Akıl ve ruh, hakîkati idrak ve hikmete erişme bağlamında birbirine mezc olmuş, biri olmadan diğerinin sıhhatli bir varlık ve duruş ortaya koyamayacağı olmazsa olmaz iki ana umdedir. Bize önce benliğimizi sonra da kendiliğimizi hatırlatacak olan, bahsini ettiğimiz akıl ve ruh harmanıdır. Bu harman ince bir denge üzerinde yapılmalı, ifrat ve tefritten her aşamada uzak durulmalıdır. Çünkü ‘ben’liğimizi inşâ ile kişiliğimizi, ‘kendi’liğimizi inşâ ile kimliğimizi tâyin ederiz. Rabbimizin bize lütfu olan meziyetlerimizi kuyumcu terâzisi hassaslığıyla ölçülü ve yerinde kullanabilirsek ancak o zaman yaratılış esâsımıza yāni kulluk makāmına uygun hareket etmiş oluruz.
İslâm dîni vahye ve peygamber tebliğlerine dayanmış olmakla birlikte akla, tefekküre, fıkhetmeye ve tetkîke büyük değer verir. İctihad müessesesine verilen önem bunun en büyük kanıtıdır. İslâm’ın hakîkatlerini kavrama ve anlamlandırma adına mücerred akıl tek başına muktedir değildir. Bunun için vahyin ve sünnet-i seniyyenin nûruna olan ihtiyaç yadsınılamazdır. Bu sebeple cüz’î akıl küllî akla her dâim muhtaçtır.
Aklı ve mahsûllerini din edinmek ne kadar saçmaysa dîni aklîleştirmeye çalışmak da o derecede hezeyandır. Bu sebeple yapılması elzem olan şey ‘kalple akledebilme’ melekesine sâhip olmaktır. Aklı, insanı maddeye ve mâlâyânî şeylere bağlayan bir kördüğümlükten çıkarıp, ulvî hasletlere erişebilme adına ruhla buluşturmamız gerekir. Bunun yolu da zihinleri ve dimağları her türlü mülevves1 fikir ve kabûllerden tümüyle arındırmaktan geçmektedir. İmam Gazâlî’ye göre “Mahlûk, Hâlik’ın anahtarıdır.” Mutasavvıflara göre ise eserde müessiri görmektir asıl olan. Bu sebepten eşyâda kesreti, tevhîdin anahtarı olarak görebilmek için bahsi geçen arınma ve sâfiyete aklen ve kalben erişmemiz, kalple akledebilmemiz gerekir.
Akıl, herhangi bir fikrin veya inanışın inhisârında değildir. Akıl hem hayra hem de şerre âlet olabilecek şekilde her fikre, her dîne ve her otoriteye hizmet edebilecek konumdadır. Allah Teālâ’ya yol bulan ve bizi Rabbimize sevk eden akıl “akl-ı selîm2”, Allah Teālâ’ya götürmeyen akıl ise “akl-ı sakîm3”dir. Zekâ bizim idrak gücümüz, akıl ise bu gücün hareket planında tezāhürüdür. Akıl insan idrâkinin ve zekâsının eşyânın kalıpları içerisine hapsedilip bağlanmasıdır diyebiliriz. Ki Arapça’da “akl” develerin ayaklarını bağlamaya yarayan köstek mânâsında kullanılmaktadır. Buradan hareketle sırf akla dayanılıp, mânevî ve rûhî değerler inkâr ve ihmâl edilecek olursa geriye insanın özü gider posası kalır. Ruhsuz olan beden kuru bir ceset olmaktan başka neye yarar ki?
Kılavuzumuz hevâ ve heveslerimiz olursa çıkacak netîce dünyâ ve âhiret hüsrânıdır. Bu sebeple asıl olan aklı hevâya değil, hevâyı akla esîr etmektir. Ancak bu şekilde îmânımızı, amellerimizi, niyet ve idrâkimizi istikāmet üzere tutabiliriz. Gerçekleşmesi özlenen güzel hallere nasıl erişeceğiz peki? Aklı ve rûhu, mahvedici ve esîr edici şeylerin tahliye merkezi olmaktan çıkarıp, çarpaduran her menfîliğin hayat bulacağı bir tezkiye mahalline çevirmekle ve safâ bulmuş kalp ile akıl edebilmekle elbette.
Dipnotlar:
1 Kirlenmiş, pislenmiş, bulaşmış, bozulmuş, lekelenmiş.
2 Maddî ve mânevî kusûru, noksanı olmayan, sağlam, doğru.
3 Yanlış, hatâlı, bozuk, sakat.
Temmuz 2025, sayfa no: 68 – 69
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak