Ara

BATININ AKIL OCAĞINDA BUHARLAŞTIRILAN HAKİKAT: NUZULİ İSA (A.S) / İHSAN ŞENOCAK

BATININ AKIL OCAĞINDA BUHARLAŞTIRILAN HAKİKAT: NUZULİ İSA (A.S) / İHSAN ŞENOCAK

Dünya, bir gün ömrünü tamamlayacak; İçindekilerle birlikte yok olacak. Bu sonsuz tükenişin ne zaman olacağını bilmiyoruz. Malumatımız, yok oluşun emarelerini bilmekle sınırlı. Allah Resulü (s.a.v.), risaleti müddetince Kıyametin zamanı ile alakalı sorulara sıklıkla muhatap oldu. Kur’an, hadiseyi şu ifadelerle anlatıyor: “Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki:Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.”[1] Kıyametin mutlak olarak bilinmezliğini zihinlere nakşedebilmek için Dıhyet-i Kelbi suretinde Huzur-u Nebi’ye gelen Hz. Cebrail, Allah Resulü’ne kıyametin zamanını sorunca O (s.a.v.) şöyle karşılık vermişti: “Sorulan sorandan daha iyi bilmiyor.”[2] Bu yüzden Kıyamet “Muğeyyebat-ı Hamse/beş bilinmeyen”[3] içerisinde değerlendirildi. Bilinirliği ile alakalı kapı bütünüyle kapatıldığından ulema himmetini onun işaretleri üzerinde teksif etti. Zaten Kur’an ve Sünnet’in talebi de bu doğrultudadır. Kıyamet alametleri içerisinde yer alan ve delilleri “vurud” ve “delalet” yönünden kat’iyyet ifade edenler “yakin bilgi” kabul edildi. Bu yüzden onlara iman etmek “zarurat-ı diniye”den addedildi. Deccal, Ye’cuc ve Me’cuc, Dabbetu’l-Arz, güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inişi böyledir.[4] Hz. İsa’nın (a.s.) bedeniyle semaya kaldırıldığı, Kıyametin arefesinde ise tekrar yer yüzene ineceği mezkür alametler içersinde -deliller itibariyle- en muhkem olanıdır. Çünkü nüzul-ü İsa ile alakalı hüküm, hem Kur’ani sarih şahitlere hem de mütevatir hadislere dayanmaktadır. Nitekim Allame Muhammed Enver Şah el-Keşmiri, “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adıyla telif ettiği eserinde nüzul hakikatini -cem’ ettiği hadislerle- itiraza imkan vermeyecek bir şekilde isbat etmektedir. Muhammed Zahid Kevseri’de, Hz. İsa’nın öldüğünü, yeryüzüne inmeyeceğini iddia eden Şeyh Mahmud Şeltut’un fetvasına yazdığı reddiyesinde mezkür eseri tevsik ve tasdik etmektedir.[5] Hz. İsa’nın (a.s.) ineceğine delalet eden sarih ayetler ve mutevatir hadisler üzerine icma akdedildi. Ne var ki, Batı ile kapsamlı bir şekilde buluşmanın gerçekleştiği 19. yüz yıl ve sonrasında yaşayan bir çok mustağrib Hz. İsa’nın (a.s.) inişi ile alakalı kesin hükme itiraz etti. Aslında nüzul, mustağribler için bir problem teşkil etmemekteydi. Problem, inmesi durumunda Hz. İsa’nın (a.s.) ne yapacak olmasındaydı; yeni bir şeriatla geleceğini kabullenmeleri durumunda Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) son Peygamber olmasını reddedecek, Müslümanların tepkisini çekeceklerdi. İslam’ın doğrusunu kabul edip Hz. İsa’nın -indikten sonra- Allah Resulü’ne tabi olacağını ifade etmeleri durumunda ise, Hristiyan alemini karşılarına alacaklardı. Batı’nın yanlışını reddetmeyi göze alamadılar ve üzerinde icma edilen mutlak doğruyu te’vil ederek yanlışa müncer kıldılar. “İbrahimi Dinler” ve onların bağlıları arasında “Müşterek Amentü” ihdas etme gayreti, mustağribleri Hristiyanlarla paralelel düşünmeye sevketti. Bu yüzden, kaleme aldıkları tefsirlerde Ehl-i Kitab’ın cennete gireceğini iddia ettiler, Resuller arasında derece farkı olduğunu reddettiler. Fakat Hz. İsa’nın inişi mevzuunda Ehl-i Kitab’la aynı kanaati paylaşamadılar. Çünkü inen İsa’nın (a.s.) İslam Şeriatı’na tabi olması Hristiyanlığın bütünüyle neshedilmesi anlamına gelmekteydi. Yani bu ihtilaf, onların meşruiyetine halel getirmemek içindi. Modernistlerin nüzul’ü reddetmelerine etki eden diğer bir husus ise, nüzulün, İslam’ın aklileştirilme sürecine aykırı olmasıydı. Nuzul-i İsa’yı reddetmeye dayanak yapılan Al-i İmran 55. ve Maide 117. Ayetlerinde geçen “teveffa” kelimesi modernistlerin iddialarının tam aksine Hz. İsa’nın bedeniyle semaya yükseltildiğini ve aynı şekilde semadan yeniden ineceğini isbat eder. Şimdi bunları tahlil edelim. TEVEFFA KELİMESİ Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi “vefa” mastarından türeyen “tefe’ul” babında bir fiildir. Sözü yerine getirmek,[32] ihtiyacı karşılamak gibi anlamlara gelen bu kelime, esas itibariyle “bir şeyi tam yapmak” manasındadır. Nitekim bir malı ya da başka bir şeyi hiçbir unsurunu bırakmadan bütünüyle almaya da “teveffa” denir.[33] Zemahşeri’nin “Esasu’l-Belağa”da beyan ettiği gibi “Teveffa” kelimesi daha sonra mecazen “öldürmek” anlamında da kullanılmıştır.[34] Buna göre “teveffa”nın can almak, ruhu kabzetmek manaları sonradan şuyu’ bulmuştur. “Teveffa” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni”[35] şeklinde iki ayrı yerde kullanılmıştır. Şimdi bu kelimeleri müfessirlerin nasıl anladıklarına bakalım: Cumhura Göre Cumhura göre ayetlerdeki “teveffa” kelimesi, “kabz etmek/teslim almak” anlamındadır. Çünkü “teveffa” kelimesinin asıl anlamı “bir şeyi bütünüyle almak” demektir. Buna göre “teveffa”nın Hz. İsa’ın (a.s.) akıbeti bağlamında mecazen “ölüm” anlamında kullanıldığının söylenmesi doğru olmaz. Çünkü burada mecazi mananın alınmasına dair bir delil mevcut değildir. Nitekim Kurtubi’ye göre; Allah Teala, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükseltmiştir. Sahih olan da budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Abdullah b. Abbas’tan mervi en sahih görüş te bu şekildedir.[36] İbn Cerir Taberi, “teveffa” kelimesinin tefsiri ile alakalı “uyutmak”, “ölmeden bedeniyle kabzetmek” ve “canını almak” şeklindeki rivayetleri verdikten sonra şöyle der: “Bu anlamların en doğrusu; ‘seni yeryüzünden alacak ve katıma yükselteceğim.’ şeklinde verilen manadır.” İbn Cerir bu manayı benimsemesine gerekçe olarak, Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olmalarını gösterir.[37] Ebu Hayyan; “Hasan Basri, Dahhak, İbn Zeyd, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Cafer b. Zübeyr’in de bu kanaati paylaştıklarını” beyan eder.[38] Müteahhirun arasında fekahetiyle öne çıkan Allame Alusi, bu babta tercihe şayan olan tefsirin “Hz. İsa’nın ölmeden ve uyumadan göğe yükseltilmiş olmasıdır.”[39] tarzındaki tefsir olduğunu söyler. Takdim ve Te’hir Dahhak ve Ferra “inni müteveffike ve rafi’uke ileyye…” (seni eceline yetirecek ve kendime yükselteceğim.) ifadesinde “takdim” ve “te’hir”in olduğunu iki kelime arasında ki “atıf vavı”nın ise “tertib” ifade etmediğini söyler. Buna göre mana şu sıralamaya göre verilir: “inni rafi’uke ileyye ve mutahhiruke minellezine keferu ve müteveffike ba’de en tenzile mine’s-sema”; seni katıma yükselterek inkar edenlerden temizleyecek ve semadan indikten sonrada öldüreceğim.[51] Ayet bildiriyor ki, Allah Teala Hz. İsa’yı Yahudilerden korumuştur. Gökyüzüne çıkartılan peygamber vakti zamanı gelince yeryüzüne inecek, vazifesini ifa edecek sonra da vefat edecektir. Bu grupta yer alan müfessirlerin “teveffa” kelimesini Hz. İsa’nın semadan indikten sonra ölmesi şeklinde anlamalarında hadisi şerifler etkin olmuştur. Nitekim Hasan Basri’den nakledilen bir hadiste Allah Resulü Yahudilere şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki İsa (a.s.) ölmedi. O kıyametten önce size geri dönecektir.” (İnne İsa lem yemut ve innehu raci’un ileyküm kable yevmi’l-ahire)”[52] “Teveffa” ile “vefat” kelimeleri arasındaki farkı idrak edemeyen, bu yüzden Hz. İsa’nın öldüğüne hükmeden, Zahiri İbn Hazm’da “Muhella”sında, nüzulün hak olduğunu söyler.[53] Görüldüğü gibi “teveffa” kelimesi, en uç tefsirleriyle dahi “nüzul” hakikatini teyit etmektedir. Hz. İsa’nın öldüğünü ve tekrar gelmeyeceğini iddia eden Cübbai’ye gelince Allame Zahid Kevseri Onun hakkında der ki; “Eğer o da nüzulü İsa ile alakalı hadislerin mütevatir olduğunu bilseydi, muhalefet etmezdi.”[54] Müfessirler “teveffa”nın keyfiyeti üzerinde ihtilaf etmişler fakat tamamı Hz. İsa’nın şu an hayatta olduğunu kabul etmiştir. Yakın Dönem Müfessirlerine Göre Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla tekrar yeryüzüne gelmesinin söz konusu olmadığını savunan görüş, yakın dönem müfessirlerine aittir. Nitekim Muhammed Abduh ve talebesi Reşid Rıza “teveffa” kelimesinden ilk akla gelen mananın Hz. İsa’nın Allah Teala tarafından öldürülüp manen yükseltilmesi olduğunu söylemektedir.[55] Mezkür iki zatın anlayış usulünü benimseyen Mahmud Şeltut da hocalarını tevsik eden bir fetva neşretmiştir. Şeltut fetvasında Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla yeryüzüne tekrar gelmesinin söz konusu olmadığını savunur.[56] Mısır merkezli modernist tefsir anlayışının mimarlarını takiben alem-i İslam’ın çeşitli bölgelerinde Hz. İsa’nın öldüğünü ve dolayısıyla nüzul’ün olmayacağını söyleyen bir çok mütefasir zuhur etmiştir. “Teveffa” kelimesi önce “bir şeyi tam olarak almak” anlamında kullanılmaktaydı. Nitekim Reşid Rıza da “teveffa” kelimesini tefsir ederken bunu itiraf eder. Fakat sonra “teveffa”dan akla ilk gelen anlamın ölüm olduğu iddiasında bulunur. Yakın dönem modernist müfessirlerin söz konusu kelimeyi ”ölüm” olarak tefsir etmeleri kelimenin bu gün kazandığı anlam örgüsüne göredir. Kelimenin bu gün “ölüm” anlamında mütedavel olması, Kur’an’ın indiği dönemde sahabenin konuşma dilinden de aynı mananın anlaşılması gerektiğini zorunlu kılmaz. Eğer “teveffa” kelimesine çağdaş müfessirler gibi “ölüm” manası verilirse o zaman “Allah’u yeteveffe’l-enfuse hine mevtiha”; Allah o canları öldükleri (mevt) sırada, ölmeyenleri de uykularında alır (teveffa).[57] ayetindeki “öldükleri sırada” (hine mevtiha) ifadesi yanlış bir söz olurdu. Allah Teala’nın kelam-ı ise yanlıştan münezzehtir. Yukarıdaki ayette, Allah Teala, uyuyanın da ölenin de ruhunu kabz ettiğini ifade ederken “teveffa” fiilini kullanır. Halbuki uyuyan ölmemekte, eceli gelinceye kadar tekrar canı salıverilmektedir. Buna göre, “teveffa” kelimesinin akla ilk gelen anlamı “mevt/ölüm”dür, demek doğru olmaz. Ayrıca Kur’an-ı Hakim’i doğru anlamanın yolu indiği dönemin iletişim dilini dikkate almayla doğru orantılıdır.[58] Bu günün konuşma dilini referans kabul edip ayetleri tefsir etmek la-dini yorumlara zemin hazırlar. Hadisenin ne gibi onulmaz hatalara kapı açtığını daha yakından görebilmek için şöyle bir örnek verebiliriz: “Bugün, talebenin diplomayı alabilmek için üniversiteye verdiği orijinal araştırmaya “risale(t)” denmektedir. Bu yoldan hareketle Kitab ve Sünnet’te varid olan “risalet”e de “hususi araştırma” anlamı verilirse, Allah Teala’dan gelen “vahiy” ve “risalet” ilga edilmiş olur. Bunun içindir ki; dildeki gelişmeleri Kur’an’ın manalarını geliştirmeye tatbik etmek Allah’ın ayetlerini bile bile tahrif etmek olur.[59] Hz. İsa’nın “elân ber hayat” olduğunu söyleyen ve nüzulü kabul eden fakat “teveffa”ya farklı manalar veren eslafın görüşleri arasında tercihe şayan olanı, Allah Tela’nın, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükselttiğini belirten cumhurun yaklaşımıdır. NÜZUL Hz. İsa’nın Kıyametin arefesinde tekrar yeryüzüne ineceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. Bu husustaki hadis-i şerifler tevatür derecesine ulaşmamış olsaydı dahi yine de ayetler nüzul hakikatini tek başına isbata malik olurdu. Hz. İsa’nın nüzulünden bahseden ayetler şunlardır: “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[60] “Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de onlara şahit olacaktır.”[61] “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.”[62] “Allah ona (İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”[63] Kühulette Konuşacak Hz. İsa’nın nüzulünü işaret eden birinci ayette zikredilen “kehl” kelimesinin insan hayatının hangi evrelerine tekabül ettiğinde ihtilaf edilmiştir. Nitekim “kehl” için; 30-40; 33-50; 34-51; gibi yaş sınırları telaffüz edilmiştir. Fakat bütün bunların toplandığı ortak nokta kehl’in; otuz yaşını aşan saçı başı ağaran kişileri kapsadığıdır.[64] Hz. İsa’nın hem beşikte (fi’l-mehdi) hem de yetişkinlikte (kehla) konuşması birer mucizedir. Beşikte iken çağının tanıklarına konuştu, yetişkinlikte ise Ümmet-i Muhammed’e konuşacak. İlki gibi ikincisinde de bir olağan üstülük olmalıdır. Aksi takdirde yetişkinlikte konuşmasının ayette zikredilmesi anlamsız olurdu. Çünkü konuşma yetişkinliğin tabii bir yansımasıdır. Burada dikkate şayan olan husus, gençlik döneminde yer yüzünden alınan, yüzlerce yıl farklı ortamlarda yaşayan bir Peygamber’in tekrar insanların arasına dönüp onlara İslam’ı anlatmasıdır. Hz. İsa, annesine iftira atıldığı zaman beşikte konuşmuş “Ben Allah’ın kuluyum” demişti. Allah Teala onu otuz üç yaşında semadan indirince o, yine konuşacak ve tekrar “ ben Allah’ın kuluyum” diyecektir.[65] Böylece onun adına yapılan iftiradan kendisini temize çıkaracaktır. Said b. Müseyyeb, Zeyd b. Eslem başta olmak üzere selefin ileri gelenleri “Hz. İsa’nın otuz üç yaşında semaya yükseltildiğini, tekrar yeryüzüne geleceğini, orada yirmi dört sene yaşayacağını bildirmektedirler. İbn Cerir de sahih bir senetle aynı görüşü Ka’b’ul-Ahbar’dan nakletmektedir.[66] Bütün peygamberler gönderildikleri kavimlere konuşmalarına rağmen, Hz. İsa’nın davetini anlatan bu ayet onun özel vazifesine münasib bir şekilde, -“Ben-i İsrail-e” ya da “ kavmehu/kavmine”tarzında değil de- “ve yükellimu’n-nas-e/insanlara konuşacak” şeklinde nazil olmuştur. Bundan gaye ise, Hz. İsa’nın muhatap kitlesinin çağının tanıklarının yanı sıra ahir zamanda içlerine ineceği insanları da kapsadığını bildirmektir. Nitekim Hz. İsa’nın peygamberliğini müjdeleyen ayet; “O (İsa) İsrailoğullarına bir elçi olacak” şeklindedir. Yani Allah Teala Hz. İsa’nın peygamberliğini “Ben-i İsrail” ile sınırlandırmıştır. Söz konusu ayet “ O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[67] ayetiyle kıyaslandığında aralarında hususiyet ve umumiyet açısından zıtlık olduğu görülür. Halbuki genellik ifade eden ayet hususiyet arz eden ayetin siyakında vaki olmuştur. Bu, ifadede çeşitlilik olsun diye yapılmamıştır. Bilakis izhar ettiğimiz nükteden dolayıdır. Ayrıca “Ben-i İsrail”e peygamber olarak gönderilecek Hz. İsa’nın ayette “resul” vasfıyla zikredilmesi, beşikte ve olgunlukta konuşmasını anlatan ayette ise vasıfsız anlatılması iyice düşünülmesi gereken bir diğer husustur.[68] Ehl-i Kitab Hz. İsa’ya (a.s.) İman Edecek Nüzulü haber veren ikinci ayete (Nisa: 159) göre Hz. İsa ölmeden önce, ehl-i kitap ona “Allah’ın kulu ve elçisi olarak” iman edecektir. Böylece farklı dinler birleşerek İslam çatısı altında toplanacaktır. Hz. İsa kıyamet günü Yahudi ve Hristiyanlar’dan -ref’den önce ve nüzul’den sonra- ona iman eden ya da onu reddedenler hakkında şahadette bulunacaktır. Bahsi geçen ayette ki “bihi/ona” ve “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadelerindeki “hu/o” zamiri yukarıdaki çerçeve dışında bir tefsirde bulunmaya mani olmaktadır. Nitekim Ebu Hureyre, İbn Abbas, Katade, Hasan Basri, İbn Zeyd, Ebu Zeyd, Ebu Malik de ayeti böyle anlamıştır.[69] Buna göre ayeti, Ehl-i Kitap’tan birisinin ölmeden önce, Hz. İsa’ya iman etmesi şeklinde anlamak doğru değildir. Çünkü ayetlerin siyakı Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürüp astıkları yönündeki iddialarını çürütmektedir.[70] Nisa suresinin 155. ayetinden itibaren kendisinden bahsedilen kişi, Hz. İsa’dır; Ayetler Ona ve annesine yapılan isnatlardan onların beri olduklarını anlatmaktadır. Buna göre bütün zamirler Hz. İsa’ya dönmektedir. Ayetlerin siyakı ve Arap dilinin kaideleri bunu gerektirir. Aksi bir delil olmadıkça zamirler böyle anlaşılır. Burada da farklı anlamı gerekli kılacak bir unsur yoktur. Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu dil olan Arapçaya vukufiyetiyle şehir Büyük Müfessir Ebu Hayyan da zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani mananın yukarıdaki gibi olduğunu belirtmektedir.[71] İbn Kesir, yukarıdaki manayı destekleyen hadislerin mütevatir olduğunu nakleder. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği Buhari ve Müslim’in de kitaplarına aldıkları bir hadis şerif’te Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın nüzulden sonra yapacağı şeyleri tadat eder sonrada zamirlerin Hz. İsa’yı kastettiğini ifade sadedinde söz konusu ayeti okur.[72] Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’ya iman edeceğini ifade eden “leyu’mine’nne” fiilinin başında “cevab-ı kasem lam”ı[73], sonunda da “te’kit nun”u vardır. Bunlar, fiili gelecek zamana tahsis ederler. Buna göre “leyu’mine’nne”nin anlamı: “Gelecekte belli bir zamanda var olacak bütün kitabiler Hz. İsa’ya iman edecekler.” şeklinde olur. Ayetin devamındaki “kable mevtihi” kaydı da gelecek zamanı işaret etmektedir.[74] Ayetten aşikar olduğuna göre Ehl-i Kitab’ın tamamı Hz. İsa’ya iman edecektir. Bu da henüz tahakkuk etmemiştir. O halde nüzulden sonra yaşanacak zaman, bu Kur’an-i hakikatin inkişaf devresi olacaktır. Bütün deliller, zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani Mesih’in nüzulünü isbat ediyor. Buna mukabil “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadesinde ki zamirin “kitabiye” işaret ettiğini gösteren bir delil yok. Nasıl ki sahih bir rivayetin olduğu yerde gayr-i sahih bir rivayete iltifat edilmez, tıpkı bunun gibi ayetin siyakının gerektirdiği manayı terk etmeyi ya da bir karine olmaksızın lafzı, zahir anlamından çıkarmayı gerektiren görüş de dikkate alınmaz.[75] Hz. İsa Kıyamet’in Alametidir Hz. İsa’nın geleceğini haber veren üçüncü ayete (Zuhruf: 61) göre nüzul, kıyametin yaklaştığını bildiren bir alamet olacaktır.[76] Çünkü ayetteki (ve innehu) “hu” zamiri Hz. İsa’ya dönmektedir. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Süddi, Dahhak ve İbn Zeyd’e göre ayetin tefsiri şu şekildedir; “Hz. İsa’nın ortaya çıkması kıyametin yaklaştığına delalet eden bir bilgi olacaktır. Çünkü nüzul kıyamet alametlerindendir.”[77] Hz. İsa’nın yeryüzündeki ilk hayatına gelince bu, kıyamet alameti olarak addedilemez. Çünkü ondan sonra Allah Resulü (s.a.v.) gelmiştir. Buna göre, Hz. İsa’nın nüzulünün alamet olarak kabul edilmesi tek doğru tefsir olur. Ayetin siyakında, öldükten sonra dirilmeyi reddeden Mekkeli müşrikler var gerekçesiyle manayı; “Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi Kıyamet’in -sadece- imkanına delildir.” [78] şeklinde anlamak da doğru değildir. Çünkü Mekkeli müşrikler Hz. İsa’nın babasız dünyaya geldiğini, hastaları iyileştirdiğini, -Allah’ın inayetiyle- ölüleri dirilttiğini kabul etmiyorlardı. Bütün bu deliller işaret etmektedir ki, müşrikler Hz. İsa’ya inanmamışlardır. Bu durumda nasıl olur da kabul etmedikleri bir peygamberle onlara karşı ihticac edilir.[79] Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Malik el-Ğifari, Zeyd b. Ali, Katade, Mücahid, Dahhak, Malik b. Dinar, A’meş, Kelbi ve İbn Atıyye “le ilmun” şeklinde şöhret bulan kelimeyi “ayn” harfinin fethasıyla “le alemun/alamet” şeklinde okumuşlardır.[80] Bu okuyuşa göre bizzat Hz. İsa, kıyamet alametidir. İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.) de “ve innehu le alemun li’s-sa’a” ayetini; “Hz. İsa’nın Kıyametten önce inmesi” şeklinde tefsir etmiştir.[81] Nüzül İle İlgili Hadisler Konuyla alakalı neredeyse bütün hadis kitaplarında bir ya da daha fazla rivayet bulunmaktadır. Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın nasıl ve nereye ineceği, hangi özellikleri vesilesiyle tanınacağı, neler yapacağı gibi soruların cevapları vardır. Cumhura göre bu hadisler “Hz. İsa’nın nüzülünü” bildirmeleri noktasında mütevatirdirler. Nitekim her kuşak ve meşrebten bir çok alim, sarahaten bu hadislerin mütevatir olduğunu belirtmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar şunlardır: Taberi, Ebu Huseyn Aburi, İbn Rüşd, İbn Atıyye, Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer, Şevkani, Sıddık b. Hasan Kınnevci, Kettani, Keşmiri,[82] Muhammed Zahid Kevseri,[83] Muhammed Sıddık el-Ğumari, Abdulfettah Ebu Ğudde. Mütevatir olmaları hasebiyle “zarurat-ı diniyye”den kabul edilen ve bu yüzden “sem’iyyat”a taalluk eden hususlar arasında yer alan nüzul-ü İsa meselesi, tartışma ve redde kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. Resulullah’ı da inkar anlamına gelir. Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut gibi modernist anlayışa sahip kişiler mütevatir hadislerin gücünü yakinen bildiklerinden hadislerin mütevatir olduğunu reddetmişlerdir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımak istemişlerdir. Abduh ve onun çizgisinin müdavimlerinin hadislerin ahad haber olduğunu, bu nevi rivayetlerin sayıca çok olmalarının tevatür için hiçbir anlam ifade etmeyeceklerini iddia etmeleri de bilgi yanlışlarıyla doludur. Nasıl olur da sahabe kuşağından otuz küsür ravinin rivayet etiği bir mesele ahad olabilir?! Kur’an ve Sünnet’in adaletlerini açıkça beyan ettiği sahabeden otuz küsür ravinin Hz. İsa’nın inişi noktasında ittifak etmeleri, modernistlerin zihnindeki yalan ihtimalini def edemiyorsa ortada başka ve daha önemli bir problem var demektir. İcma Ebu Hayyan “Hz. İsa diridir, ahir zamanda yeryüzüne inecektir,…” şeklindeki mütevatir hadislerin gerektirdiği mana üzerine ulemanın icma ettiğini nakleder.[84] Malum… İcma, ictihat derecesine ulaşan alimlerin şer’i bir hususta fikir birliği içersinde olmaları anlamına gelir.[85] Buna göre, amel ve itikat cihetiyle istikamet üzere olmayan bidat ve fısk sahibi bir alimin icmaya aykırı görüş beyan etmesi icmanın akdedilmesine mani değildir.[86] Çünkü bidat ehli olan zevat insanlar üzerine şahit (örnek) olma[87] misyonunu kaybeder. Bu durumda ondan gelen ihtilafın mevcudiyeti bir mana ifade etmez. Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne tekrar inmesi hususunda oluşan icmaya, sadece Mu’tezile ve Cehmiyye’nin bir kısmı muhalefet etmiştir. Zahid Kevseri “‘Mu’tezile’nin bir kısmı’ ifadesinden muradın da Cübbai olduğunu söyler. Ne var ki Cübbai bu husustaki rivayetlerin tevatür derecesinde olduğunu bilseydi onlara muhalefet etmezdi.”[88] der. Hz. İsa’nın inişine Ehl-i Bid’at fırkalardan dahi geniş katılımlı bir muhalefet olmamıştır. Bütün bunlar icma delilinin bu bahiste ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir. Sonuç Ayetler açıkça Hz. İsa’nın ölmeden semaya yükseltildiği ve kıyametin öncesinde tekrar yeryüzüne ineceğini beyan etmektedir. Hadis-i şerifler de manevi tevatür derecesindedir. Aksi mutalaalar, zorlama tevillerle ulaşılan ve bilgi değeri olmayan görüşlerdir. “Ref’” ve “nüzül”ün hakikat olduğunu söyleyen cumhur, ayet ve hadislerle istidlal etmektedir. Fakat aynı şey, “ref’” ve “nüzül”ü reddedenler için söylenemez. Çünkü nüzulün olmayacağını muhtevi tek bir ayet ya da hadis’in varlığından söz edilemez. Bu yüzden İslam’ın erken asırlarından bu tarafa Hz. İsa’nın nüzulü “zarurat-ı diniye”den addedilmiştir. İnsanlar gibi ilmin de nesebi vardır. Kuşak be kuşak bilgi o neseb vasıtasıyla ilk kaynağına ulaşır. Buna göre, Hz. İsa gelecek diyenlerin senedi Hz. Kur’an ve Sünnet’e dayanır. İnmeyecek diyenlerin nesebi ise Cübbai’yi şaz olarak alırsak Abduh’tan öteye geçmemektedir. Bütün bunlardan sonra söylenecek tek bir söz kalır o da şu ayettir: “Haktan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz.”[89] Dipnotlar: [1] Kur’an, A’raf(7): 187. [2] Müslim, İman/8; Tirmizi, İman/2738; Ebu Davud, Sünnet/4695. [3] Kur’an, Lokman(31).34. [4] Said Ramazan el-Buti, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye, Beyrut, 1982, s. 318 vd. [5] Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 75. [6] Kur’an, Al-i İmran(3): 36. [7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali Sabuni), Beyrut, 1399, I, 279. [8] Kur’an, Al-i İmran(3): 37. [9] Kur’an, Al-i İmran(3): 47. [10] Kur’an, Kamer(54): 50. [11] Kur’an, Meryem(19): 23; Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, 2000, XI, 92. [12] Kur’an, Meryem(19): 23. [13] Kur’an, Meryem(19): 27. [14] Kur’an, Meryem(19): 29. [15] Kur’an, Meryem(19): 30. [16] Kurtubi, a.g.e., XI, 69. [17] Kur’an, Meryem(19): 30. [18] İbn Kesir, a.g.e., II, 451. [19] Kurtubi, a.g.e., VI, 16. [20] İbn Kesir, a.g.e., II, 451. [21] Muhammed b. Muslihiddin Mustafa el-Kocevi, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyhzade ala Tefsiri’l-Kadi el-Beydavi, Beyrut, 1999, V, 550. [22] Kurtubi, a.g.e., VI, 16. [23] Kur’an, Meryem(19): 36. [24] İbn Kesir, a.g.e., II, 451. [25] Kur’an, Maide(5): 72. [26] Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Ekavil, Beyrut, ty, I, 634. [27] Bkz. Muhammed Ali Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Beyrut, 1980, I, 373. [28] Kur’an, Saff(61): 6. [29] Ahmed ve Muhammed isimlerin ayrıntısı için bkz. Kurtubi, a.g.e., XVIII, 55. [30] Kur’an, Maide (5): 110. [31] Kur’an, Nisa(4): 157-58. [32] Mecduddin Muhammed b. Ya’kub Fîrûzâbâdiî, el-Kamusu’l-Muhid, Beyrut, 1999, IV, 462. [33] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1994, XV, 400. [34] Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1989, s. 684; Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 95. [35] Kur’an: Al-i İmran(3):55; Maide(5): 117. [36] Kurtubi, a.g.e., IV, 65. [37] Kevseri, a.g.e., s. 98. [38] Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid, Beyrut, 1993, II, 497. [39] Ebu’l-Fadl Şihabuddin Mahmud Alusi, Ruhu’l-Meani, Beyrut, 1985, III, 179. [40] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Alusi, a.g.e., III, 179. [41] Kur’an, En’am(6): 60. [42] Sabuni, a.g.e., I, 395. [43] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Alusi, a.g.e., III, 179. [44] Alusi, a.g.e., III, 179. [45] Kevseri, Nazretun Abire, s. 96. [46] Alusi, a.g.e., III, 179. [47] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; Alusi, a.g.e., III, 179. [48] Kevseri, Nazretun Abire, s.131. [49] Muhammed b. Ahmed Zehebi, Siyer-u A’lami’n-Nübela, Beyrut, 1998, IV, 545. [50] Zehebi, a.g.e., IV, 556. [51] Kurtubi, a.g.e., IV., 64; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497 [52] İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Keşmiri, a.g.e., s. 243. [53] Kevseri, Nazretun Abire, s.131. [54] Kevseri, Nazretun Abire, s.131. [55] Muhammed Reşid Rıza. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Beyrut, 1999, III, 261. [56] Kevseri, Nazretun Abire, (Şeltut’un fetvası için bkz. s. 23-31.) s.29-30. [57] Kur’an, Zümer(39): 42. [58] Kevseri, Nazretun Abire, s. 99-100. [59] Kevseri, Nazretun Abire, s. 100. [60] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110. [61] Kur’an, Nisa(4): 159. [62] Kur’an , Zuhruf(43): 61. [63] Kur’an, Al-i İmran(3): 48. [64] İbn Manzur, a.g.e., XI, 600. [65] Kurtubi, a.g.e., IV, 58; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 483. [66] Alusi, a.g.e., III, 164; el-Haseni, a.g.e., s. 32. [67] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110. [68] el-Haseni, a.g.e., s. 33. [69] el-Haseni, a.g.e., s. 42. [70] İbn Kesir, a.g.e., I, 458. [71] Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408; Ayrıca bkz. Kevseri, Nazra Abire, s. 100; Muhammed Bahit el-Muti’i, Nüzul-u İsa Aleyhisselam, (Diğer risalelerle bir arada), Kahire, 1320, s. 127-28. [72] İbn Kesir, a.g.e., I, 458. [73] Kasem hazfedilmiştir. Bkz. Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408. [74] Kevseri, Nazra Abire, s. 103. [75] Kevseri, Nazra Abire, s. 102. [76] Kur’an ,Z uhruf(43): 61. [77] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26. [78] Mahmud Şeltut, Münakaşa, (Nazra Abire” ile birlikte), s. 43-4. [79] Kevseri, Nazra Abire, s. 104. [80] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26. [81] Kevseri, Nazra Abire, s. 104. [82] el-Haseni, a.g.e., s. 13-6. [83] Kevseri, Nazra Abire, s. 104. [84] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497. [85] Kevseri, a.g.e., s. 135. [86] Abdulaziz Ahmed Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Beyrut, 1991, III, 440 vd. [87] Kur’an, Bakara(2): 143. [88] Kevseri, Nazra Abire, s. 143. [89] Kur’an, Yunus(10): 32.      

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak