Ara

İçerden Aşina Ol, Dışardan Bir Yabancı!

İçerden Aşina Ol, Dışardan Bir Yabancı!

"Ey Allâh'ın Kulu! Hak Teâlâ senin kazancını sebeplere bağlamışken, sebepleri bırakıp inzivâya çekilmen, nefsinin gizli bir şehvetindendir. Rahmân'ın cezbesi seni sebeplerden kurtarıp tecrîd eylemişken, sebeplere yapışman ise himmetinin düşüklüğündendir." (Hikem-i Atâiyye, 2. Hikmet)

Sebepler, dünyâ menfaatlerinin elde edilmesine vâsıta olan mallar ve eşyâlardır. Sebeplere bağlı kimsenin tecerrüd etmesi gizli şehvetinden ileri gelir. Şu bakımdan ki, feyiz ve hayır Cenâb-ı Hakk'ın elindedir. İlâhî irâdenin kulun isteğine uygun olup olmadığı bilinemediği halde kulun belirlenmiş kaderden çıkmak ve mücerred olmak istemesi, insanlardan uzaklaşması; Cenâb-ı Hakk'a yaklaşma bahanesi altında, insanlarca sayılıp sevilmeyi istemek gibi nefsânî bir düşünceye dayanır. İnsanların sevip saymalarını istemek ise tecrid ehlini yüksek derecelere çıkmaktan alıkoyar ve yoldan saptırır. Bu yüzden ârifler bunu öldürücü bir zehir bilmişlerdir. 

Tecrid ise bu sebeplerle ilgilenmemektir. Bir tecrid ehlinin yâni insanlardan uzak yaşayan bir kimsenin sebeplere yapışmak istemesi, himmetinin tükenmiş olduğunu gösterir. Çünkü tecerrüd Hakk'a bağlanmaktır ve muvahhidlerin, âriflerin en üstünlerine mahsustur. Halka dönmek ve inmek demek olan ve eksikli kişilerin hâli bulunan sebeplere yapışmak, yüksek makāmı alçak menzile değişmek gibi aşağılık bir iştir. Zîrâ himmet kalp hallerindedir; ilgili olduğu şeye göre yükselir, alçalır.

Atâullah İskenderî hazretleri, bu hikmetli sözünde bizlere "Halk içinde Hak ile berâber olmak" hakîkatini dile getiriyor. Nitekim yüce dînimiz İslâm, Müslümanlara ictimâîleşmeyi emrediyor. Rabbimiz namazda bile mü'minleri cemâat hâlinde bir araya toplamaktadır. Oruçla açın, zekâtla fakîrin hâlini sordurmaktadır. Hac, ictimâî bir kongreyi tesis etmektedir. Mü'mini mü'mine zimmetleyerek, hizmeti ictimâî ibâdetlerin zirvesi olarak emretmektedir. 

Şâh-ı Nakşibend hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdat şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamânını sırf dünyevî meşguliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür ve "Yazık! Tam da en güzel şekilde ibâdet edeceği çağda kendisini dünyâ meşgalesine kaptırmış!" diye içinden geçirir. Bir an murâkabeye vardığında ise, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile berâber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer: "Mâşâallah! El kârda, gönül yârda!..”diyerek genci takdîr eder. 

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak, "Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem." der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine gönlü mahzûn olur. Hayat kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkat şöyle ifâde buyurulur: 

"Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticâret ve alışveriş kendilerini Allâh'ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz." (Nûr, 37.) 

Kâmil insan, kendisinden türlü kerâmetler meydana gelen kimse değildir. Gerçek kâmil, halkın arasında oturur, onlarla alış-veriş yapar, evlenir çoluk-çocuğa kavuşur, insanlara karışır, fakat bu esnâda bir an olsun Yüce Allah’tan gāfil olmaz. Necmüddîn-i Kübrâ hazretleri şöyle ifâde eder: "İki zikir bir yerde bulunmaz. Devamlı dünyâ varlıklarını zikir ve dert eden kimse, Allâh'ı gerçek mânâda zikredemez. Allâh'ın zikrine dalan kimse de kalbini dünyâ ile meşgûl etmez. Hz. Peygamber (sav) devamlı Allâh'ı zikrederdi. Peygamberlerin ve velîlerin normal işleri de zikir sayılır. Çünkü onların bütün davranış ve işleri Hak ile olur, hak ölçülere uyar. Zikirden gāye, kalbin Allah ile huzur bulmasıdır." 

Anlatılır ki Herat vâlisi Melik Hüseyin, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine: "Sizin tarîkatınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?" diye sorunca Hâce Nakşibend: "Hayır." cevâbını verir. Vâli tekrar: "Sizin tarîkatınızın esâsı nedir?” diye sorunca buyururlar ki: "Halvet der-encümen; zâhirde halk ile, bâtında Hakk ile olmak."

İçerden âşinâ ol, dıştan bir yabancı gibi
Böyle güzel davranış cihanda az bulunur 

Ünlü Hikem Şârihi Ahmed Mâhir Efendi bu hikmeti şöyle izah ederler:

Hak yolunda olan basîret sâhipleri, ezelde belli edilmiş yerlerine bakarlar ve ilâhî takdîre dâimâ râzı olurlar. Sebepler onları terk etmedikçe onlar sebepleri bırakmazlar. Sebeplerin dâiresinden çıkarılmadıkça, kendiliklerinden tecerrüd tarafına geçmek istemezler. "Hayır, iyilik, Allâh'ın seçtiğindedir." 

Bazı hakîkat erleri şöyle anlatmıştır: "Birçok sene sebepleri terk ettim; mücerred yâni halktan uzak yaşadım. Fakat sonra yine sebeplere döndüm. Sonra sebepler beni terk etti, tecerrüde düştüm; bir daha da geri dönemedim.

Şeyh Şâzelî hazretlerinin huzurlarına gelmiştim. Zâhirî ilimlerle uğraşmanın, halk arasında bulunmanın Hakk'a erişmeye engel olacağı düşüncesindeydim. Tecerrüd hâlinde, halktan uzak yaşamak istiyordum.

Şeyh Hazretleri hiçbir şey sormadan bana şöyle buyurdu: 'Zâhirî ilimde ilerlemiş bir âlim, işini terk edip sohbetimize devâm etmek maksadıyla bize gelmişti. Ona dedik ki: Olduğunuz hâl üzere kalınız. Eğer bizden bir nasîbiniz varsa hâsıl olur. Cenâb-ı Hakk'ın takdîr ettiği şey, hiç değişmez, size ulaşır.' 

Sonra bana bakarak: 'Sıddîklara ve âriflere yakışan, bir şey reddetmemek ve istememektir!' buyurdu. Böylece içimdekileri keşfetti ve gönlümü şüpheden kurtardı." 

İşte bu, ârif zümresini bu yüce mertebeye eriştiren rızâ kapısında dâimâ beklemek ve şu hadîs-i şerîfe uymaktır: "Bir maksat gütmeyiniz. Zîrâ bir kimseden istemeden olursa, Allah sizi muvaffak etmiş demektir, birine başvurursanız yardım görmezsiniz."

Allâhım! Bizi hayra koşan ve hayırda yarışanlardan eyle! Bizi sıdk, hak ve yakîn ehli ile birlikte haşret. Âmîn…

Haziran 2024, sayfa no: 52-53-54

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak