Ara

Bir Ârifin Hak Yolculuğu: Kalb, Mârifet, ve İlâhî Tecellîler*

Bir Ârifin Hak Yolculuğu: Kalb, Mârifet, ve İlâhî Tecellîler*

Sûfîlerin nezdinde ârif; üzerine vazîfe olmayan meselelerden kendisini soyutlayabilen, vakar, sekînet ve heybet durumundaki isimdir. Ârif Hakk’ın mârifetinin başını Allâh'a tahsîs etmiş, sonunu da sonsuzluk boyutunda yine O’na tahsîs etmiştir. Yâni Hakk’ın mârifeti, olup biten bir durum değildir. İlâhî tecellîler sürekli devâm ettiği için Hakk’ın varlığında devamlılık esastır. Hakk’ın varlığında Kartezyen felsefesinde olduğu gibi inkıtâya sebebiyet verecek bir durum yoktur. Maddesel planda bir analiz çalışması da mümkün olmadığından ve Hak Teâlâ’yı idrak sürecinin dâimîliğinden dolayı mârifetin başı da sonu da Hakk’a özgüdür. Bu sebeple ârif mârifetin başını da sonunda Hakk’a tahsîs etmiştir. 

Ârif kendi iç dünyâsında kalbini gerçekliğin veya yersizliğin meskeni hâline dönüştürmeyen isimdir. Yâni Hakk’ın dışında herhangi bir hakîkat arayışına girmez. Hakk’ın zikrinin onun kalbini istilâ edebilmesi için kendinden geçmesi gerekmektedir. Böylece ârif, Allah’tan başkasını müşâhede etmez, O’ndan başkasına yönelmez. Ârifin bedenindeki kalbin hayâtiyeti, anlamı ve kalitesi Hakk’ın tecellîsine hazır olduğu kadar kıymetlidir. Her alelâde kalb sâhibi bir hayâta, yaşama bürünmüştür diyemeyiz. “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” ifâdesinde olduğu gibi içinde Rab olmayan kalb ölüdür. 

Her ne kadar kalb tasavvufta bilgi merkezi olarak kabûl edilse de eğer orada Hakk’ın varlığı söz konusu değilse kıymet vermenin bir anlamı yoktur. Mârifetullah gönle sirâyet ettiği zaman, kalbin bütün hâl ve harekâtı, gidişâtı tavrı, her şeyi darmadağın olur. Tıpkı aslan bir yere girdiği zaman herkesin kaçacak yer aradığı gibi, mârifetullah gönle girdiği zaman mâsivâ denilen şey kaybolur. Ârif kalbin içindeki duyguları yok etmek yerine onları dönüştürmek sûretiyle ahvâlini bozar. Ârif; ten dünyâsından, şekilcilikten, görünme çabasından kaçındığı için ve kendi varlığını yok saydığı aynı zamanda yaptıklarının da gündeme gelmesini istemediği için yâni kendi varlığından ve amellerinin bir varlığa sâhip olmasından kaçındığı için kendine âit kıvâmı yoktur. Ârifi şekle, kalıba sokamazsınız. Bu nedenle Zünnûn  “ârif kimdir?” sorusuna, “şimdi buradaydı, gitti.” cevâbını verir. 

Kul Allâh'a (cc) karşı müstağni bir tavır sergiledikçe mârifetten söz edilmez. Mârifet ancak kulun Hakk’ın karşısında acziyetini hissetmesi ile olur. Ârif gayretkeştir. Onun dur durağı yoktur. Beklentisi sınırlandırılamaz. Ârif tam dikkat kesilmiş, dikkati celbedilmiş ve cezbedilmiştir. Allâh'ın ona, onun da O’na rağbet ettiği kimsedir, ârif. Hakk’ı ne kadar senâ ederse etsin âcizdir. 

Ârif, ne kadar latîf, ince ve kıvâma ermiş gibi görünse de içinde bulunduğu durumda hedefinden aslâ geri dönmeyen kimsedir. O, Hak Teâlâ’dan korkar. Hâlini kaybetmekten de korkar. Hak Teâlâ ona ölümle ancak, Allâh'a kavuşmanın mümkün olduğunu bildirdiği için bu kavuşmaya olan şevki dünyâ hayâtı gideremez. Dünyânın belâsı, musîbeti ve iyiliği onu yolundan edemez. Onun dünyâsında dert tasa yer etmez. Buhranlara düşmez. Aynı şekilde hayâtın hoşlukları da onun gündeminde olmaz. Varlıkla şımarmaz; yoklukla yerinmez. Ârif yoklukta da varlıkta da her hâliyle Rabbinden hoşnuttur. 

Ârif zikre koyulduğu zaman yaratılmış olan her şey gözünün önünden kaybolur. Baktığı her şeyde O’nun heybetini görür. Ârif, Hak Teâlâ ile ünsiyet sâhibidir. Rabbiyle bahtiyar ve huzurludur. O huzûru, mutluluğu ve şevki Rabbinde arar. O; vahdet hâlinde, murakabe hâlinde, zikir hâlinde ve Hakk’a teveccühünde ballar balını bulmuştur. Bunun örneği Selahaddin Zerkûbî’dir. O, Mevlânâ ile semâ’ya tutuştuğunda dükkânını görmemiş hattâ mallarını saçıp savurmuştur. O huzûru yakalayabilmek önemlidir.

Rivâyet edilir ki, Allah (cc) ile olan huzûru iki kimse yakalar. Biri şehîd, diğeri âriftir. Şehid can verirken makâm-ı âlîyi görmüştür ve canını seve seve vermekten imtinâ etmez. Ârif de bu tadı zikirde alır. Bu sebeple ârifin nazarında alkış, beğeni, ilgi, takdir ve görünmek birdir ve bunlardan soyutlanmıştır. Üzülerek belirtmek gerekir ki günümüz dervişlerinin sorunu budur. Hakk’ın varlığı ile cûşuraha gelemedikleri için ârif olamazlar. Şâh-ı Nakşibendi hazretleri hacca gittiği zaman bir gençle karşılaşır. Genç elinde tomarla para saymaktadır. Ancak Nakşibendi hazretleri nazar ettiğinde, haccı ondan başka kabûl edilmiş kimseyi göremez. Zîrâ genç elinde para saymasına rağmen kalbi Hak ile doludur. Bu nedenle nakşîlerde halvet der encümen ilkesi vardır.

Ârif için Allah’tan vasıl ve fasıl yoktur. Allah ile ontolojik bir birleşmeden ve ontolojik bir ayrışmadan söz edilemez. Kulun Rabbiyle ilişkisi maddesel değil mânevîdir, bedensel değil rûhânîdir, nefsânî değil kalbîdir. Dolayısıyla bunu bilerek ârif bir tevhîd tasavvuru ortaya koyar. Ârifin hayâtiyeti gerçeklik üzeredir. Ârifin kalbi Hakk’a bir aynadır. Nazargâh-i ilâhî ve tecellîgâh-i Rabbanî'dir. Emânetinin ve yükünün farkındadır. Terk-i dünyâ ve terk-i uhrâ bilincine sâhiptir. Ârif dehşet ve hayret makâmındadır. Dehşet makâmındadır, azamet-i ilâhiyyeyi görünce perîşân olur, kudret-i ilâhi'yi görünce dizinin bağı çözülür. İlâhî güzellikler karşısında da hayret makâmında olur. İbnü'l-Arabî’ye göre en yüce makam hayret makâmıdır. Bu iki şekilde olur. Birincisi ilimle olur. Âlim çalışır çabalar, ilâhî ilmi öğrenince kendini deryâda damla olarak görmeye başlar. İkincisi müşâhede ile olur. Müşâhede esnâsında Rabbinin büyüklüğü karşısında hayrete düşer. İmam Rabbânî Mektûbât’ında riyâzet veya cezbe yoluyla buna ulaşılabileceğini söyler. İmam Rabbânî ayrıca cezbe ile ulaşanların kolay kayabileceğini ancak riyâzet yoluyla çaba sarf edenlerin daha mukîm olacağını ifâde etmektedir.

Ârif amellerinin ve tâatlerinin kıymetlerini Allah’tan bilir. Amellerin kalitesini rızâ belirler. O amellerine güvenmez, onların arkasına sığınmaz ve dindarlığını pazarlık konusu yapmaz. Yaptığı ibâdetleri gözünde büyütmez, nefsine güvenmediği gibi işlerine, hayırlarına, ibâdet ve tâatlerine, kulluğuna da aslâ pâye vermez. Ârif açlığı mizaç hâline dönüştürmüştür. Kisvelere bürünmekten kaçınır. Doğal yaşamı benimser. Allah’tan gayrısını görmediği için hiçbir şeye üzülmez. Gözü ağlasa bile kalbi gülümser. Menzil-i maksûda giderken el âlem onu ağlarken görür ancak onlar sevinç gözyaşlarıdır. Ârif toprak gibidir. İyiler de kötüler de ondan toplanır. İyiler de ârifi gündemine taşır, kötüler de. Toprak nasıl üzerine basanı ayırt etmezse ârif de kendisine gelen konusunda ayrım yapmaz. Ârif isteyene de istemeyene de yağan bir yağmur gibidir. Onun nazarında ayrımcılık yoktur. Hiçbir şeyden korkusu ve kaygısı yoktur. Onun derdi tasası kendindendir. Kendine âit olanlardan sıyrılır, Hak Teâlâ’ya yaraşanlarla olmaya çalışır. Rabbinden kendisini göz açıp kapayıncaya kadar hiçbir şey meşgûl etmez. 

Ârif Rabbini Rabbiyle tanır. Tüm hâl ve hareketlerinde ilâhî kaynağa sâhiptir. Onu bir anlık olsun Allah’tan gayrısı esir almaz. Yaratılıştan, eşyâdan sıdkını sıyırmıştır. İzzet ve varlık yerine fakr ve acziyeti benimsemiştir. Allâh'ın varlığı karşısında zilletini âşikâr eder. Ârifin irfânı, bilgisi ve mârifeti, esrâr-ı ilâhiyye üzerindeki Hakk’ın tecellîsi ve ilâhî nurlara ulaşma imkânıdır. Onun mânevî hâli söyleminin ötesindedir. O hâlini dile getiremez zâten. Ârifin nezdinde yaşanan mânevî hâller ancak fütûhatla gerçekleşir. İsmail Hakkı Bursevî, Osman Fazlı Atpazârî ile tanışır. Sohbetlerine devâm ederken Atpazârî daha kırk üç yaşındaki Bursevî’ye der ki: Sökül İsmail, söyle içindekini! Bundan sonra Hakkıyâ diye şakıyacaksın, söyle içindekini! Atpazârî’nin bu ifâdelerinden Bursevî, o yaşına kadar hiç şiir söylemediği halde tekkenin en güzel şiirlerini söylemeye başlar. İşte fütûhat budur. 

* Bu Yazı Prof. Dr. Kadir Özköse ile Gerçekleştirilen 2 Ekim 2023 Tarihli Doktora Dersinin Deşifresidir. 

Şubat 2024, sayfa no: 51-52-53

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak