Ara

Tasavvufta Aslolan İstikamettir

Tasavvufta Aslolan İstikamettir

Tasavvuf; İslâm’ın ruh dünyâsının ve Peygamberimiz’in (sav) şahsında temsîl ettiği mânevî otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şeklidir. Mânevî otoriteden kastedilen Peygamberimizin “Üsve-i Hasene” şeklinde ifâde edilen örnek kişiliğidir. Bilindiği üzere Peygamberimiz (sav) siyâsî, ilmî ve mânevî otoritelerin hepsini şahsında cem’ etmiş bulunuyordu.1 Bu otoritelerin her biri farklı ilim dalları tarafından ele alınırken, O’nun mânevî hâlini tasavvuf ele almıştır.

Öte yandan tasavvuf nazarî ve aklî bir ilim olmayıp tecrübî bir ilim olduğu için târifleri de pek çoktur. Çünkü tasavvufu her mutasavvıf, yaşadığı mânevî tecrübelere ve bulunduğu mânevî makamlara göre tanımlamaktadır. Bu târiflerin sayısını bine kadar çıkaranlar hattâ ‘sûfîlerin sayısıncadır’ diyenler vardır.2 Ancak târiflerden başlıcalarını şöylece sıralayabiliriz: Tasavvuf zühdtür ve güzel ahlâktır. Tasavvuf tasfiyedir, yâni kalbi kötü ahlâktan ve mâsivâdan temizlemektir. Tasavvuf tezkiyedir, yâni nefs ile mücâhededir. Tasavvuf istikamet, yâni Kur’ân ve Sünnet’e sarılmaktır. Tasavvuf, Allâh’a (c.c) tam teslîmiyet ve Rabbânîliktir.3 Tasavvuf İslâm’ın ruh hayâtıdır.4

Tasavvufun Kaynağı ve Amacı

Tasavvufun kaynağı Kur’ân ve sünnettir. Tasavvufun amacı en geniş anlamda, İslâm’ı takvâ kalitesinde yaşamak ve buna engel olacak maddî ve mânevî tüm engellerden sıyrılmaktır. Bir başka ifâdeyle kişiyi insân-ı kâmil mertebesine yükseltmektir.

Tasavvufun, bir tarafı Hakk’a dönük diğer tarafı halka dönük iki cihetinden bahsetmemiz mümkündür. Hakk’a dönük ciheti tahakkuk, halka dönük ciheti tahalluktur.

Tahalluk; tasavvufun eğitim boyutu olup İslâm ahlâkını öğrenmektir. Tasavvufî hayat, tarîkat, mânevî makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahalluk boyutuyla kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, yerilen sıfatların giderilmesi, övgüye değer vasıfların kazanılması, ziynetlenme, tecellî ve ahlâkın yüceltilmesi gerçekleştirilir.5

Tahakkuk ise; sâlikin mârifet, işâret ve bilgi edinme sürecidir. Ahlâk ve takvâ açısından yükselişe eren sûfî, kâinâttaki bâzı ilâhî sırlara âit bilgileri edinmeye başlar.6 Ledünnî ilim bu aşamada sâlike verilir.

Tasavvufun önemini ortaya koyması açısından İmam Gazâlî’nin (ö.505/1111) el-Munkizü mine’d-delâl isimli eserinde sûfîler ve sûfîlerin ilmi/yolu olan tasavvuf hakkında söyledikleri kayda değerdir:

“Kesin bir şekilde anladım ki, tasavvuf ehli, Allah Teâlâ’nın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Daha iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlatıcı bir nûr yoktur.”7

İstikametten Sapmış Hiçbir Akım Tasavvufu Temsîl Edemez

Sâdece tasavvufta değil istikamet hayâtın her aşamasında çok önemli bir haslettir. Tasavvufta elde edilmek istenen gâye istikametle mümkündür. İstikamet üzere olmak ise şer’î ahkâma sıkı sıkıya bağlı olmakla sağlanır. Yâni şerîata uymayan hiçbir oluşum İslâmî değildir. Bu hakîkatin en güzel savunucularından biri olan Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (ks) (ö.1407/1987); “Şerîata uymayan tarîkat bâtıldır. Tarîkat ve hakîkat şerîatın hizmetçileridir. Allâh’ımızın (cc) emirlerini daha güzel yaşamamıza ve îmanda kemâle ermemize vesîledir.”8 demiştir. Tasavvufun kurumsallaşmış hâli olan tarîkatın Hak olabilmesi için şerîata uygunluk göstermesi ve şer’î ahkâma muhâlefette bulunmaması gerekmektedir. Tarîkatın, îmânı îmân-ı kâmile, insanı da insan-ı kâmile ulaştırabilmesi için zâhirî hükümlere aykırı bir tutum içerisinde olmaması elzemdir. Hacı Hasan Efendi’nin bu ifâdelerinden, Ebû Saîd Harrâz’la (ks.) (ö. 277/890) aynı düşünceyi paylaştığını anlamaktayız. Çünkü Harrâz (ks.): “Zâhiri ilme ters düşen bütün bâtinî hâller bâtıldır.”9 demektedir.

Târih boyunca en çok istismâra mâruz kalan alanlardan birisi de tasavvuftur. Tasavvufu gerçek anlamda yaşama gâyesi gözetmeksizin, onu kılıf olarak kullanıp kirli emellerine ulaşmaya çalışan kesimler ve kişiler olmuştur. Aslında bu istismarcılara karşı en sert eleştirileri de yine tasavvufun asıl erbâbları olan muhakkîk sûfîler yapmıştır. Bu sûfîlerden birisi olan Ebu Nasr Serrâc’ın (k.s) (ö.378/988) eleştirel yaklaşımı çok anlamlıdır: “Sûfî (şeyh, mürşid) kisvesine bürünen ya da kendisinin tasavvufa adım attığına işâret eden yâhud tasavvufî ahlâka sarıldığını vehmeden, ama tasavvufun şu üç esâsını sağlamca yerine getirmeyen herkes yanılgı içindedir. İsterse gökyüzünde yürüyüp hikmet konuşsun, isterse avâm ve havâsın kabûlüne mazhar olsun. Bu üç esas şunlardır:

  1. Büyük ve küçük bütün haramlardan sakınmak,
  2. Kolay ve zor bütün farzları yerine getirmek,
  3. Hayâtın devâmı için zarûrî olan müstesnâ, dünyâyı ehl-i dünyâya bırakmak.”10

Görüldüğü üzere, tasavvuf ile irtibâtı olduğunu iddia eden herkes, iddiasını sağlam temeller üzerine binâ etmekle mükelleftir. Bu sağlam temeller Kur’ân ve sünnettir. Aksi takdirde ciddî savrulmalar meydana gelir ki sonu dinden çıkmaya kadar varabilir. Şeklen sûfî görünüp özünde süflî olanlar, özelde tasavvufa genelde ise İslâm’a zarar vermişlerdir.

Sonuç Olarak

Tasavvufu, istismarcılar üzerinden yargılamak cehâlet göstergesidir. Tüm alanlarda olabileceği gibi tasavvufun kurumsallaşmış sahası olan kimi tarîkatlarda da istikametten sapmalar görülmüştür. Ancak bu sapkın oluşumlar aslâ tasavvufun temsilcileri değildirler. Çünkü tasavvuf kendisine, Peygamberimiz’in (sav) eşsiz ahlâkını ve ruh dünyâsını algılamayı ve bu meyanda kâmil insanlar yetiştirmeyi gâye edinmiştir. Kim ki Peygamberimiz’in (sav) getirdiği hakîkatlerle, O’nun yaşantısıyla, ahlâkıyla çelişki içerisine düşmüş; işte o kişi ya da oluşumlar istikametten ayrılıp sapkın kimseler olmuş demektir. Enerjisini mal-mülk, mevki-makam, şehvet, şöhret, saygınlık gibi metâ’ları elde etmeye harcayan kişiler de mürşidlik makâmını temsîl edemezler. Çünkü hakîkî mürşid, Allâh’ı ve Rasûlünü tanıtan, onlara ittibâya çağıran ve onları sevdiren kimsedir.

Dipnotlar

1 Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014, s. 17.

2 Yılmaz, a.g.e, s. 28.

3 Allâh’a her şeyi ile adanmak

4 Ethem Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’un Kronolojik Esaslı Tasavvuf Târifleri”, Ankara Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, c. 29, Ankara 1987, s. 387-406.

5 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2008, s. 5.

6 Özköse, a.g.e., s.5.

7 İmam Gazali, el-Mukızü Mine’d Dalal Şerhi ve Tasavvufi İncelemeler, haz. ve şer., Abdulhalim Mahmud, ter.: Salih Uçan, Kayıhan Yay. İstanbul 2012, s.77.

8 Hacı Hasan Efendi, Sohbetler I, Mavi Yay, İst. 2010 s. 78.

9 Abdulkerim Kuşeyri, er-Risale, çev. Dilaver Selvi, Kuşeyri Risalesi, Semerkand Yay. İstanbul 2013, s. 131.

10 Ebu Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev. Hasan Kamil Yılmaz, İslâm Tasavvufu, Erkam Yay., İst.2012, s. 493.

 

Ekim 2020, sayfa no: 14-15-16-17

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak