Can gitmedikçe cânân ele geçmez.
Şeyh Abdurrahim Reyhan (ks)
“Ölüm günü yok olmaz” demişti bir defasında. Evet, o gün yok olmaz. O, istediği anda araya girebilir, sırayı bozabilir: Onun yasasını kendisinden başka kimse belirlemez. O her şeyi kendi kendine belirler. Onun araya girdiği her defasında sıra bozulmuş gibi de görünse, doğal gidişâta aykırı bir şey varmış gibi sezinlense de, o, kendi yasası ile birlikte geldiğinden ve her defasında yeni bir yasayla ve yeni bir doğa ile geldiğinden, onun sıradışılığı ve doğal olanı bozmuş gibi görünüşü, bize gene de bir yasanın ve doğanın dayatması hâlinde görünür: bir kere daha biliriz ki, o, kendi yasasını kendisi yapmakta ve bizzat uygulamakta... Bu yüzden ona göre her gün bayramdır ve her gün bir ölüm günüdür. Kaldı ki, Müslümanın bayramının bir özelliği, onu başka günlerden ayıran farklılığı, karnavallarda yapıldığı gibi, ölüme yokmuş gibi bir muamele yapılmasına izin vermemesidir. Bir karnavalda ölüm yok sayılabilir, göz ardı edilebilir, ama böyle yapmakla aldanan kim olur? Onu göz ardı eden mi, yoksa ölümün kendisi mi? Gene de, bir bayram gününde ölüm çağrışımının bir özelliği bulunmalıdır. Nitekim Şeyh Abdurrahim Reyhan hazretlerinin ölümü de bir Ramazan bayramında vâki olmuştu (25 Ocak 1998). O, her günkü sohbetlerinin birinde: “Aldanmayalım” diyordu, ‘üç günlük dünyâ’ derler, bu, bir hadîs-i şerif mealidir. Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş: ‘Bu dünyâ üç günlük.’ Aynı sohbetin devâmında şunlar var: “Bu üç günün bir gününü evvel gidenler götürüyor. Bir günü yaşayanlar için. Bir günü de gelecekler için. Şimdi bizim bir günümüz var. Bir gününü bizden evvel gidenler götürmüş. Bir günü de bizden sonra gelecekler götürecek. Yâni bu nedir? Ölüm günü. Bu dünyâ âleminde bu günler, bu aylar gelip gidecek. Bu bize çok görünen günler bir de bakıyoruz ki, yok olmuş. Beş yıl da olsa yok oluyor; on yıl da olsa yok oluyor. Ne kadar ömrümüz varsa hepsini geçirdikten sonra yok oluyor. Öyleyse senin bir günün var, o yok olmaz. O ölüm günü yok olmayacak. Ne ile karşılaşsan o seninle berâber. O yok olmaz. Bugün hasta idin, yok oldu; yarın hasta idin, yok oldu. Nelerle karşılaştın: kâr ettin, zarar ettin; huzurlu oldun, huzursuz oldun, insanlardan eziyet gördün; bunların hepsi yok oluyor. Yok, yok, yok, hepsi yok oluyor. Ya ölüm günü? İşte senin bir günün var: ölüm günün. Ne çıktıysa karşına onunla berâbersin. Düşün işte: o bir gün için!” Beden için ölümü, içine düştüğü çelişkiyle açıklayabiliriz. Ama ruh için? O da acaba kendisiyle düştüğü çelişkiye mi mağlûb oluyor? Yoksa ölüm bir uzlaşmanın getirdiği bir sonsuzluk kapısını mı aralıyor? Bu soruların cevâbı yalnızca ölümün kendisindedir: Bekleyelim ve görelim. Şeyh efendinin de öyle söylediğini anlatıyorlar: Bekleyelim ve görelim, dermiş o da. Mâdem onun sohbetinden söz açtık İbrahim Ethem hazretlerine ait bir kıssayı nasıl yorumladığını da aktaralım. Abdurrahim Reyhan hazretleri (ks) yorumluyor: “Meşhur İbrahim Ethem hazretleri Belh pâdişâhı, 7 sene tâcını tahtını bırakıp gitmiş. Süflî bir hayâta girmiş. Süflî hayat derken hâşâ zâhirde, görünüşte. Karnı doyacak kadar yemek yemiyor. Sırtı yeni elbise görmüyor. Bir pardösü varmış sırtında setri avret için, doksan tâne yaması varmış. Şeyh efendisinin dergâhına yedi sene odun çekmiş. Her sabah kalkıyor, halatını boynuna atıyor, dağa çıkıyor, odunları alıp getiriyor dergâha. Yedi sene boyunca her gün bunu yapıyor. Bir gün, beş gün, on gün değil; bir ay, üç ay, beş ay değil; yedi sene bu hizmeti görmüş. Yedi sene sonra yine âletini eline alıp oduna giderken Şeyh efendisine demiş ki: ‘Efendim, bana bir himmet edin!’ Şeyh efendisi tenkit etmiş: ‘Sen himmeti kazandın mı ki himmet istiyorsun? Haydi yürü. Bostancı bostanının su zamânını bilir.’ demiş. Azarlamış, göndermiş. Başka bir dervişe görev vermiş, demiş ki: ‘Ayaklarına mahmuz tak, şu Belh Pâdişâhı İbrahim Ethem gidiyor, onun arkasından kavuş, onun çıplak ayaklarına o mahmuzla vur, gel. O döner, sana bakar, yüzüne tükür. Yüzüne tükürdüğün zaman elbet bir şey söyler. Ne söylerse gel bana haber ver.’ O gidiyor, İbrahim Ethem’e kavuşuyor. Mahmuzlarla ayağına çarpıyor. Vurdukça kan akıyor. İki oluyor, üçüncüde dönüp bakıyor; derviş yüzüne tükürüyor. İbrahim Ethem şöyle söylüyor: “Git babam. Senin dediğini ben Belh’te bıraktım.” Derviş bu cevâbı alıyor, dönüp geliyor. Şeyh efendi soruyor: ‘Yaptın mı görevini?’ ‘Yaptım efendim. Emriniz üzerine tabanlarına, çıplak ayaklarına vurdum. Vurdum deldim. İki defa vurduğumda bakmadı. Üçüncü defa vurduğumda döndü, baktı. Yüzüne tükürdüm. Şu ifâdede bulundu: ‘Git, babam. Senin dediğini ben Belh’te bıraktım.’ Şeyh efendisi: ‘Hâlâ Belh’i unutmamış’ diyor, yâni Belh’te pâdişahlığını hatırlıyor. O zaman hiddet vardı. Gadap vardı. O zamanki hâlimle ben sana bir şeyler yapardım; şimdi ben hiddetimi, gadabımı Belh’te bıraktım, demek istemiş. Ama o Belh kelimesi ağzından çıkmış.’ İbrahim Ethem gelince kovuyor: ‘Git. Sen Belh’i unutmamışsın. Himmet mi istiyorsun?’ diyor.” Abdurrahim Reyhan hazretleri bu kıssayı şöyle bitiriyor: “Can gitmeyince cânân ele geçer mi? Candan mânâ ruhumuz. İnsanın canı çok kıymetlidir. Her şeyini canı için yok edebilir. Ama canını ne için yok edeceğini bilemez. İşte canını da yok etmesi lâzım ki cânânı bulsun. Cenâb-ı Hakk öyle buyuruyor: ‘Kulum ver beni de al beni.’ Yâni beni almak istiyorsan beni ver, diyor. Benden mânâ, Cenâb-ı Allah bize ruh üflemiştir, odur. Benim sana üflediğim rûhu bana ver ki, Ben’i bulasın!”
Rasim Özdenören
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak