Ara

Gelin Îmânımızı Yenileyelim

Gelin Îmânımızı Yenileyelim

İyi bir Kur’ân-ı Kerîm okuyucusu hemen fark eder ki Kur’ân’ın ana konusu Allah Teâlâ’dır. İnsanın başına ne geldiyse O’nu bilmemekten ve hakkıyla tanıyamamaktan gelmiştir. Şirk, küfür, irtidât, nifak, fısk ve zulüm, O’nu gereğince tanımamanın tezâhürleridir. Bu tezâhürlerin dünyevî ve uhrevî sonuçlarını bilen Yüce Allah (cc), insanlara olan lütfundan dolayı hem kitaplar hem de peygamberler göndermiştir. (Âl-i İmran 3/164) Gelen vahiyler ve peygamberler Allâh’ı (cc) yeterince tanıtmışlardır. Öyle ki son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in dörtte üçüne yakın kısmı îmanla; Allâh’ın (cc) isimleri, fiilleri ve sıfatlarıyla alâkalıdır. Mekkî âyetler daha çok Allah Teâlâ’yı ulûhiyet ve rubûbiyet; yaratmak ve emretmekteki mutlak birliği açısından tanıtırlar. Âhiret, melek, kitap, peygamber ve kader inancı da bu ilâhî kitapta yerini almıştır. Fıtratta bir bozulma olmaması ve Allah Teâlâ’ya karşı bir yabancılaşmanın zuhûr etmemesi için, îmanla ilgili hususlar çok iyi bilinmeli ve kavranmalıdır.

Îmânî konuları bilme, kavrama ve hayâta aksettirmede gevşek davranmak şeytânın tuzağına düşmektir. “Allâh’ın dosdoğru yolunun üzerine oturup saptırma” tehdîdinde bulunan şeytânın en büyük düşmanı, kendine rakip olarak gördüğü insandır. Şeytan, hem kendi türünden hem de insanlardan edineceği yardımcılarıyla, mü’minin îmânını çalabilme husûsunda yoğun bir çaba vermektedir. Hedefi, kendisine düşman olarak gördüğü insanı dünyâdan îmansız olarak ayırabilmektir. Bu hedefini gerçekleştirmek için de insanlara birçok cepheden saldırır. Tüm peygamberler bu saldırılara ümmetlerini hazırlamak ve kâmil bir îmânı ruhlara yerleştirmek için gelmişlerdir.

Halkı Müslüman toplumlarda, özelde de ülkemizde yapılan tercihler şeytânın işini kolaylaştırmaktadır. Yapılan tercihler derken, Batılı düşünce tarzını ve onun düzenlemiş olduğu hayat biçimini kasdediyoruz. Kâfirlerin hayâtı anlamlandırmaları ve hayâta anlam kazandıran düşünce sistemleri Müslümanları kuşatmıştır. Bu vahim durum zâten dâr’ü-l İslâm olamamaktan kaynaklanmaktadır. Bu kuşatmaya bağlı olarak, Müslümanların hayat şekli değişti ve bu değişiklik özü de mutlak anlamda etkiledi. Sonuçta, Müslümanlık antik bir kültüre dönüştü(rüldü). Arabaya binerken “Bismillâh” demeyi veya önemli işlerinde “Vallâhi” diyerek yemîn etmeyi eksik etmeyenler, hayatlarının genişlik alanı dediğimiz siyâsî, iktisâdî, hukûkî, âilevî, ahlâkî alanlarda ve eğitim-öğretim alanlarında Allâh’a (cc) hiç yer vermediler. Neo-müşrik anlayış ve îman sahiplerinin kafalarında “tekâüd olmuş” bir tanrı anlayışı vardır. Kutsal ama müdahalesi olmayan; kendi hâkimiyetini ve hayâtın gidişâtını tamâmen insana bırakan bir ilâh anlayışı… Özellikle de tikeli ve tekili bilmeyen ve karışmayan bir tanrı anlayışı fesefenin değişik formlarında halkı Müslüman ülkelerin nesillerine yerleştirilmek istenmektedir. Bizce bu istek orijinal olmayıp batının yaşadığı seküler mâcerânın toplumumuza dayatılmasıdır. Hayattan ilâhî olanı kovup yerine beşerî olanları dayatmanın işbirlikçi versiyonudur.

Böyle çarpık, eksik ve sapkın ilâh anlayışının getirmiş olduğu sonuca göre Müslüman toplumlarda toplumsal bir irtidat yaşanmış ve her an da yaşanmaktadır. Hz. Nûh’un (as) oğlu bile bulunduğu yerin kıymetini bilemeyerek kurtulamadığına göre bizim gençlerimiz nasıl kurtulacak? “Nasıl kurtulacak?” sorusuna dâir nebevî ulemânın düşünüp Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet merkezli îtikâdî çalışmalar yapması ve bu çalışmaları toplumun bütün bireyleri ile buluşturmaları gerekirdi. Bizim toplumlarımızın îmanlarının âcilen tecdîde ihtiyâcı vardır. Bu tecdîd yapılmadan ne ahlâkî ne de istikâmet üzerine bir değişimden bahsedilebilir. “Bu ümmet nasıl kurtulacak?” sorusunun cevâbı, İslâmî bir hareketteki “Nereden Başlamalıyız?” sorusunun da cevâbıdır. Böyle ulvî bir görev yapılırken her türlü iletişim vâsıtasından istifâde edilmesi işleri daha da kolaylaştırırdı. Görev alanlarının kendilerine yüklediği teklifleri icrâ etmek yerine hocalarımız ve sözde akademisyenlerimiz; eskiden yazılanları ve üretilenleri tüketmeyi, bilgiyi halkın seviyesine indirmemeyi, ideolojilerle yetinmeyi temel tercih yapanları mutlak Müslüman saymayı, târih içerisindeki îtikâdî ekollerin çatışmalarını yeniden gündeme getirmeyi tercîh ettiler. Dînin aklı vahyin önüne koyduğunu, ibâdetler yapılmasa da kişinin uhrevî zarara uğramayacağını, İslâm’ın sâdece ahlâkî bir yönünün olduğunu, bununla da “uyumlu vatandaş” yetiştirmeyi amaçladığını söyleyip zamânın îtikâdî, siyâsî, iktisâdî, sosyal ve siyâsal meşreplerini tevhîdî bir değerlendirmeden geçirmemeyi tercîh ettiler. Müslümanların on yıllardır biriken sorunlarını çözmeyi akıllarına bile getirmediler. Böyle eksik bir anlayış zâten dîni hayâtın dışına ittiği için Müslümanlar maalesef pratikte farkında olmadan laik bir hayat yaşamaya başladılar. Netîcede dîne bütüncül bakmayı unuttular ve coğrafyalarında parçalanmış bir dînin parçaları var olabildi.

Biz bu yazılarımızda bir âmentü şerhi yapmayacağız. Geçmiş îtikâdî ekollerle ilgili tartışmalara ise hiç girmeyeceğiz. Felsefî tartışmalara dalmayacağız. Amacımız, okuyucuyu âyetlerle ve hadislerle yüzleştirmektir. Özellikle de îmânın bölünme kabûl etmeyeceğini, Allah Teâlâ’nın yaratma ve emir alanının parçalanmayacağını, hayâtı vahiy dışı şeylerle anlamlandırmanın şirk olduğunu kavratmak istedik. Bir defa daha tekrarlamakta fayda mülahaza ediyoruz ki îman yüzde (%) kabûl etmez. Yüzde doksan dokuz ile bile mü’min olunmaz. Parçalanmayan îman bütünlük içerisinde hayâta yansıtılmalıdır. Bu, îmanda samîmiyetin kaçınılmaz sonucudur. Halkımızın kurtuluşu ve gerçek Müslümanlıkla buluşması da bu hakîkatin kavranmasındadır. Haydi Bismillâh; bir akâid programını bu yazılarımızda inşâallah bitireceğiz. Sabırla okumanızı tavsiye ederim. Allâh’a emânet olunuz.

 Haziran 2020, sayfa no: 8-10

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak