Ara

Geçmişe Dair Bilmediklerimiz / İsmail Çolak

Geçmişe Dair Bilmediklerimiz / İsmail Çolak

Tarih, özünde hep bir belirsizlik ve sır barındırır. Yakın geçmişten uzak geçmişe doğru gidildikçe, kaynak yetersizliğinden mütevellit, bu sır perdesi daha da katmerleşir. Bu biraz da doğaldır, zira tarih yaşanmıştır ve bir daha aynen tekerrürü imkânsızdır.   Tarihin gizemini, olanca bilinmezliğiyle koruduğu yerlerden biri de şüphesiz bizim ülkemizdir. Türkiye tarihinin, geniş bir kesiti hâlâ esrarını muhafaza etmekte ve bitmeyen tartışmaların odak noktasındaki yerini korumaktadır.   Geçmişin tozlu sayfaları üzerindeki kalın tabakayı kaldırma uğraşı, tarihçilerin yakasını haşire değin bırakmayacak gibi görünüyor. Tarihi, tarihçileri ve tarih okurlarını asırlardır meşgul eden geçmiş(imiz)e dair kimi çetrefilli hadisenin üzerindeki esrar perdesini aralama gayesi hummalı bir biçimde hâlâ sürüyor.   İşte, geçmişin kimi çetrefilli hadiseleri ve geçmişin şekillenmesinde ön plana çıkan kimi simaları üzerindeki sır perdesini aralama gayretinin bir ürünü olarak mazinin tozlu sayfalarından devşirdiğimiz birkaç “bilinmeyen” tarihi gerçek:  

Arabayı Türkler İcat Etmiş!

Çin tarihi üzerinde otorite olan Alman sosyolog-tarihçi Prof. Dr. Wolfram Eberhard’ın yıllar süren araştırmaları sonucunda vardığı ilginç sonuçlardan biri de “atı ehlileştirenlerin ve arabayı icat edenlerin ilk defa Türkler olduğu” tezidir: “Atı, dünya tarihinde ilk defa Türkler ehlileştiriyorlar ve at sayesinde yüzyıllar boyunca dünyaya hükmediyorlar… Araba, Çin icadı değildir. Herhalde kuzeyden, Türk kavimlerinden gelmiş olacaktır.”1  

Osmanlı İmaretlerinin Rekor Seviyedeki Sarfiyatı

Meşhur Osmanlı tarihçilerimizden Ö. Lütfi Barkan’ın, 1489-1490 tarihli Fatih İmareti muhasebe bilançolarına dayanarak verdiği bilgilere göre, bu imaretin yemek listesinde pirinç çorbasından bala kadar her türlü yiyecek yer almaktadır. Her gün sabah ve ikindiden sonra olmak üzere iki öğün yemek verilmekte, olağan günler dışında Cuma, Ramazan ve Bayram günlerinde özel yemekler çıkarılmaktadır. Bir yıl içinde sarf edilen pirinç 3450 kileyi (yaklaşık 86 ton) bulmaktadır. Yine bir yıl içinde 5795,5 okka (9 tondan fazla) tereyağı sarf edilmektedir. Sözü edilen imarette, her gün en az 1000 kişi doyurulmaktadır.2  

Osmanlı’yı Kurtarıcı Olarak Karşılayan Avrupalı Milletler

Osmanlıların, Batı’ya düzenlediği seferler sırasında adeta bir kurtarıcı gibi karşılandığını destekleyen vakalar ve bunları doğrulayan batılı tarihçi, yazar ve araştırmacı sayısı oldukça fazladır. Misal vermek gerekirse, Prof. Paul Coles, “Avrupa’da Osmanlı Tesirleri” isimli eserinde Osmanlı ordularının Tuna’nın güneyindeki Macar köylerinde gayet iyi karşılandığı, hatta yardım gördüğüne dair tespitleri oldukça önemlidir: “Tuna’nın güneyinde bulunan işgal altındaki ovalarda ve ekili topraklarda fütuhattan sonraki şartları tam olarak değerlendirmek güçtür. 15 ve 16. Asırlarda Balkanlarda ve merkezi Macaristan’daki köylü topluluklarının Osmanlıları çok iyi karşıladıkları ve çok defa ilerlemelerine yardımcı olduklarına dair pek çok delil mevcuttur.”3 Jozef Blaşkovics ise 16. Yüzyılda Filek ve Uyvar’ın her birinin fethinden sonra 700 civarında köy ve kasaba ahalisinin kendi rızalarıyla Osmanlı otoritesi altına girmeyi tercih ettiklerini ifade ettikten sonra Osmanlıların, Balkanlarda ve Batıda neden bu denli hüsnü kabul gördüklerinin ve kısa sürede kolayca ilerlemelerine rağmen uzun vadeli bir düzen ve hâkimiyet kurmalarının altında yatan sebepleri şöyle izah etmiştir: “Tarihi kaynaklardan bilindiği gibi Filek’in (Filakovo, Fülek) fethinden sonra 600’den fazla, Uyvar’ın fethinden sonra ise 700’den fazla kasaba ve köy ahalisi Osmanlı hâkimiyetini kendi rızalarıyla kabul etmişlerdi. Osmanlıların bu inanılmaz çabuklukla elde ettikleri başarıyı, yani yerli halkı kendi taraflarına kazanmalarını Avrupa tarihçileri bir türlü anlayamamaktadırlar. Bu bölgelerde kazandığı başarı Osmanlıların askeri üstünlüğüyle ve silah zaferiyle yeterince aydınlatılamaz. Bu başarının sırrı Türklerin vergi sisteminde ve becerikli siyasi davranışlarında idi. Bu vergi sistemi, Nemçe (Avusturya) İmparatorluğundaki vergi sisteminden daha adaletli olmakla beraber, Osmanlıların himayesi altına girmiş olan yerli halka daha rahat ve emin yaşama imkânı sağlanmıştı.”4  

Yunan İsyanını Destekleyen Batılı Şair, Yazar ve Filozoflar

1821’de Mora’da patlak veren Yunan İsyanını, Avrupalı büyük devletlerin desteklediği, bu esnada Avrupa kamuoyunda, basın-yayın çevrelerinde, yazar-entelektüel kesimlerde yoğun bir Yunan hayranlığının baş gösterdiği tarihi bir gerçektir. Birçok meşhur Batılı şair, yazar, filozof kalemleriyle Yunan ayaklanmasının arkasında yer almıştır.   Misal vermek icap ederse; “Sefiller”in müellifi ünlü Fransız yazar Victor Hugo bu dönemde kaleme aldığı yazılarla Mora’daki asilerin yardımına koşmuştur. Asilerin hararetli destekçilerinden bir diğeri de İngiliz Şair-Yazar Lord George G. Byron (1788-1824) olmuştur. Osmanlılar aleyhinde birçok yazı kaleme alarak bilhassa İngiltere ve Fransa’da Yunanlılar lehinde bir atmosferin oluşmasında hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Yunanlıların desteklenmesinin Batılılar için bir tarih ve medeniyet borcu olduğunu öne sürmüştür. Bununla da kalmamış; para toplayıp çete kurarak İngiltere’den kalkıp adaya gelmiş ve Osmanlı’ya karşı isyancıların safında çarpışmıştır.5  

“Hürriyet Sarhoşları”ndan İnciler (!)

19. yüzyıl Osmanlı edebiyatının ünlü şair, yazar ve gazetecilerinden olan Şinasi’ye göre Tanzimat Fermanı’nın mimarı Sadrazam Reşid Paşa, modern çağların kahramanı, hatta yeni bir “medeniyet dini”nin kurucusu, resulüydü: “Aceb midir medeniyet resulü dense sana”, “Sensin ol fahr-i cihan-ı medeniyyet”.6   Öte yandan Beşir Fuat, Baha Tevfik, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi Meşrutiyet döneminin şöhretli şahsiyetleri ise, hürriyet sarhoşluğu içinde Allahsızlığı yaymaktaydılar. Birisi: “Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin” diyor, öbürü, “soysuzlaşan Türk neslini ıslah etmek için Avrupa’dan damızlık erkek getirmeyi” teklif ediyordu.7  

Cemal Paşa: I. Dünya Savaşı’na Borç Para Yüzünden Girdik!

Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Falih Rıfkı’nın (Atay), “Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin sebepleri nedir?” sorusuna Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa’nın görüşleriyle paralellik taşıyan şu tarihi öneme sahip cevabı vermiştir: “İstanbul ve boğazların İngilizler ve Fransızlar tarafından -Almanya’ya karşı savaşa katılması şartıyla- Rusya’ya bırakılacağına dair elimizde reddedilmez belgeler vardı… Ordumuzun ve donanmamızın yeter kudrete sahip olması için büyük bir devletle anlaşmaya mecburduk. Belki şimdi söyleyeceğime zor inanacaksınız ama hazine de bomboştu. Memura aylık bile ödeyecek vaziyette değildik. Ne iç ne dış devlet borçlarını veremez hale gelmiştik. Resmi hayatta günlük tazyikler bazen büyük meseleleri unutturur. İngiltere de Fransa da, ittifak teliflerimizi benimsememişlerdi. Fransa’ya ben ve Maliye Nazırı Cavit Bey beraberce gitmiştik. İngiltere’den de Tevfik Paşa ve Rauf Bey ile boş dönmüşlerdi. Harp de kapımızın eşiğindeydi. Tarafsız kalmamız da -asıl pazarlık üzerimizde olduğu için- asla mümkün değildi. Almanların 25 milyon Reşad altını bu şartlar içinde çarelerin en sıcağı gibi geldi ve kabullendik…”8  

Ziya Gökalp: Korkarım Kıymet Hükümleri Sarsılacak!

Eski Milli Eğitim Bakanlarından, senatör, milletvekili ve Türk Dil Kurumu başkanlarından olan ve İstanbul Darülfünun’u Edebiyat Fakültesinde talebeyken -1924’te- Ziya Gökalp’ın cenazesine katılan Tahsin Banguoğlu, hocalarından Hıfzı Tevfik veya Hasan Ali’nin ağzından, Ziya Gökalp’ın bir toplulukta şöyle söylediğini duymuştur: “Gazi Paşa’nın yaptığı bu inkılaplar çok iyi. Yalnız pek acele. Korkarım kıymet hükümleri sarsılacak.”9  

Ziya Gökalp’le İlgili Bilmediklerimiz

Çağdaş Türk Edebiyatının önemli kalemlerinden Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türkçülük akımının ideologlarından Ziya Gökalp, eserleri, fikirleri ve mücadelesi üzerine yaptığı araştırma-inceleme, tenkit ve tahliller neticesinde birçoğumuzun bilmediği, ezberlerimizi bozan şu mühim tespitleri serdetmiştir: “Gökalp, 1918 yılında çıkardığı Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabında Tanzimat’ın başından beri gelişen üç büyük akımı birleştiriyordu. Ona göre bunlar, Türk milletinin vazgeçemeyeceği üç gerçeğe tekabül ediyordu. Türklük, onun varlığının esası; İslamiyet, dini; ilim ve teknikten ibaret olan Garplılık ise benimsemek zorunda olduğu çağdaş medeniyet idi… Gökalp, adı geçen eserinde ve başka makalelerinde bunu yapmaya çalışmakla beraber, denemeleri tarif ve nazariyeden ileri gidemedi. Nitekim o daha sonra Türkçülüğün Esasları (1923) adlı kitabında, üç akım arasında bağlantı kurmaktan ziyade Türkçülük akımının temellerini araştırır.”10   Kaplan, Gökalp’in “millî din” oluşturma gayretkeşliği, İslamiyet’in Türk kültürü ve benliğiyle bağdaşmadığı ve Türk medeniyetinin İslamiyet’le gerileme dönemine girdiği yönündeki fikrî-dinî sapkınlıklarına; bunları çürütmek için Yahya Kemal’in ortaya koyduğu takdire değer gayretlerine ve isabetli tahlillerine ise şöyle temas etmiştir: “Eski Türk mitolojisini diriltmeye kalkan Gökalp’ın “Türk Tanrısı” veya Şamanizm’den bahsederek, 20. Yüzyılda çok eski çağlara ait inanç ve hayallere dayalı bir “millî din” icadına kalkması, ne Türk halkının inandığı İslamiyet’le, ne akılcı çağdaş medeniyetle bağdaşabilirdi. Bin yıl önceki Türk kültürü adına Gökalp, Türklerin Müslüman olduktan meydana getirdikleri yüksek kültürü inkâr ediyordu… Gökalp’in düşünce sistemindeki yanlışlığı Yahya Kemal düzeltti. Gökalp gibi o da Türklerin millî bir kültürü olduğuna, Türk halkının diline ve dehasına inanıyordu. Fakat o, bu gerçeğe dayanarak, Türklerin İslam medeniyeti içinde ortaya koydukları kültürü inkârı doğru bulmuyordu… Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten, Anadolu’yu anavatan yaptıktan sonra tarih ve coğrafyanın gerçeklerine uyarak, büyük, uzun ömürlü bir devlet kurdukları gibi, orijinal, kendilerine has bir kültür ve medeniyet de tesis etmişlerdi. Onlar bu kültür ve medeniyeti gittikleri yerlere de götürmüşlerdi. Üsküp, Bursa’nın bir devamı idi. Türklerin meydana getirdiği İstanbul, Bizans devri İstanbul’undan tamamıyla farklıydı… Yahya Kemal’e göre, medeniyet ve kültür, yaşanılan topraklarda kendine has bir hayat şekli, bir hayat üslubu kurmak demekti. Türkler Anadolu’ya geldikten sonra bu işi başarmışlar, “yüce dağlar gibi” büyük ve güzel örnekler vermişlerdir.”11

Dipnotlar: 1) Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, Ankara, 1947, TTK Yayınları, s.31; Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, 6. Baskı, İstanbul, 1989, Dergâh Yayınları, s.25. 2) Ö. Lütfi Barkan, “İmaret Sitelerinin Kuruluş ve İşleyişi”, İÜİFM, 23/1-2, s.261. 3) Paul Coles, Avrupa’da Osmanlı Tesirleri, Çeviren: Vecdi Bürün, İstanbul, 1975, Ötüken Yayınevi, s.109. 4) Jozef Blaşkovics, “Osmanlı Hâkimiyeti Devrinde Slovakya’daki Vergi Sistemi Hakkında”, İÜEF Tarih Dergisi, Sayı: 32 (1979), s.187-188. 5) M. Turhan Tan, Tarihte Türkler İçin Söylenmiş Büyük Sözler, Ankara, 2013, s.84. 6) Şinasi, Müntehabat-ı Eş’ar, Baskıya Hazırlayan: Süheyl Beken, Ankara, 1960, s.25-26, 28; Kaplan, Kültür ve Dil, s.115. 7) Tahsin Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, İstanbul, 1984, s.95. 8) Cemal Kutay, Tarih Ne Zaman İbrettir?, İstanbul, 1980, Yeni Asya Yayınları, s.92-93. 9) Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, s.55. 10) Kaplan, Kültür ve Dil, s.133. 11) Kaplan, Kültür ve Dil, s.134, 135-136.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak