İnsanların yapmayı tasarladıkları bir işi unutmamak için başvurdukları çeşitli yollar vardır. Modern dönemle birlikte bu hatırlatıcılar gerçi çeşitlenmiştir, fakat yine de insanların hala vazgeçemedikleri, en azından bendenizin başvurduğu bu yöntemlerden bir ikisini söylemek istiyorum: Sol bileğimize takmaya alıştığımız saatimizi çıkarıp sağ kolumuza takmak, yüzüğümüzü mutad olarak taktığımız parmağımızdan çıkarıp diğer elimizdeki parmağımıza takmak vs. Tüm bu yöntemlerde amaç söz konusu yöntemlerin / vesilelerin, bize asıl yapmak istediğimiz işi yani maksudumuzu hatırlatmasıdır. Kimilerine göre bazı yöntemler yanlış ve hatta aptalca olsa bile maksadı gerçekleştirdikleri için, bu yollara başvuranlar açısından çok büyük önem arz ederler. Bu olay için söylemiyorum fakat ilke olarak, uygulanan herhangi bir yöntemin yanlış veya aptalca olduğuna karar vermek için güçlü delillere dayanmak ve delilleri doğru kullanmak gerekir. Eğer delilden yoksun ve keyfi karar veriliyorsa, bu durum da en azından yöntemin aptalca olduğunu söylemek kadar yanlış bir tutum olur. Hele delil olarak ileri sürülen malzeme yerinde kullanılmamışsa, teknik tabirle usulüne göre istidlalde bulunulmamışsa böyle bir itirazı kale bile alamayız.
Günümüzde ve geçmişte bazı insanlar rabıta konusunu tam olarak kavrayamadıkları veya inatla kavramak istemedikleri için kimi zaman çok aşırıya giden eleştirilerde bulunmaktadırlar. Gerçi burada söz konusu eleştirilerin doğmasına neden olan uygulamalar üzerine kafa yormak başta bu yolun yolcularına düşer. Ancak biz şu anda haddizatında çok önemli olan bu konu üzerine konuşmuyoruz. Maksadımız daha ziyade rabıtaya karşı çıkan insanlara farklı bir bakış açısı kazandırmaya çalışmaktır.
Sorularla ilerleyelim:
- Açık saçık giyinen bir kadına bakmakta olan mümin bir erkek, karısını, annesini veya kız kardeşini düşünüp “Yahu onlardan biri beni bu halde görse ben yine de harama bakar mıyım?” diyerek bakmaktan vazgeçiyor. Hükmü nedir? Şirke düşmüş müdür? Büyük bir sevaba mı nail olmuştur?
- Ağır bir hastalık geçiren bir mümin, doktorun tavsiye ettiği bir ilacı kullandıktan sonra iyileşiyor ve kendisini ziyarete gelen arkadaşlarına “İlaç beni iyileştirdi, yoksa ayağa kalkamazdım!” diyor. Bu söz şirk unsurları taşıyor mu? İyileştiren Allah mıdır yoksa ilaç mı?
- İçki veya sigara içmekte olan mümin bir kadın, babasını görünce hemen toparlanıp şişeyi veya sigarayı atıyor. Bu durumda o kadın, şirk koşmuş olur mu yoksa fıtratının sesini mi dinlemiştir?
- Bir mümin, gittiği lokantada yemek yer ve bir miktar meyve suyu içer. Sonra da: “Çok şükür, yemek beni doyurdu ve meyve suyu da susuzluğumu giderdi” der. Şimdi o şahıs, şirk koşmuş olur mu? Doyuran ve kandıran yemek ve meyve suyu mudur yoksa Allah Teâlâ mıdır?
- İmam Buhârî’nin “Namazda Huşu” konu başlığıyla Ebû Hüreyre’den naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber (sav), ashabına namaz kıldırırken “Allâh’a yemin ederim ki, sizin rükûnuz da huşûnuz da bana gizli kalmaz. Ben sizi arkamdan da görürüm” der. Bunun üzerine ashap diyelim ki “Madem Resulullah bizim saflarımızın dizilişini hatta içimizdeki huşuyu dahi görüyor. Öyleyse daha dikkatli namaz kılmalıyım” dedi ve kendisine çeki düzen verdi. Bu durumda şirk koşmuş olur mu? Soruyu biraz daha ileri bir boyuta taşıyalım: Hz. Peygamber’in şu an yaşayan ümmeti benzeri bir tutumla namaz kılsa… Sanki Resûlullah ile namaz kıldığını düşünse ve huşu kazanmaya çalışsa şirk koşmuş olur mu?
Bu soruyu İbn Hacer el-Askalânî’nin ilgili hadisi şerh ederken yaptığı şu açıklamalarla birlikte düşünerek cevaplamaya çalışalım:
“Resûlullah (sav) burada ashâbını namazda huşû’u kazanabilmeleri için uyarmış ve onlardan dikkatli davranmalarını istemiştir. Bunu sağlayabilmek için de onları gördüğünü söylediği halde “Allah sizi görüyor, bu yüzden namazlarınızı dikkatli kılın!” şeklinde bir uyarıda bulunmamıştır. Zaten bu hal Cibril hadisinde de geçtiği gibi, ‘Allâh’a adeta O’nu görüyormuş gibi ibadet et; her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir’ diye ifade edilen ihsân makamıdır. İşte Resûlullah’ın bu tutumunun hikmetiyle ilgili olarak şunlar söylenmiştir: “Huşû içinde olmanın gerekliliği Resûlullah’ın onları görüyor olmasına bağlanmıştır. Zira bu duyguyla hareket eden bir kimse Allâh’ın kendisini gördüğünü hissetme makamına yani asıl maksada ulaşacaktır. Zira onlar Resûlullah’ın kendilerini gördüğünü düşünerek namazlarını en güzel şekilde kıldıklarında Allâh’ı murâkabe ederek namaz kılmanın hazzına ereceklerdir. Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz kıyamet günü ümmeti hakkında şahitlik edecektir. İşte ashâb-ı kirâm Resûlullah’ın kendilerini gördüğünü bildiklerinde namaz ve ibadetlerinde daha titiz davranacaklardır ki, Resûlullah kıyamet gününde onların namazlarını ve ibadetlerini en güzel şekilde yerine getirdiklerine şahitlik etsin.”
- Hz. Peygamber (sav) günahı tarif ederken “İçini tırmalayan ve insanların muttali olmasından hoşlanmadığın hususlardır” buyuruyor. Şimdi bir kimse tek başına kaldığı bir anda herhangi bir günahı işlemek üzere iken “Aman be, insanlar seni bu halde görseler yine de bu fiili işler misin, vazgeç bu işten!” diyor ve gerçekten vazgeçiyor. Bu durumda şirk koşmuş olur mu? Vazgeçmesinin nedeni insanların onu o halde gördüklerinde gösterecekleri tepki midir yoksa bu düşünce O’nu fıtratına mı döndürmüştür? Bizatihi zihnindeki muhayyel toplum baskısı yüzünden mi günahtan vazgeçmiştir yoksa fıtratını ateşleyen bu düşünce onu Allâh’a mı döndürmüştür? Hz. Peygamber’in günahı tanımlarken “içine sıkıntı veren ve insanların seni o halde görmesinden hoşlanmadığın tutumlardır” buyurması günahtan insanlar görüyor diye vazgeçmeyi bir yönüyle teşvik etmiyor mu?
- Hz. Peygamber (sav), savaşa katılmayı çok arzuladıkları halde imkânsızlıkları dolayısıyla savaşa gidemeyen dostları hakkında seferdeki mücahitlere: “Çıktığınız her tepede, indiğiniz her vadide sizinle birlikte olan kardeşleriniz var!” diyor. Bu beraberlik nasıl bir beraberliktir? Yanı başımda bulunmayan, birlikte kılıç vurmadığım insan nasıl benimle birlikte olabilir ki? Eğer bu gönül birlikteliği ise rabıtadan başka nedir?
- Hz. Peygamber (sav), Hz. Hatice’yi hatırlatan bir olayla, kişiyle karşılaştığında duygulanır ve bu durum onu görenlerce müşahede edilirdi. Bu nasıl bir muhabbettir, nasıl bir sevgidir? Ölen bir insanı yad etmek niçin insanı etkiler? Ölmüş bir insanı isteyerek yad etmek ve onu düşünerek duygulanmak şirk midir? Aman cevabımıza dikkat edelim. Bu son soruya olumlu cevap verecek olursak yeryüzünde muvahhid tek bir kul bile yok demektir.
Bu konu üzerine düşünürken ashabın, Resûlullah vefat ettikten sonra nasıl bir ruh hali ile yaşadıklarını da dikkate alalım. Onu hatırlatan olaylar, sözler ve mekânlar karşısında nasıl duygulandıklarını iyi tahlil edelim. Sadece ashabın Resûlullah’a olan muhabbetini değil – ki bu muhabbet rabıtanın ta kendisidir – Resûlullah’ın ashabına ve ümmetine olan düşkünlüğünü doğru anlamaya çalışalım. Bize kalırsa Resûlullah bile hem ashabıyla hem de henüz varlık âlemine gelmemiş ümmetiyle rabıta kurmuştur. Hem de ashabına: “Kardeşlerimi özlüyorum!...” diyerek.
- Hanzala kıssasını hepimiz biliriz. Hanzala, Resûlullah’ın (sav) yanındaki ruh hali ile ailesi ve işine daldığında kendisine hakim olan ruh hali arasındaki çelişkiden şikayetçidir. Hatta münafık olduğunu düşünmektedir. Hz. Peygamber (sav) ise ona şöyle cevap vermiştir: “Eğer siz benim yanımda bulunduğunuz gibi olmaya ve zikre devam etseniz melekler sizinle el sıkışırdı!” Bu cevap: “Sanki ben yanınızda imişim gibi yaşayın!” tavsiyesini içermiyor mu? Eğer içeriyorsa bu rabıtanın ta kendisi değil midir?
Yukarıdaki sorular üzerine kafa yoralım. Bendenizin acizane kanaati şudur: “Eğer bir kimse herhangi bir kötülükten sırf Allah için değil de başka nedenlerle vazgeçiyorsa ya da herhangi bir iyiliği sırf Allah rızası için değil de başka gayelerle yapıyorsa en iyimser ifade ile küçük şirke düşmüştür. Fakat söz konusu nedenler ve vesileler onun vicdanını, fıtratını, kalbini, ruhunu ayaklandırıyor ve ateşliyorsa, bunun sonucunda da Allâh’ı hatırlayıp kötülükten vazgeçiyorsa ya da herhangi bir iyiliği yapıyorsa asla şirkten söz edilemez. Aksine bu hayırlı bir davranış olur; böyle bir kul kesinlikle bu vazgeçmelerinin ve yaptıklarının sevabını alacaktır.”
Siz de benim gibi: “Bir işi unutmamak için parmağıma ip bağlıyor veya yüzük takıyorum ve Allâh’ın izniyle o işi unutmuyorum” diyenlerdenseniz rabıtayı size çok kolay anlatabilirim. İşte açıklaması: “Benim her daim hatırlamam gereken, asla gönlümden çıkarmadan kendisiyle beraber yaşamam zorunlu olan bir sahibim var. O sahibimi bana hiç unutturmaması için gönlüme evliyaullahı bir pırlanta gibi taksam, bir inci gibi onu kalbimde taşısam, benim asıl sahibimi sevenlerin sevgisini vesile bilsem çok büyük hayırlar elde etmiş olmaz mıyım?”
Açıklama yapalım derken soru yönelttik. Hiç soru ile açıklama yapılır mı demeyin! Zira bu soru “Evet, kesinlikle çok büyük hayırlar elde etmiş olurum” cevabını hem de teyitli bir vurgu ile taşımaktadır.
Muhabbetimizi şimdilik Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) bir duası ile bitirelim:
“Allahım senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak amellerin sevgisini dilerim senden!”
Bakın şu işe! Duâ ile bitirelim derken, rabıtaya bir delil daha arz etmiş olduk…
Mehmet Odabaşı
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak