlarca medreselerde okutulmuş, İslâm ilimleri denilince de dâimâ bu ilimler akla gelir olmuştur. Tefsir, fıkıh, kelâm ilimlerinin meşrûluğunu ve İslâmî oluşunu tartışmaya açmışlar ve bu ilmi de eleştirmişlerdir. Kur’ân ve onun açıklaması olan sünnet bir çekirdek gibidir. Bir çekirdekte ağacın gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri kuvve hâlinde (potansiyel) olarak vardır ama bunlar çekirdekte görülemez. Bu çekirdek uygun bir iklimde ve uygun bir toprağa ekildiğinde fidan olarak ortaya çıkar, zamanla dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri fiilen ortaya çıkar ve buna da farklılaşma süreci denir. Bunun gibi tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, ahlâk ve tasavvuf ilimleri çekirdek mesâbesinde Kur’ân’da bilkuvve vardır ve bunlar uygun bir sosyal ve kültürel ortamda ortaya çıkar gelişir, farklılaşır ve bilfiil meyveli bir ağaç hâline gelir. Usûlüne sâdık kalmak şartıyle takvâ sâhibi sâlih mü’min âlimler kitap ve sünnet kaynağından her zaman yeni bilgiler çıkarabilir ve üretebilirler, bu bilgilerle ya eski bilgileri düzeltir, tamamlar ve geliştirirler veya yeni ilim dalları kurabilirler. Bu yol kapalı değildir, ehliyetli ve liyâkatli âlimler için dâimâ açıktır. İSLÂMÎ İLİMLER İslâmî ilimler (ulûm-i İslâmiyye) deyimi biri genel, diğeri özel iki anlamda kullanılır. Genel anlamda 14 asırlık bir zamanda geniş İslâm coğrafyasında Kur’ân alfabesiyle yazılan bütün aklî, tecrübî, beşerî ve naklî ilimler İslâmî ilimlerdir. Bu ilimlerin çoğu eski kavimlerden ve medeniyetlerden mîras kalmış olup söz konusu coğrafyada yaşamış olan ilim ve fikir adamları, sanatkârlar bu ilimleri işlemişler, geliştirmişler, bunlara yeni ilim dalları eklemişlerdir. Bu ilimlerin başlıcaları: Mantık, tabiat ilimleri (biyoloji, zooloji, botanik, tıb, fizik, kimyâ… vs.), metafizik (teoloji), hendese, aritmetik, astronomi, mûsiki (bk. İbn Haldun, Mukaddimme, 601-630) Bugün rasyonel, pozitif, normatif, insan ve doğa bilimleri gibi isimler verilen ilimler bunlardır. Bunlar bütün insanlığın ortak malı olup bunun İslâm coğrafyasında 14 asırlık bir zamanda Kur’ân alfabesiyle yazılan ve İslâm kültürünün damgasını taşıyan şekline genel anlamda İslâmî ilimler diyoruz. Özel anlamda İslâmî ilimler (ulûm-i İslâmiyye) kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye olup Müslüman âlimlerine ve müelliflerine, İslâm toplumuna ve medeniyetine özgü olup diğer toplumlarda ve medeniyetlerde bulunmayan ilimler ve ilim dallarıdır. Bunların başlıcaları: 1- Tefsir ve kırâat, 2- Hadîs ve usûl-i hadîs, 3- Kelâm ve usûl-i dîn, 4- Fıkıh ve usûl-i fıkh, 5- Tasavvuf ve ahlâk, 6- Sîretu’n- Nebî – Gazavatu’n-Nebî. Bu ilimlerden her birinin pek çok dalları var. Meselâ Zerkeşî Kur’ân’la ilgili ilimlerden (ulûmu’l-Kur’ân) el-Burhan fî ulûmi’l-Kur’ân’da 47’sini; Suyûtî, el-itkân Fî ulûmi’l-Kur’ân’da şe’rinis (aslında bu ilimlerin 300 olduğunu söyler) bahis konusu eder. (bk. el-itkân, I, 5-7) Kaynağı vahiy, Kur’ân ve hadis olduğu için bu ilimlere İslâmî ilimler, akla değil nakle ve rivâyete dayandığı için naklî ilimler (menkâlât-merviyyât), işitmeye dayandığı için sem’î ilimler denir. İlimler bahis konusu ilimler ve bunların dallarıdır. Tasavvuf ve ahlâk da bu ilimler sınıfına girer. Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak