Ara

Davası Olmayan Toplum, Yok Olmaya Mahkumdur!

Davası Olmayan Toplum, Yok Olmaya Mahkumdur!

Müslümanların ilk kıblesi, Peygamber Efendimiz (sav)'in hüzün yılında İsrâ ve Mi'râc ile tesellîgâhı olan Kudüs, Hz. Peygamber’in vefâtından beş yıl kadar sonra 638'de adâlet timsâli Hz. Ömer (ra) döneminde fethedildi. Adâlet denince ilk akla gelen Hz. Ömer, Kudüs Patriği Sophronius'un isteği üzere şehri bizzat almaya giderken meşhur adâletini hem kölesine, hem devesine hem de Kudüs halkına göstermişti. Zîrâ Hz. Ömer Kudüs'e gelirken kölesiyle devesine nöbetleşe binmiş ve deveyi de dinlensin diye ara ara boş götürmüştü. Kudüs'e yaklaştıklarında deveye binme sırası kölede olduğundan, Kudüs halkı deve üzerindeki köleyi Halîfe Ömer zannederek secde etmiş, köle de; “Allah'tan başkasına secde edilmez!” diyerek onları uyarmıştı. Halîfenin yürümesi, kölenin ise devede olmasının kaynağının İslâm ahlâkı olduğunu anlayan Patrik Sophronius şaşırmış, böylesine adâletli olan Müslümanların Kudüs'e olan hâkimiyetlerinin kıyâmete kadar süreceğini düşünüp gözyaşlarına hâkim olamamıştı. 

Ne acıdır ki kıyâmet gelmedi lâkin Müslümanlar, tüm peygamberlerin ayak izlerine şâhitlik etmiş Kudüs'ün hâkimiyetini kaybetti. Bu kaybın sebebinin “Müslümanların dünyâsında, Hz. Ömer'in adâletine yer kalmaması” olduğunu anlamak zor olmasa gerek!

Kudüs-ü Şerîf'e sâhip olabilmenin ilk şartı, Hz. Ömer'in adâletinin -âileden başlamakla berâber- tüm toplumda inşâsıdır. Rabbimiz (cc), Nahl Sûresi'nin 90. âyet-i kerîmesinde; “Allah, adâleti, iyilik yapmayı, akrabâya bakmayı emreder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddini aşmayı meneder…” buyurmaktadır. Âyet-i Kerîme'den anlıyoruz ki adâlet, merhametten daha kıymetlidir. Özellikle âile içinde merhamet adına yapılan nice şeyler vardır ki zulüm'dür. 

Kul hakkından bahsederken ilk aklımıza gelmesi gereken, “Âile fertleri arası kul hakkı” olmalıdır. Bu hususta Rabbimiz; “O gün kişi, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar.” (Abese, 34-36)buyurmaktadır. Âyet-i Kerîme'deki sıralama câlib-i dikkattir; ilk bahsedilen kişi, kişinin kendi öz kardeşidir. Sonra annesi, babası, eşi ve oğulları… Bu kimselerin birbirlerinden kaçmalarının sebebi, gasp ettikleri kul hakkıdır! Herkes kabûl eder ki âile içinde hak ve hukûka dikkat edenler, toplumda adâletin temsilcileri olurlar. 

Âile içinde adâlet temin edildiğinde, toplum da o denli adâletin getirdiği huzur ve başarıya kavuşacaktır. Kardeşler aynı anne-babadan doğar! Ancak her birinin fıtratı ve karakteri farklıdır. Kimisi doğuştan fedâkâr olurken, kimileri dünyâya geldikleri andan itibâren nazlı ve zahmetlidir. Okul açıldığında her birine aynı kırtasiye malzemeleri alınır, ama kimisi ilk haftalarda malzemelerini bitirirken, diğeri yıl sonuna kadar idâreli kullanır. Sofradaki köfteyi kimisi tek tek yerken, diğeri ekmeksiz ikişer ikişer yer… Tüm bunlarda bilinmesi gereken, habire nefsine uyup yiyip içen, eşyâlarını çabuk eskitenin diğer kardeşlerinin hakkını gasp ettiğidir. Ebeveynlere düşen, bu adâleti sağlamakta hassas olmalarıdır. 

Sahabe-i Kirâm'dan biri, Peygamber Efendimiz (sav)'in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. Hemen onu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra küçük kızı geldi. Adam onu yanına oturttu. Bu sahneyi gören Resûl-i Zîşân Efendimiz (sav); “Çocuklar arasında adâleti gözetmen gerekmez miydi?” buyurdu. (Heysemî, VIII, 156) 

Âile içerisinde adâletin önemini vurgulayan bir hâdiseyi de Nûman bin Beşîr (r.anh) şöyle anlatıyor:

Babam beni Rasûlullah Efendimiz (sav)'e götürdü ve “Ben sâhip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sav): “Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam; “Hayır, vermedim.” dedi. Allah Rasûlü (sav); “O halde yaptığın hîbeden (bağıştan) dön!” buyurdu. (Buhârî, Hibe, 12 Şehâdât, 9; Müslim, Hibât, 13-14)

Kudüs-ü Şerîf'e sâhip olabilmenin diğer şartı, onun Müslümanların gece-gündüz derdi ve dâvâsı hâline gelmesidir. Sâdece bomba düşünce değil! Kudüs'ün Müslümanların hâkimiyetine geçeceği güne kadar…

Birkaç yıl evvel, konferans için Türkiye'ye gelen Filistinli bir mücâhid, konuşmasının ardından dinleyicilerin sorusunu almak istedi. Genel anlamda gelen sorular, “Biz Kudüs için ne yapabiliriz?” olunca, konuşmacı soru sorulmamasını istedi ve morali bozuldu. Sonra yaptığı açıklamanın hassâsiyeti okurlarımızın vicdanlarına emânet… 

“Her gün çocuklar ölürken, Müslümanlar böyle zor durumda iken, 'Ne yapabiliriz?' sorusu bize Yahudi'nin bombasından, tüfeğinden daha ağır geliyor…”

Yaratılmış her şeyin özünde yayma çabası vardır. İnsanoğlu da inandığı şeyleri yeryüzüne yaymaya çabalıyor. Yahudilerin bir dâvâsı var. Kendilerine âit olduklarına inandıkları “arz-ı mev'ûd” (vaad edilen topraklar) Kudüs'ü almak için çabalıyorlar. İlkokula giden çocuklarını savaşa hazırlıyor, okul kıyâfetlerini bile savaşçı rûhuna uygun hazırlıyorlar. Liseli öğrencilere silah kullanmayı öğretiyorlar. Zengin Yahudilerden “arz-ı mev'ûd” için yıllık vergi alıyorlar.

Velhâsıl bir toplumun dâvâsı, iddiası olacak! Duâ, dâvâ demektir. Ettiği duâyı dâvâ edinecek ümmet-i Muhammed! Müslümanlar olarak bu dâvâyı önce evimizde başlatmalıyız. “Kudüs özgür olana kadar, maaşımın şu kadarını Filistin'e ayırıyorum!” diyebilmeliyiz. Unutulmamalıdır ki, bir toplumun dünyâya yayacağı bir dâvâsı, inancı, değeri ve derdi yoksa o toplum yok olmaya mahkûmdur!

Kuds-ü Şerîf'e sâhip olabilmenin diğer şartı, bu dâvâyı ilerilere, asırlar ötesine taşıyacak liderler yetiştirmektir. Dâvâlar liderlerle kıyâmda durur. Unutulmamalıdır ki, bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter!

Firavun gördüğü rüyâ sonrasında, saltanatını kaybetme korkusuyla tüm erkek çocuklarını katletti. Nitekim bu husus âyet-i kerîme'de şöyle ifâde edilmekte: “Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: 'Seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi Mûsâ’yı ve kavmini serbest bırakacaksın?' Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz' dedi.” (A'râf, 127.)

Bir müfessir bu âyet-i kerîme'yi izah ederken, “Özellikle lider olabilecek, öncülük yapabilecek, İnsanları uyandırabilecek çocukları öldürdü.” der. Biz Müslümanların da lider olabilecek insanları yetiştirmemiz elzemdir. Ümmet-i Muhammed'i temsîl etme kâbiliyeti olan kimseleri yetiştirip, onların ardında kıyâma kalkmamız gerekmektedir. 

Bugün sâdece Kuds-ü Şerîf işgâl altında değildir. Bugün Ümmet-i Muhammed teknoloji alanında, ekonomik açıdan, kültür anlamında büyük bir işgâl altında! Çocukların ellerinden düşürmediği nice animasyon filmleri bizim çocuklarımızı zehirlemekte. Onlara Noel'i, doğum günü partilerini, cinsiyetsizliği dayatmakta…

Bu sebeple biz Müslümanların kendi evlerimiz için, memleketimiz için, çocuklarımız için bu kıyâmın mücâdelesini vermemiz gerekiyor. Bu kıyâm için bize üç şey lazım:

Bir Hayâl, Bir Çaba ve Bir Minber!

Nureddin Zengî, Medîne’yi fethettikten sonra 1168 yılında Mescid-i Aksâ’ya konulması için bir minber yaptırdı. Minber 12.000 parçadan kündekârî tekniğiyle bir araya getirildi. Üzerinde Kur’ân âyetlerinin ve târihî kitâbelerin yer aldığı minber bir sanat şâheseri olarak yapıldı. Bu süreçte, haçlı seferleri sonucu Kuds-ü Şerîf Hristiyanların işgâli altındaydı. Minberi yapan marangozun, “Kudüs işgâl altında! Minber yapmak da neyin nesi?” diyenlere verdiği cevap bu hayâl ve çabayı anlatır nitelikte:

“Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.”

Bu îman, bu dâvâ, toplumda bir heyecan oluşturdu. Kulaktan kulağa bu marangozun hayâli dolaştı. Ve nitekim bu hayâl, duâ oldu, duâ dâvâya dönüştü. Sultan Kılıçaslan zamânında Haçlıların eline geçen Kudüs’ü, Sultan Selahaddin komutasındaki İslâm orduları 20 Eylül 1187’de kuşattı ve ardından Kudüs’ü tekrar geri aldı. 

Kudüs’ü almak ve bölgedeki Haçlı egemenliğine son vermek, önce Nureddin Zengi’nin ve ardından Selâhaddin’in büyük tutkusuydu. Hatta bir müneccim Selahaddin’e “Kudüs’e girersen bir gözünü kaybedeceksin.” dediğinde, Selâhaddin’in “Kudüs’ü almak için iki gözümü de vermeye hazırım.” diye cevap verdiği söylenir. Bu fetih üzerine bütün Avrupa ayağa kalktı, fakat Selâhaddin Eyyûbî, mücâdelesinden bir an gerilemedi. 20 yıl Halep’te bekleyen minber Selâhaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü fethinin ardından 1187 yılında Halep’ten getirilerek Mescid-i Aksâ’ya orta mihrâbın sağ tarafına yerleştirildi. Demek ki, gerçekçi ve büyük hedefler, onu gerçekleştirecek insanları da buluyor. 

Aziz okuyucu!

İsrail'in yok olacağından hiç şüphemiz yok. Allah Teâlâ'nın vaadine îmân ettik! O (cc) buyurdu ki: “Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki yeryüzüne (ancak) sâlih kullarım mîrasçı olur.” (Enbiyâ, 105.) Bizim sorgulamamız gereken şudur ki; Kudüs-ü Şerîf'in Özgürlüğü hayâli ve o minberi götürecek Selâhaddin-i Eyyûbîleri yetiştirme çabası yüreğimizde ne kadar var?

Aralık 2023, sayfa no: 18-19-20-21

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak