Ara

Allah(c.c)' ın Kubbleri Altında Saklı Bir Velî

Dînî emirlere sıkı sıkıya bağlıydılar. Büyük abdestte su, sabun ve temiz bez kullanılmasını, küçük su yolunda acele edilmemesini, uylukları sıkarak veya öksürerek tam boşalımı sağlamayı ve ayakta bevledilmemesini çokça tembih ederlerdi. Guslün üç farzının dışında, kulak kıvrımlarını, göz çukurlarını, içte olan göbek ve edep yerlerini iyice temizlemeyi; küpe kullanmayan kadınların, kulak deliklerine pamuk ipliği geçirerek su ile temasını sağlamasını, daha pek çok incelikleri anlatırlardı cemaate. Vaazlarından birinde üç-beş tane kadın biz temiz değiliz diye göz yaşlarıyla ayrılırlar mescitten. Ayağa kalkarak namazdaki edepleri, oruç, hac ve zekatı en ince teferruatına kadar haber verirlerdi. Hâcet-i aslînin, zaruri ihtiyacın dışında kap, kaşık, halı, kilim ne varsa bir bir tespit edilerek zekat verilmesini öğütleyerek memleketimizde ve bulundukları heryerde bu farziyyeti, vacip ve sünnetleri kafalara, gönüllere yerleştirmişlerdir. Farz ve vaciplerin dışında kendileri sünnet ve edebe çok riayet ederlerdi. Gömlek ve ceketlerinin düğmeleri üste gelir, sünnet-i seniyyeye dikkatle, sağ baş parmaklarını, sol avuçlarının içine vurarak konuşurlardı. Çaya şekeri tek atmayı, Beytullah'ı tavaf eder gibi sağdan karıştırmayı, israf etmemek için tamamen içmeyi tavsiye ederlerdi. Ziyaretine gelenlerin içtikleri çayın bardağın dibinde kalan artıklarını bir bardağa doldurup içmeleri, onun tevazuuna en güzel örnektir. Lügat parçalamayı hiç sevmez, dağdaki çobanın da anlayabileceği dilden konuşurlardı. Bir âyet- i celîle, iki hadis-i şerifle hazırladıkları vaaz notları, halkın anlayabilmeleri için ledünnî, Hakk tarafından ihsan olunan ilimle, misallerle zenginleştirilirdi. Fıkıh ile hadis öğren, Nefsini yıkmaya davran, Mürşide binde bir uğran, Sakal altı sualdir bu. İstikamet üzere hareket ederlerdi. Nuh (a.s.)'un gemisine binmek isteyen akrebe, Nebiyyullah'ın, "Ümmetimi sokarsın." demesi üzerine akrebin, "Senin ismini ananları sokmam Yâ Nuh!" diye verdiği söze sadakatini misal göstererek, bizim ruhlar âleminde verdiğimiz ahde ne kadar riayet etmemiz gerektiğini anlatırlardı bize. İbadet ve taatte aşırılığı sevmezlerdi. Hacda, hiç uyumayan, devamlı oruç tutanlara, ihlasla yapılan az bir taatin ihlassız yapılan çok taatten üstün olduğunu, vücudun, aile ve efradın da üzerimizde hakkı bulunduğunu, Peygamberimiz (s.a.v.)'in, iki iş zuhur ettiğinde kolay olanı tercih buyurduklarını söylerlerdi. ibadetlerine nasıl başlamışlarsa, sonuna kadar da öyle devam ettiklerini görürdük. İfrat ve tefritten uzak, bir ölçü dahilinde yaparlardı bütün vazifelerini. Ağır hastalıklarında bile, zorla kendilerini yataktan aşağı atar, namaz, evrat, ezkar ve dualarını ifa ederlerdi. Günlük evratlarının dışında yaptıkları zikirleri bize tevdi ettikleri de olurdu. "Bu gün oğlum dersimi yaptı." der, biz de utancımızdan yerlere geçerdik. "Onun ins ü cinne bedel, bir nefeslik taatinin yanında bizimki ne olabilir." derdik. Yaz günüydü, Rabbimiz zayi etmesin, gece evrat, ezkar okurken yanıma geldi. Derin derin bizi süzdü, daha sonra ayrılıp gitti. Kalbinden infak etmiş olacak ki, bir ağıt tuttu beni. Çoğu zaman derlerdi, "On dokuz yaşında bir ihvanımız var gece evrat okuyor." diye. Başkalarını da ibadete teşvik ederlerdi. O kalkış bizim maharetimiz değil, onların himmetiydi biiznillahi Teâlâ. Gözlerindeki rahatsızlıktan dolayı yüzünden Kur'ân-ı Kerim okuyamayınca, ezberindekileri çokça tekrar etmeye, teyp ve radyodan Kur'ân kıraatini takip etmeye başladılar. Gıybetten çok sakınırlardı. Cami ve evimizin önünde, suyun başında, havuzun kenarında bulunan dut ağaçlarının altı temizlenir, minderlerle döşenir, ikindi sonu komşularla oturulurdu. Gelenlere pek şirin sohbetler yapardı Üstazımız. Bir gün hastayım diye iştirak etmediler. Sebebini de şöyle açıkladılar. "Oğlum! Ordan, burdan söz etmeye başladılar, gıybete giden sözleri dinlemekten rahatsızım." Erenköy'de seçkin bir cemaat, bir zâtın kitap satışından bahseder. Söz, anlatılan kimsenin yüzüne karşı söylendiğinde rencide olacağı ihtimali belirince Üstazımız derhal müdahale eder. "Hasan Efendiyi dinleyelim." derler. Efendimiz de, "İsa (a.s.)'nın bir topluluğa, "Bir kimsenin üstü açılsa ne yaparsınız?", "Örteriz ya İsa" derler. O da, "Hayır siz daha da açıyorsunuz. Onun gizli hallerini ifşa ederek rezil ediyorsunuz." buyurduğunu naklederek yanlış bir tavra girmeyi önlerler. Ticari ahlaksızlıktan men eder, faizin haramlığını ayet ve hadislerle açıklarlardı. Eski terazilerdeki kefelerde, alıcı tarafının ağır gelmesini, yoksa acı bir akıbetin onları beklediğini şu misalle haber verirlerdi. "Bakkalın biri, son nefesinde kelime- i şehâdeti okuyamaz. Meğer bu şahıs, terazide tarttığı pirincin, sabunun, şeker ve leblebinin arta kalan tozlarını silmezmiş. O kırıntılar ve terazinin dili adamın lisanını tutar, Tevhid'i okutmazmış." Bir dirhem faizin otuz küsur zinaya bedel oluşuna şimdi biz ne diyelim? Allah Teâlâ her günahkâra kalkma izni verirken, Kur'an- Kerîm'in tarifiyle, faiz yiyenlerin şeytan çarpmış gibi kalkmalarına şimdi biz ne söyleyelim? Mirac'da karınları şiş, içindeki yılanlar dışından görülen faizcilere ne anlatalım? Konya'da istirahat buyurdukları hânenin önüne, sabah erkenden hâl ehli bir zât gelir. "Hasan Efendi! Öğleyin davet olunduğunuz evin taamı şüpheli, aman ha gitmeyin." der ve ayrılır. Boynuzlu, gösterişli bir koçun tel örgüleri yararak kaçması, zahmetlerle tutulup kesildiğinde de pis bir kokunun yayıldığını hiç unutmayız. Haram şöyle dursun, riya ile getirilen bir hediye dahi elhamdülillah bu hanedekilerin midesine inmemiştir. Hz. Yûnus'un, "Bu kapıdan odunun da eğrisi girmez." dediği gibi. Babaları fahri imamlık yapar yıllarca. Bu görevi kendileri de yürütürken, "Benim ücretimi Rabbim verecek." diye maaşla başlayan vazifeyi kardeşleri Abdullah Efendiye devrederler. 1955 yılında, Ramazan-ı Şerifte Adana'da Şeyhoğlu Camii'nde vaaz ederken, kadınların kendisine hediyede bulunacaklarını duyar duymaz, kürsüden binlerce cemaate şöyle hitap eder. "Yeminlerle söylüyorum, hanımların vereceği hediyede kocalarının, çocuklarının hakları var, biz böyle bir şeyi alamayız." Balığı severlerdi. Ankara'nın Gölbaşı ilçesinden ikram edilen balıkları kabul ederlerdi. Bir defasında yemekten kaçınırlar. Meğer göl, bir başkaları tarafından kiralanmış. İbni Mesud (r.a.), "Biz faize düşme korkusundan on dokuz helali bıraktık." buyurur. Söz ve fiil olarak batıla uyanları ikaz ederlerdi. Fikir ve düşüncelere, hayat tarzına pek dikkat ederlerdi. Deveye inişli yolu mu, çıkışlı yolu mu seversin, dediklerinde, bu sözü söyleyenin yüzüne acı acı bakarak deve, "üz yola ne oldu." der. Bu misali arz ederek fıtratımıza uygun yaşantıyı, her türlü davranışımızda Nebîler Nebîsi'ni örnek almamızı şu ayetle belirtirlerdi:"Andolsun ki! Sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah'ı çok zikreden kimseler için Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 33/21) Dar pantolon, kısa kollu gömlek giyenleri, yaka, bağır açık olanları tatlıca ikaz ederler, kendileri yarı şalvar ve pardösüyle gezerlerdi. Bir devir teşbih çekiyordum. "Yavrum bu da elin malayanisidir, ya "Allah" de, ya da "Lâilâhe illallah" buyurdular. Tesettürde yaş sınırı yoktur diye, şortla yavruların dolaştırılmamasını öğütlerlerdi. İki yüzlülerden nefret eder, bu fiili hiç sevmezlerdi. Seyahat buyururlarken arabada yüksek sesle şu kıtayı okurlardı. Kulum bana doğruca gel, Kulum bana acele gel, Eğri gelen ermez bana, Doğruluk et öylece gel. Mevlana Celaleddin Rûmi (k.s.)'nin türbesinin ilk giriş bölümünde, "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol." levhası karşımıza çıkar. Kendilerine sonsuz muhabbet izhar eden birinin gönlüne "riya" diye bağırır. Ses dıştan duyulmaz ama kalbinden bu sözü işiten yaptığına tevbe eder. "Vasiyet ederim size, Abdest alın taze taze, İçi fena, güzel yüze, Yapma işte riyadır bu." İstiharesini, görmediği güzel rüyalarla anlatan iki yüzlüyü, "Kimi aldatıyorsun?" diye huzurundan def eder. Abdulkadir Geylânî (k.s.) der ki:"Ey münafıklar! Gösteriş için yaptığınız namaza, sadaka ve zekata şeytan bile gülüyor. Siz alnına kötü damga vurulacak kimselersiniz. Bu âlemde hatalar gizli kalmaya mahkûm. Yakında canınız cehenneme gider hiç üzülmeyin." der. Yemede-içmede çok hassastılar. Rahatsızlığı ânında bile yemekten önce ve sonra ellerini yıkar, tuz ile başlayıp tuzla bitirir, sofradan kalkmadan yemek duası yaparlardı. Başında besmele, sonunda hamdele her zaman adetleriydi. Helal taama dikkat ederler, kimin verdiğini düşünerek yememizi, hayır yollarında eritmemizi söylerlerdi. Mükerrem insanın riayet edeceği beş esastan biri olan helal taamı anlatırken saatler geçer, diğer konulara zaman kalmazdı. "Yemeğinizdeki bu tat nerden geliyor Mustafa Efendi." diyenlere dedem, "Pişiren Allah için, sofrayı kuran Allah için, yiyenler de Allah için olunca, Hakk'ın rızasından geliyor bu lezzet." buyururlar. Bir bayram ziyaretinde Sami Efendimiz (k.s.), yemeğin gafletle yenmesine razı olmayarak, "Taamı huzurla yiyelim." deyince, gönülleri biiznillah zikrettirdiğini, kalp âleminin yanında dünyanın buğday tanesi kadar kaldığını anlatırlardı bize Efendimiz (k.s). 'Tıka basa yeyip tıslaya tıslaya namaz kılmayın, biraz midenizi boş bırakın, korkmayın sofradan kalkınca doyarsınız." buyururlardı. Kibir ve dik başlılık yoktu onlarda. 1938'de Nakşî, 1965'te de Kâdirî icazetnamesini Sami Efendimizden aldıklarında, "Kendinizi şu anda nasıl hissediyorsunuz Hasan Efendi?" sualine, "Efendim! Arkada büyük halifeler, önde ise onlara adres gösteren bir tıfıl, yavru olarak düşünüyorum kendimi." der Üstazımız (k.s.). Bu tevazudan dolayı mesrur olan Sultanımız, "Elhamdülillah Hasan Efendi." derler. Esad-ı Erbîlî (k.s.), kendisini tanıtırken, "Zerre bile olmayan Esad." buyururlar. Sami Ef. (k.s.), "Bu Sami bir kokar sudan olduğunu, bir de toprak olacağını düşünür." der. Kokar sudan olduğunu, Rahimde çok kaldığını, Sekaratta solduğunu, Bunları fikretmen neden? Üstazımızın sohbetlerini deftere kaydederdim. Bir görüşmelerinde, "Toprağı toprağa, suyu suya, havayı havaya, ateşi ateşe, kendinizi de Mevlâ'ya verin." buyurarak Hakk'da fena, yok olmanın işaretlerini veriyorlardı. "İftiharlı gibi bir söz ağzımdan çıkar gibi olduğunda, nerde ise maneviyattan tamamen soyulacak gibi oldum. İstiğfar okuya okuya tekrar aynı hale geldim." demişlerdi bir defasında. Bu yolun sermayesi de yokluk değil mi? Ne dârım var benim Esad, ne de meyl-i diyarım var, Cemâl-i Bâri'den başka diğer bir intizarım yok. Musa (a.s.) Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rab! Senin hiç sevmediğin kimdir?" der. Rabbimiz (c.c.):"Kalpten kibirli, dilden sert, imanı zayıf, eli sıkı olan kimse." buyurur. Engine ak sular gibi, Sailleyin diler gibi, Neşatlı ol güler gibi, Çehreni azdırdın neden? Arkadaş, kusurun tanı, Varlığın mahveder seni, Her şeyden bulun sen denî, (engin) Yükseklik yapıyon neden? Vaaz ve nasihatlerinde, hemen hemen ölümden bahsetmediği an olmazdı. Ölmeden evvel ölme sırrına mazhar olan Üstazımız (k.s.), bir kuşluk vakti gülerek uyanır. Sevinçlerinin sebebini de şöyle haber verirler. "Rüyamda ölürken, Kelime-i Şehadet okuyordum." Esad-ı Erbîlî (k.s.)'den ve memleketimizdeki hocalardan örnek göstererek, "İmanıma dua edin." derlerdi çokça. Nevşehir'den gelirken, tanıdığı bir vasıtayı durdurdu. Hep dünyadan konuşan insanlara, bir gün öleceğimizi, ne yapmışsak onu, Rabbimizin katında bulacağımızı hatırlatıp ayrıldılar. Kalender Camii'nden önce yaptırdıkları kabre uzanır, meleklerin sualine cevap verir gibi bir hal arzederler. Başında bulunan âşıklar hep ağlaşırlar. "Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister." Hadîs-i Şerifine mazhariyetle, son anlarında ölüme karşı daha çok bir hasret vardı Üstazımızda. Hâlikımız Şefaatlerine mahzar kılsın (amin).

Alemdar-Ali Ramazan Dinç Efendi (ks)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak