Ara

Yûnus Emre Şiirinin Kaynakları

Yûnus Emre Şiirinin Kaynakları

“Yûnus’un sözü şiirden amma aslı Kitap'tan

Hadîs ile dinene key bil sâdık olmak gerek”
Yûnus Emre

 

Yûnus Emre, üzerinde belki de çok konuştuğumuz, ama anlama noktasında aynı derecede başarılı olamadığımız bir isimdir. Bunun en önemli sebeplerinden ilki, tasavvufa müsteşriklerin bakış açısıyla ve onların yöntemleriyle yaklaşmamızdır. Bilindiği gibi bu bakış açısında tasavvuf, Kur’ân ve Hadîs kaynaklı bir disiplin olarak ele alınmaz ve kaynağı Hint mistisizmine, Budizm’e bağlanır. Bu, tabii ki konuya dıştan önyargılı bir bakıştır. Din ve tasavvufu birbirinden ayırarak onları “Ortodoks”, “heterodoks” kavramlarıyla ifâde çabası tam bir çıkmaz sokaktır. Bu kelimeler, Batı’daki din ve tarîkat meselesini izah edebilir ama bizdeki durumu ifâde etmesi aslâ mümkün değildir. Bir başka sebep de, hem geçmişte hem de günümüzde tasavvufun “sahte” diyebileceğimiz örneklerinden hareketle yapılan yorumlar ve oluşturulan kanâatlerdir. İşte bunlar ve benzeri sebeplerle hakîkî olana bakmadan pekâlâ “tasavvuf İslâm dışıdır, mutasavvıflar şirk içindedir” gibi yanlış, haksız ve toptancı yargılara itibâr edilmektedir. Yine tasavvufun sembolik dil kullanması da din, târih, edebiyat gibi temel disiplinler konusunda yeterli bilgiye sâhip olmayanları bu tür yanlış kanâatlere sürüklemektedir. 

Burada meseleyi Yunus Emre merkezli ele alacak olursak şunları söyleyebiliriz. Yûnus Emre, yazının başına aldığımız beytinde bu yargıları bir çırpıda tâbir câizse çöpe atmakta ve çürütmektedir. Bu beyte bir daha bakalım: “Yûnus’un sözü şiirden amma aslı Kitap'tan/Hadîs ile dinene key bil sâdık olmak gerek”. Yûnus’un sözünün kaynağı kitap yâni Kur’ân-ı Kerîm’dir. Diğeri ise Hadîs-i Şeriflerdir. Dolayısıyla ikisini de okumak ve gereklerini yerine getirmek gerekir. Çünkü bilmeden amel olmaz. Şiir de söz de bir ameldir. Bilip söylenmelidir. Eğer kaynağınız bu ikisi ise hem Kur’ân hem de Hadis bilgisi öğrenilmeli ve sözünün kabı, muhtevâsı bunlarla doldurulmalıdır. Zîrâ insana hakîkatten gayrı söz söylemek uygun düşmez. 

Bu söylenenin Yunus’un şahsi hayatındaki ve şiirlerinde karşılıkları ise şunlardır. Yûnus Emre, şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla hem ilmî hem de irfânî tahsil görmüştür. Özellikle ilim tahsilinde çağının her anlamdaki bilgisinden haberdâr olduğu anlaşılmaktadır. Bu bilgi tarihten astronomiye, coğrafyadan sosyolojiye kadar geniş bir alanı ifâde eder. Fakat esas olan dînî ve irfânî bilgisidir. Nitekim pek çok araştırmacı onun şiirlerini Kur’ân ve hadis gerçeklerinin şiir diliyle ifâdesi olarak görür. Meselâ Burhan Toprak, hazırladığı Dîvân’da onun Kur’ân’la münâsebetine örnekler verir. Bu örneklerden bir kaçını burada hatırlatalım. Meselâ “Yeri de yaydık, ona sabit dağlar yerleştirdik ve orada ölçülü (bir biçimde) her şeyi bitirdik.” (Hicr, 19.) âyeti Yûnus’un şiirinde “Ben döşedim bu yerleri, çöksü urdum bu dağları” şeklinde âdetâ tercüme edilir. Yâni Türkçe ile söylenir. Yine “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allâh’ındır. Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 115.) âyeti de aynı şekildedir. Yûnus bunu da “Her kanceru baktım ise hep görünen cümle Hakk” şeklinde söylemektedir. 

Hadislerde de durum aynıdır. Meselâ, “Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım" şeklindeki Kudsî hadis, onun şiirinde “Hakk yarattı yeri göğü/ol Ahmed’in dostluğuna/Levlâk ona delîl oldu/ Onsuz yer gök var olmadı” şeklinde yer alır. Yine “Allâh’ım! Beni bana koyma, bırakma” hadîsi de “Ne kim desen de bana/Koma beni benden yana” şeklinde çevrilir.

İtikad ve ibâdetlere dâir söyleyişler, diğer dînî kavramlar, peygamberler, kitaplar, âhiret vb. her türlü konu/kavram Yûnus şiirinin temel konuları olarak karşımıza çıkar. Onun kâmil/olgun insan olmanın yolu olarak söylediği “Dört kapı, kırk makam” meselesi de onun şiirlerinin dünyâsını verir. Bu dört kapının “şerîat, tarîkat, ma’rifet, hakîkat” kapıları olduğunu biliyoruz. İlim öğrenmek, ibâdet etmek “şerîat” kapısının; tövbe etmek, ikrar vermek “tarîkat” kapısının; sabırlı olmak, utanmak, “ma’rifet” kapısının; kimsenin ayıbını görmemek, yaratılanları sevmek ise “hakîkat” kapısının makamlarından sâdece bir kaçıdır. Bunların hepsine bakıldığında tamâmının İslâm’ın inanç, ibâdet, ahlâk esasları olduğu görülecektir. 

Mâdem öyle, Yûnus dîvânını bir Kur’ân ve Hadis tercümesi yahut bir itikat, ibâdet, ahlak ilmihali gibi mi okumalıyız? Evet, öz olarak böyledir. Ama bu dîvân bir şiir kitabı olduğu için söyleme üslûbu, kullanılan dil ve mazmunlar ve daha pek çok özellikleri itibâriyle meseleyi edebiyat, şiir diliyle ele alan bir kitap olarak görmek gerekir diyebiliriz. Diğer yandan bu şiirler bir yandan öğreticidir ama bir yandan da liriktir, bu coşkunlukla da insanı hakîkate göre değiştirip dönüştürmeyi hedef alırlar. Yâni bunlar şiirdir ve öyle okunmalıdır. Fakat kaynakları itibâriyle Kur’ân ve Hadîs’e dayalı olduğundan onlardan çıkarılacak görüşün Kur’ân ve Sünnet hakîkatini açıklamak ve duyurmak olduğu hiç unutulmamalıdır.

Yûnus Emre’nin eleştirilere konu olan şiirlerinde geçen meselâ “şarap”, “sâki”, “meyhâne” gibi söyleyişlerle ilgili eleştiriler de, bu metinlerin bir şiir olmasını görmemekle ilgilidir. Mâlûm, şiir dili simgeseldir. Kelimeler, bu tür bir kullanımda yeni bir mânâ ile karşımıza çıkarlar. Bunların kullanılma sebebi ise muhâtabının bunların anlamlarını daha kolay kavramasıdır.

Bir başka eleştiri konusu ise: Özellikle vahdet-i vücut anlayışının anlatıldığı şiirlere düz mantık açısından baktığımızda akîde açısından sorunlu gibi görünen söyleyişlere rastlayabiliriz. Bizce bunlarda da sorun yoktur. Mesele yine edebiyat dilini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Meselâ “Ol Kadîr-i kün feyekûn, lütfedici Subhân benim/Kesmeden rızkını veren cümlelere sultan benim/Nutfeden âdem yaratan yumurtadan kuş türeten/Kudret dilini söyleyen zikr eyleyen Subhân benim” şeklindeki söyleyişler böyledir. Burada Yûnus Emre, hâşâ kendini yaratıcı yerine koymamakta; yaptığı şey Allâh’ın sıfatlarını onun dilinden aktarmaktır. 

Anlamadığımız şey mutlakâ yanlış olarak görülemez. Muhtemeldir ki sorun okuduğumuzda değil kendi bilgi ve algımızdadır. Görünenin arka planında görünmeyen bir âlem, bir hakîkat hep vardır. Eğer meseleye “dört kapı”nın bilgisi dâhilinde bakacak olursak bu tür yanlış mânâlandırmaların hiçbiri olmayacaktır. Ama şunu da söyleyelim, Yûnus Emre’de üstü örtülü sözler yok değildir. Nitekim kendisi de bu durumun farkında olarak dilinin “kuş dili” olduğunu, hiçbir söze benzemeyen sözler söylediğini, yanlış anlamalar olacağı için de mânâ yüzünü örttüğünü söyler. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü sonuçta söylenen şiirdir. İnsan nesirde düz yolda yürür gibi okuma yaparken şiirde bir denize girer gibi okuma yapmalıdır ki suyun görünen yüzeyinin altında neler olduğunu görüp anlayabilsin.

Burada onun şiirinde geçen “dost”, “aşk” gibi kelimelere de değinelim. Bunlar da Yûnus Emre’de örnekleri görüleceği gibi tasavvuf şiirinin özel anlamlı kelimeleridir. Yûnus da diğer mutasavvıf şâirler de bunlara ortak ve aslında anlaşır mânâlar yüklemişlerdir. Meselâ “dost” kelimesinin hemen her söyleyişte “Allah” mânâsına geldiği çok açıktır. Meselâ bunlardan biri olan ve “Benim dilim kuş dilidir, benim ilim dost ilidir/Ben bülbülüm dost gülümdür, bilin gülüm solmaz benim” beytinin yer aldığı şiirde önce “dost” kelimesini söylerken iki beyit sonrasında gelen “Ne durum var ne durağım hiç yerde yoktur karârım/Hakk'a münâcaat etmeğe belli yerim olmaz benim” beytinde bu defa “Hakk” kelimesini kullanarak önceki söyleyişine bir tür açıklama yapmış olmaktadır. Yine meselâ dînî emirleri, cennet gibi kavramları “küçümsediği”(!)” ileri sürülen şiirleri de yine Kur’ân’ı ve Hadis kaynaklarını yüzeysel okumanın bir sonucu olarak yersiz eleştirilerin konusu olmaktadır. Buna örnek olarak da o çok tartışılan “bana seni gerek seni” redifli şiirine bakalım. Ehl-i zâhir -üstelik din adına- burada cennetin küçümsendiği şeklinde bir anlama yaparak Yûnus’un akîdesini sorgulama cür’etine girmektedir. Bunu böyle yapanlar Âl-i İmran sûresinin 15. âyetini acabâ nasıl anlamaktadırlar? Orada meâlen “(Rasûl’üm) de ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sâhipleri için Rabb’leri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve hepsinin üstünde Allâh’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” denilmektedir. Görüleceği gibi nimetler sırayla sayılmakta, Allâh’ın rızâsının ise hepsinin üstünde olduğu vurgulanmaktadır. Yûnus Emre’nin de söylediği bundan farklı bir şey değildir. O, derin İslâm bilgisi ile iyi bilmektedir ki ibâdet sâdece kendinden ibâret kaldığında bir anlam taşımaz. Yâni bizi Allah rızâsına götürmeyen hiçbir şey değerli değildir yâhud asıl amaç olamaz. Burada Yûnus Emre’nin 20. Asırdaki en iyi tâkipçisi olan Necip Fazıl’ın “O Erler ki…” şiirinin son beytini de hatırlatmak isterim. Şâir erlerden (erenlerden) bahsederken: “Ne cennet tasası ve ne cehennem/Sâdece Allâh’ın rızâsındalar.” demektedir. Ne hikmetse hiç kimsenin aklına bunu eleştirmek gelmez. Oysa Yûnus’un da Necip Fazıl’ın da söylediği aynıdır.

Aşk” kelimesi için de aynı şeyler söylenebilir. Kelimenin akla gelen ilk mânâsı “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” demektir. Söz konusu Allah olduğunda demek ki sevginin ulaşabildiği en aşırı (çok) boyuta ulaşması arzu edilen bir duruma tekabül eder. Bu yönüyle akla “ihlâs” kelimesini de getirir. İhlâs ise “hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, yalnız Allah için yapmak. Kendisine başka bir şeyin karışmaması” demektir. Bunu yâni îman ve ihlâsı Yûnus Emre aşk kelimesinin içinde bir arada söyleyivermektedir. Bu yüzden şahsen ben okumalarımda hangi şiirinde “dost” kelimesini görsem bunu “Allah”, hangisinde “aşk” kelimesini görsem “ihlâs” anlamını düşündüm. Yûnus Emre de zâten bir yerde söylediğini başka bir yerde açıklayarak okuyana yardımcı olmaktadır. Meselâ şu beytine bakalım: “Miskîn Yûnus zehr-i kâtil aşk elinden tiryâk olur/ ‘İlm ü amel zühd ü tâ'at pes aşksız helâl olmaya” Açıklamaya gerek var mı? En temel İslâmî bilgilerden biri, îman ve ihlâs olmadan ibâdetin bir değer taşımayacağı şeklinde değil midir?

Yûnus’un şiiri İslâmî anlayış çerçevesinde ama tasavvuf ve edebiyata özgü bir dil ve üslûpla söylenen şiirlerdir. Bunlara bu yüzden düz bir metin olarak bakamayız. Yûnus Emre şiirini okumak temel İslâmî bilgileri bilmeyi, tasavvufun paradigmasına ve anlatış biçimine vâkıf olmayı ayrıca edebiyata has ifâdelerden haberdâr olmayı gerekli kılar. Metinlerin derinlikli anlam dünyâsına girmek sâdece bu mâlûmâtlarla da mümkün olmaz. Bunlar bir duyuş ve yaşantının dünyâsını ifâde ettikleri için, o hâli yaşamış kuşanmış ehil bir zâtın nezâretinde okunmalıdır. Nitekim eskiden böyleydi, Yûnus Emre’nin Dîvân’ı, Mevlânâ’nın Mesnevîsi gibi eserler ehil bir zâtın nezâretinde okunurdu. Meselâ Yesevi hikmetlerini okuyanlara “Yesevîhân”, Mesnevî okuyanlara “Mesnevîhan” denildiğini biliyoruz. Yûnus’u okutanların özel bir adı da mutlakâ vardır ama bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey daha vardır ki bu tür eserler tarîkat muhitlerinde birer ders kitabı hükmünde idi. Dolayısıyla bunların okunması, okutulması özel bir duruma tekabül etmektedir. Bugünkü yanlış anlamalar bunları herhangi bir şâirin şiir kitabı gibi okumaktan da kaynaklanmaktadır. Oysa ki bu bile düz okuma ile anlaşılacak bir durum değildir. Şiir dili nasıl özel bir dil ise şiir okuyucusu olmak da bir birikim ve özellik gerektirir.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak