Ara

Hilâl’in Şehitleri

Hilâl’in Şehitleri
Anadolu, târih boyunca başından geçen felâketlere karşılık, aynı ölçüde efsânevî kahramanların da sıradağlar gibi âbideleştiği bir diyar. Şanlı târihimizi omuzlayan baş aktörlerden biri de, mübârek bedenlerini vatanımızın tapu senedine dönüştüren ve üzerinde yaşadığımız toprakları âdetâ cennetten köşeye çeviren şehitlerdir. İstikbâlimiz o yiğit insanların destansı gayretleri üzerine binâ edilmiş ve isâbetli rehberlikleriyle şekillenmiştir. Malazgirt'ten bugüne târih, onların emsâlsiz şahlanışlarıyla doludur. Bir hilâl uğruna güneş gibi batıp, ebediyet iksirini içen aziz şehitlerimizin efsânevî gayretlerini şekillendiren en belirleyici faktör, şehitlik arzusu idi. Burada, bazı numûne şehîdimizin, târihimizin altın sayfalarını taçlandıran şehâdet öykülerini ve ölümsüz mücâhedelerini yâd etme gayretinde olacağız. AŞKA DEVÂ, CAN FEDÂ! Yıl 1897: Sultan II. Abdülhamid devrindeki Osmanlı-Yunan Harbi... Cepheye tabur tabur asker sevk ediliyordu. Câmilerden yükselen salâlar, duâlar göğü yırtıyordu. Atından inen Yüzbaşı Yusuf, câminin karşısındaki evin kapısında durdu. Avluda, karısı Sabriye ile göz göze geldi. Sabriye, ne söyleyeceğini bilememiş bir tavırla dedi ki: “Duyduklarım doğru mu?” Yusuf başını salladı. “Sen asker kızı değil misin? Ölüm her yerde var.” dedi. Evlenmelerinin üzerinden henüz dokuz ay geçmişti ve Sabriye hâmileydi. Birden kocasının boynuna sarılıp ağlamaya başladı. Bir müddet öylece kaldılar. Sonra yavaşça çekildi Sabriye ve sordu: - Ne vakit? - Yarın. - Yarın mı? Ne kadar çabuk! - Bir saat içinde kışlada bulunacağım. Merdivenin başında, yemenileri arasından kınalı saçları dökülmüş, Yusuf’un ihtiyar annesi belirdi. “Rüyâsını görmüştüm...” dedi. Yusuf anasının elini öptü; o da oğlunun alnını. Annesine şöyle dedi ağlayarak: “Sabriye’yi sana, ikinizi de Allâh’a emânet ediyorum. Bana makbûl olan, duânızdır. Hakkını helâl eyle!” Ardından karısına dönerek şöyle konuştu: “Düşman kurşunu o kadar tesir etmez; beni senin üzüntün öldürür!” İhtiyar kadın, kırmızı uzun, köhne bir torba getirdi. İçinden ipleri kalın bir pala çıkardı. Üzeri gümüş işlemeli bir kın içinde, sırmayla süslü kısa ve geniş bir kılıçtı bu. Besmele çekerek palayı oğlunun beline sardı ve dedi ki: “Oğlum! Bu, babanın palasıdır. Vasiyeti böyle idi. Bu kırıldıktan sonra olsun...” Ana yüreği işte; “Bu pala kırılmadan canını verme” diyememiş, “Ancak bundan sonra toprağa düş ve rûhunu teslîm et” demek istemişti. Yusuf’un gözleri yaşarmıştı. Anası, torbadan çıkardığı meşin kaplı pazubendi oğlunun koluna taktı ve “Bunda, Fetih Âyetleri yazılıdır” dedi. Yüzbaşı eğilip anasını öptü. Sabriye kendini kaybetmiş gibi koşup Yusuf’a sarıldı. Yusuf ikisini de bağrına bastı. Ve evdeki son sözlerini söyledi: “Doğacak çocuğuma, erkek olursa Mehmed Galip, kız olursa Emine Firdevs ismini takın! Allâhaısmarladık!” İlk mektubunda, vatan sevgisinin ve vatana hizmet aşkının, sevdiklerinin hasret ve muhabbetine gâlip geldiği şu ibret verici satırları yazmıştı: “Benim canımdan aziz vâlideciğim! Senin ağarmış saçların, feri çekilmeye başlayan gözlerin, zamânın darbeleriyle ihtiyarlayan vücûdun benim için en ziyâde sevimli, kıymetli bir hazînedir. Anne, emin ol, oğlun seni aslâ unutamaz. Beni tesellî edecek bir taraf varsa o da, hepimizin en şefkatli vâlidesi olan vatanı muhafazaya dâvet edilmiş olmamdır. Ben nankör olamam. Vatana olan aşkım pek etkili, pek ziyâde yakıcıdır. Bu aşkın devâsı canı fedâ etmektir! Sen, babasına ve anasına lâyık bir oğul olduğumu anlamalısın.” Zarfın içinden çıkan ikinci mektupta da karısı Sabriye’ye hitâb ediyordu: “Azîzem, emin ol, ben senin akıttığın gözyaşlarını hissediyorum. Harbe yalnız vücûdumu götürüyorum. Hayâtım, nâmusum yine evimde kalıyor. Mâdem ki hayâtımız birdir, vazîfemiz de birdir. Sabır ve tahammül insanı cennete, saadete götüren iki melektir. Cenâb-ı Hakk’tan gayri yardımcı bulunamaz. O’nun lütfuna muhtâcız. Zaman çabuk geçer. Yine görüşür, yine buluşuruz.” Bir sonraki ve son mektubu Selanik’ten gönderecekti: “Selanik’teyiz. Harp meydanına bir karış yer kaldı. İhtimâl ki son yazdığım mektup bu olur... Sizden ayrılırken, ölüme gittiğimi anlatmıştım. Olacak mutlakâ olur. Annem sabır ve tahammüle alışmıştır. Sen de onun gibi ol. O, kucağında büyüttüğü vücûdu, top tüfek dumanları arasına bırakıyor. Dolayısıyla onun tesiri daha ziyâdedir. Sen, ona tâbi ol. Sana kalben bağlıyım. Onun için zerre kadar korkarsan beni burada titretirsin. Ölüm, Allâh’ın emridir. Ölsem de rûhum seninle beraberdir. Ölüm, ebedî karargâhtır. Cümlemiz orada birleşeceğiz. Ölürsem, yalnız sizin muhabbetiniz kalbimde saklı olduğu halde âlemlerin Rabbi’nin huzuruna gideceğim. Azîzem, hareket emri geldi. Hazırlanıyoruz.” Ordu, Tırnova’ya girerken Yusuf yaralandı. Annesinin verdiği tiftiği yarasına koyup, yine annesinin verdiği bezle yarasını sardı. “Merhemden ziyâde tesir etti. Akan kanım derhal durdu. Kolumdaki pazubend beni kuvvetten düşürmedi. Daha ziyâde yiğit oldum. Babamın palasına güneş çarptıkça parıl parıl parlıyor. Üzerine rahmet nûru iniyor zannediyorum.” diyordu... *** Yavrusu Mehmet Galip, ilk sütünü çoktan emmişti. Sabah Namazı saatinde uyanıyor, annesi ile babaannesini de müezzinden önce uyandırıyordu... Bir sabah yine uyandıkları vakit Müslime Hanım, besmele ve salevât getirerek gezinmeye başladı. Gelini Sabriye sebebini sorduğunda, oğlu Yusuf’un şehâdetini kendisine haber veren bir rüyâ gördüğünü söyledi ve anlatmaya başladı: “Akşam istihâreye yatmış idim. Allah hayırlar versin, Yusuf’umu gördüm. Yemyeşil bir ata binmiş; atın saçları, kuyruğu yerlerde sürünüyor. Yusuf yeşil bir kaput giymiş. Boynunda Kur’ân-ı Kerîm asılı. Bir hoca ile konuşuyor. Büyük bir meydan, geniş mi geniş. Beni görünce atını sürerek yaklaştı. Eğilip ellerimi öptü. Dedim ki: “Oğlum bize ne getiriyorsun?” Eliyle Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek: “Cenabı Hakk’ın sözünü!” dedi. Bana doğru uzattı, öptüm. Yüzüme gözüme sürdüm. Misk gibi kokuyordu...” KUTSAL ‘EMÂNET’ Birinci Dünyâ Savaşı’nda Kafkas cephesine dâhil olup, esâretten şehâdete erişen Yüzbaşı Doktor Ziya Bey’in şehitlik hikâyesi... Kendisini derin bir muhabbet ve özlemle bekleyen annesi Sabire Hanım ile kız kardeşi Güzide’ye gönderdiği son mektuplar; târihimizin iftiharla kaydettiği, Müslüman Türklüğümüzün özünü dokuyan onur belgelerindendir. Kars’tan yazdığı ilk mektupta, sevgi ve hasret yüklü satırları yüreği âdetâ kan ağlayarak kaleme almıştı: “Anneciğim, Rusya’da esirken mektup gönderemedim. Son sıralarda, Sarıkamış taraflarındaki ordumuza iltihâk etmiştim. Orduyla Kars’a girdik. Vaktiyle tıbbiyede mektep arkadaşım olan Asador karşıma çete reisi olarak çıktı. Onun kurşunlarıyla göğsümden ve elimden yaralandım. Şimdilik tehlike yoktur. Kat’iyyen merâk etmeyiniz. Bu mektubu acele yazıyorum. Benden bir emânet gelirse alınız, merâk etmeyiniz. Ağlamayacağınıza bana söz veriniz ki kalbim rahat etsin. Hürmetle ellerinizden, hemşiremin de güzel gözlerinden öperim.” Bu mektup, yaralanmasından üzüntü ve endişe duysalâr da, ana-kızı sevince boğmaya yetmişti. Fakat mektuptaki “emânetin” ne olduğunu anlayamamışlardı. Emânetin sırrı, günler sonra postacının getirdiği bir paket ve içindeki kısa mektupla çözülüvermişti: “Bu mektubu Kars’tan yazıyorum. Size bir eldiven gönderiyorum. Şehâdet parmağı siyahla örülmüştür. Üzerine beyaz saçla, zincir içinde hilâl şekli nakşedilmiştir. Öbür eldivenin üzerinde kumral bir saçla, “Ey asker düşman eli değmeyen saçlarımla sana hürmet yolluyorum!” yazılıysa da, elimi parçalayan kurşun bazı yerlerini bozdu. Memleketimin kimbilir hangi köşesindeki meçhul bir kadın eli bana bu eldiveni hediye etti; kimbilir o ak saç kimindir? Hemşiremin bundan ibret almasını isterim. Üzerinde kanımdan damlalar taşıyan bu kutsal emâneti siz ve hemşirem saklarsanız dâimâ memnun olacağım. Sizleri Allâh’a emânet ederim.” Bu anlamlı emânet, Doktor Ziya’nın sarf ettiği duygu ve mânâ dolu sözler karşısında Güzide ve Sabire Hanımın kalpleri heyecanla çarpmıştı. Çünkü bahsedilen o ak saç annesine, kumral saç da kız kardeşine aitti. Burada esas hayret edilecek ve hissiyâtı galeyâna getirecek şey, Güzide’nin bir seher vakti gözyaşlarıyla ördüğü eldivenin bir tevâfuk sonucu ağabeyine ulaşmasıydı. Fakat eldiven onlara geldiğinde, mübârek bedeni Kars Kalesi’nin yanına çoktan defnedilmişti. Mektup ve kanlı eldiveni önceden hazırlamış ve şehit düşerse âilesine gönderilmesini vasiyet etmişti. Şimdi serhat boyumuzda, uğruna şehit düştüğü güzel yurdunun mânevî bekçiliğini sürdürüyor. VATANIMI SENDEN ÇOK SEVİYORUM! Biraz da Çanakkale’ye gidelim... Savaşa ve şehitliğe asker yetiştirilemiyordu. Gönüllüler arasında eğitimli-idealist, lise, üniversite, medrese gençliği ve tekke dervişleri de vardı. Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Güzel Sanatlar Akademisi’nden Semih de bunlar arasındaydı. Semih ve Şefika, son sınıf öğrencileriydi. Nişanlanmışlardı; diplomalarını alır almaz, yazın evleneceklerdi. Fakat düşman Çanakkale’ye dayanınca Semih, Şefika’yla kurduğu tatlı hayalleri, ölümsüz sevdâsını ebediyete erteleyip cepheye koşmuştu. Bu karar, her ikisi için de zor oldu. Gözyaşlarını içlerine akıtarak ayrıldılar. Semih, Şefika’yı hiç mektupsuz bırakmadı. Şefika, Semih’ten gelen mektupları tekrar tekrar okuyor, onlarla yatıp kalkıyordu. Gelen son mektubu hıçkırıklara boğularak okumuştu: “Ey benim müşfik rûhum, Şefikacığım! Ah yüreğimi dinlemen, rûhumun sesini duyman mümkün olsaydı! Vatanımı senden çok seviyorum; bana kızma gücenme... Vatanı sevmiş olmam seni sevmiş olduğumu göstermez mi? Vatanını sevenler onun taşını toprağını değil; güzellikleri, değerleri, fazîleti, târihi ve saygınlığı için severler. Onları sevmiş olmam, seni sevmiş olmamdır. Elvedâ, ey rûhumun sevdâsı. Ölünceye kadar seninim.” Kanlı Tepe’deki çarpışmalarda, nişanlısından çok sevdiği vatanı uğrunda şehitlik şerbetini yudumladı. Şefika Hanım, mektup ve diğer eşyâlarını mukaddes bir emânet gibi ölene kadar sakladı ve kendisiyle birlikte ebediyete götürdü. VATANLA EVLENEN TEĞMEN Bir milletin din ve vatan aşkıyla şahlandığında olmazı olur yapacağının en sağlam delillerinden biri de Antepli Teğmen Mustafa Yavuz’dur. Vatanını herşeyden çok seviyordu; vatanıyla evlenmeye yemin edecek kadar! Henüz 25 yaşında genç bir teğmendi. Antep Müdafaası sırasında Özdemir Bey komutasında tertip edilen Yıldırım Taburu’nda 3. Bölük Komutanıydı. Antep Savaşı’nın devâm ettiği günlerde şehir halkı; “Gençlerimiz ölümle karşı karşıya; şehit olmadan dünyâ gözüyle muratlarına ersinler” gerekçesiyle gençleri evlendiriyordu. Mustafa Yavuz’un âilesi de evlenmesi yönünde baskıda bulunuyordu. Ancak teklifleri her defasında geri çeviriyordu. Savunmasına taç yaptığı ifâdelerde, vatan sevgisiyle ilgili şu emsalsiz sözlere imzâ atmıştı: “Ben vatan toprağıyla evliyim! Toprağın nâmusunu korumakla görevliyim. Onu kurtarmadan evlenmem! Savaştan sonra sağ kalırsam, o zaman huzur içinde evlenirim.” 30-31 Aralık 1920’deki Birinci Huruç Hareketi esnâsında, Çıksorut Tepesi’nde bölüğünün önünde hücûma kalkarken kahramanca şehitliğe yürüdü. Silah arkadaşlarından Zeynel Şahbaz’ın naklettiğine göre şehit olmadan önce ayağa kalkmış ve elinde tabancasıyla fırlamıştı. Arkasından da askerleri “Allah Allah” nidâlarıyla âdetâ siperleriyle birlikte şahlanmıştı. Askerlerine yaptığı haykırış, ebetlere kadar hafızalarımızda yankılanmaya devâm edecek muhteşemlikteydi: “Haydi arkadaşlar! Analarımız bizi bu günler için doğurdu. Aslanlar gibi atılacağız. Din için, millet için, Allah için hücûm!” 10-12 adım atar atmaz, düşmandan gelen kurşunlara hedef oldu. Karnına isâbet eden kurşunla, yaralı bir serçe misâli Zeynel’in kollarına düştü. Düşmanın gözünü yıldıran o dağ gibi babayiğidin, şehitliğe yürürken bile ağzından şu sözler dökülüyordu: “Aman arkadaşlar, ben vuruldum! Siz koşun durmayın!” ÖMRÜM, DEVLETE MİLLETE HİZMETLE GEÇTİ... Son olarak on yıllardır birlik ve bütünlüğümüzü tehdit eden bölücü teröre karşı giriştiğimiz mücâdelede şehit düşen, başlarında al bayrağın dalgalandığı bir şehîdimizin hikâyesine kulak verelim. Onun ölümsüz hatırası da Osmanlı’nın şehitlerinden farksız; aynı duygu derinliği, aynı adanmışlık, aynı inanç ve ideal... 1954 yılında Balıkesir’de doğan Piyade Binbaşı Bedri Karabıyık’ın kahramanlığı ve âilesine bıraktığı mektuplar da ibretliktir: Bedri’nin, Kars’taki 28. Piyade alayına tâyini çıkmıştı. O sıralar Kars bölgesinde teröristler faaliyet gösteriyor ve acımasızca savunmasız insanları katlediyorlardı. Binbaşı, iyi bir komando subayı olduğu için her çatışmaya katılıyor, hâinlere göz açtırmıyordu. Çoğu zaman subaylara ‘‘Siz geride durun, ben giderim’’ diyordu. Usta bir nişancı olarak ön saflarda çarpışıyor ve teröristlere büyük kayıplar verdiriyordu. Onu yakından tanıyanların anlattıklarına göre şehit olacağını sanki hissetmişti. Hanımına sık sık şehitlikten bahsediyor, o rütbeye ulaşmak için niyazda bulunuyordu. Hanımı, geceleri şehâdet parmağını uzatarak uyuduğuna şâhit olmuştu. 4 Nisan 1994’de bir istihbârat üzerine Sarıkamış’a çatışmaya gönderilmişti. Operasyona çıkmadan önce en yeni kıyâfetlerini giymiş, âilesi ve arkadaşları ile vedâlaşmıştı. Teröristlerin bulunduğu noktaya gelmeden önce namazını kılmayı da ihmâl etmemişti. Her zaman yanında taşıdığı Kur’ân-ı KerÎm yine göğsünün üzerindeydi. Son girdiği kanlı çatışmada binbaşının silahı tutukluk yaptı. Yâverinden silahını istemek için döndüğü sırada suikast silahıyla gözünden vuruldu. Yâverinin ifâdesiyle “Ah!” bile demedi. Defin için yanına gelen hocalar, şehâdet parmağının ilerde olduğunu farketmişlerdi. Tekrar tekrar düzeltmelerine rağmen, her defasında parmağını ileri uzattığını hayretle görmüşlerdi. Bu yüzden mecbûren şehâdet parmağı ileride, üniformasıyla birlikte kabre konmuştu.  Âilesine yazıp da gönderemediği mektup, eşyâlarıyla birlikte eşine teslîm edildi. Çantasında, annesine ve hanımına ithâfen yazdığı iki mektup bulundu. Eşi Meral Hanıma şu ölümsüz satırlarla seslenmişti: “Güzel Hanımcığım, şimdi ayrılık zamanıdır. Sen gençsin, oğulcuklarım çok küçük... Îmanlı, inançlı, devlete ve millete hizmetle dopdolu bir hayat yaşadım. Çileli bir hayattı bu, birlikte yaşadık. Göğsüm, içindeki kafesine sığmıyor. Kefenimi hep üzerimde hissettim. Ecel gelirse safâ gelsin. Yeter ki son nefesimi bir mü’min olarak verebileyim. Vazîfemin başında iken ölüm gelirse inşâallah şehit olurum. Seven, sevdiği için elbette ağlar. Fakat rahat ol... İnancını hiç yitirme. Haram lokma yemediniz, yedirmedim. Çocuklarıma hep tatlı sözler söyle. Namaz kılmaları için teşvik et. Onlar da Allâh’ın izniyle hayırlı insanlar olurlar. Ben senden râzıyım, Allah da senden râzı olsun. İffetin ve hanımefendiliğinle benim için her zaman bir yıldızdın. Allah nasip ederse güzel yüzünü tekrar görürüm. Ama dünyâda ama Âhiret’te... Hakkınızı helâl edin.” O şimdi Balıkesir Bandırma’daki şehitlikte yatıyor; rûhuna okunacak bir Fâtiha’ya susamış bir halde... Ne mutlu “Allah yolunda şehit düşenlere, işte, onlara nur ve ecir vardır.” (Hadîd, 19); “Allah, Allah yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü’minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır.” (Tevbe, 111.) âyetleri ve “Kıyâmet gününde üç sınıf şefaat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehitler.” (Riyâzü’s-Sâlihîn Tercemesi, c.2, s.548) hadîsine muhatap olup övülen o aziz şehitlere!.. Allah, bizleri de onların dâvâlarına ve emânetlerine sâhip çıkan hayırlı haleflerden eylesin! Âmin. (Şehitlerimizin kahramanlık ve şehâdete yürüyüş öyküleri hakkında yakında Mavi Yayıncılık’tan çıkacak olan eserimize bakabilirsiniz.) İsmail Çolak (Eylül 2016)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak