Gönül Allâh’ın Nûruna Âşıktır!
Hz. İbrâhîm fânî olana âşık olmadı. Gün ışığında kaybolan yıldızları, ayı görünce “Batanları sevmem!” diye haykırdı. Ezelî, Ebedî, Bâkî ve Hayy olana âşık oldu. Kutsal Zât’a âşık oldu. İlmin ezelî nûruna âşık oldu!
İslâm dîni nurlar ilmidir. “En-Nûr” Allâh’ın ilâhî isimlerinden bir tânesidir. Allah Teālâ Kur’ân-ı Kerîm'de: “Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Saff, 8.) “Sizi karanlıklardan nûra çıkarmak için üzerinize rahmetini indiren O’dur.” (Ahzab, 43.) buyurmuştur.
Nûr Sûresi 35. âyetinde de: “Allah, göklerin ve yerin Nûr'udur. O'nun nûrunun misâli, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir cam içindedir. O cam da, sanki inciden bir yıldızdır; bu lamba, ne doğuya ne de batıya nisbeti olmayan mübârek bir ağaçtan, zeytin ağacından (çıkan yağdan) yakılır; onun yağı, nerede ise kendisine ateş değmese bile ışık verecek! Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna hidâyet eder. İşte Allah, insanlara böyle misâller getirir. Çünkü Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.” buyrulmaktadır.
Hz. Mevlânâ, İnşirâh Sûresi’nin tefsîrinde: “Kalbi genişleyip nûr ile dolana kadar beklesin; Allah dedi ki, ‘Senin sadrını genişletmedik mi?’ Oraya nurlanma koyduk, kalbinize inbisat koyduk.”
“Aslâ zikrullahtan uzak kalma. Çünkü zikrullah, can kuşunu kuvvetlendirir, ona tüyler kanatlar verir. Maksadın kemâliyle zuhûr edince işte o Nûr üstüne Nûr’dur” buyurmaktadır.
Mârifet, nûrdur. Bu Rabbânî bilgi Allâh’ın nûruyla beslenir ve insanın varlığının en derin bölgelerinden gelir; o, kalbin nûrudur, kalbin gördüğü gözdür, îmân nûrudur, ilâhî ilham nûrudur, kalbi ve aklı tathîr eden nûrdur. Bu nûr, Allâh’ın isim ve sıfatlarının sonsuz nûrudur. O, şeref ve izzet kazanma yolu olan Sırât-ı müstakîm’in nûrudur. Bu nûr, hakîkat yolunda mücâhedeyle sülûk eden her bir ferde açıktır. Mahviyet ilminden sızar o nûr; ilâhî hidâyet nûrudur.
Hakîkat dînine āit olmak, Allâh’ın nûru tarafından irşâd edilmek demektir. Allâh’ın nûru herşeyi aşar, herşeye üstün gelir ve bütün yaratılmış gerçekliklere nüfûz eder. Bu nûr bir kez zuhûr etti mi, bütün riyâ, bâtıl inanç, mit, hayâl, behîmîlik, kafa karışıklığı, sihir ve şuursuzluk karanlıklarını giderir.
Hazreti Mevlânâ’nın kelâm-ı mübârekleri ile: “Bedenimden daha ölü bir şey bulamazsın. Zât’ının nûruyla ona can ver ki kendini Sana fedâ eden bu vücûdum baştan ayağa ruh kesilsin!”
Allah, Nûr-u Muhammedî’yi Kendi Zâtı’ndan yaratmıştır. Bu nûr, bütün mahlûkātın özü olmakla, bütün yaratılmış güzelliklerin merkezini temsîl eder. Bu asil ve asıl nûr, Allâh’ın kendi Cemâl ve Kemâl’ini, Allâh’ın Şan, Şeref ve İzzet’ini yansıtır. Allâh’ın ilk nûru, yāni Nûr-u Muhammedî’yi yaratmasıyla başlayıp zamanda ilerleyen o Nûr, Mi’râc Gecesi’nde kemâle erene dek var olmuştur ve bundan sonra da hep var olacaktır.
Birinci doğumda; her şey Nûr-u Muhammedî yaratıldıktan sonra başladı. Allâh’ın sevgilisi Muhammed Mustafâ'nın (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) yüzü suyu hürmetine kâinat var oldu. Allah Teālâ, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım!” buyuruyor. Dünyâ ve kâinâtın ihtişâmı ancak Allâh’ın Habîb’inin hürmetinedir.
İkinci doğumda; Efendimiz'in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) doğuşuyla kâinat nurlandı. Tevhîd bayrağı evrene rahmet zaferini müjdeledi. Sonsuz yükselme, mîrac, arınma ve nurlanma dînini getirdi. Kâinat saf nûra garkoldu.
Üçüncü doğumda ise; İslâm dîninde ibâdet kemâle ermiştir. Mi’râc gecesi Habîbi’nin nûru Allâh’ın nûru ile buluştu ve ümmetin mîrac makāmına erişmekliği, zaman ve mekânın o aşılmaz sınırı, Sidretü'l Müntehâ'nın ötesine geçmesi mümkün oldu. Hakk’ın huzûr-ı izzetine dâhil (kâb-ı kavseyn (iki yay) kadar veya daha da yakın) olmak müjdesi Ümmet-i Muhammed'e verildi. Mîrac mertebesinin ihsânı ile Resûlu Kibriyâ’nın nûru ibâdet yoluyla kalplerimizde tahakkuk etme imkânını buldu.
Ümmet-i Muhammed olarak ‘Bir Nûr indirdik’ âyetinin muhâtabıyız. Allah Teālâ’nın insanoğluna bahşetmiş olduğu en büyük ihsan; Muhammedîler olarak Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp, bâtılı yok edecek İslâm nûrunun vârisleri olma şerefine bizi eriştirmesidir. Bizler nurdan mahlûklarız. Bizler Allâh’ın, kulluğun cevheri olan Muhammed Mustafâ (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz’e olan aşkının meyveleriyiz. Çünkü Nûr-u Muhammedî’den yaratıldık. O, aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, varlığımızın her bir hücresinde vardır.
Allâh’ın nûru insandan zuhûr etmekte ve onun gizli potansiyelini, hakîkî fıtratını ve velâyetini vurgulamaktadır. O içteki nûr, insanın zâtıdır. O nûr, yaratılışında insana üflenen Rahmânî nefestir. Kur’ân-ı Kerîm'de, insan için “… ona Rûhumuzdan ruh üfledik” buyrulmaktadır. O, insanın bedenine hayat veren Allâh’ın nûru ve Rahmânî nefhasıdır. İlâhî nûrun sâhibi vesîlesiyle insan kendi rûhunun nûrunu bulabilir. Nefha-i Rahmânî’yi üfleyen vesîlesiyle insan ilâhî merhametin hakîkatini bulabilir. O nûr, Allah ile tevhîd hâlini temsîl eder. Gerçek mü’minler onlardır ki îmanları Allâh’ın nûrunda eriyip tamâmen yakîne inkılâb etmiştir.
Gerçek kulluk, benlikten geçilen nûrânî âlemde zuhûr eder. Gerçek ibâdet, nûr üstüne nûr saçar. Gaflet ve dalâlet ise, nefsin ve şeytānın etki alanına āittir ve karanlık üstüne karanlık yağdırır.
İslâm cerrah, biz ise hastayız. İslâm dîni mutlak bir iyileştirme gücüne sâhip. İnsanlar üzerinde bir etkisi var; insanları ameliyat ediyor. Kalbimiz cerrâhî bir operasyonla tedâvî ediliyor. Sonuç nûr!
Esâsen, dînin terbiyesi altına ne kadar girersek nûrun zirvesine o kadar çıkarız. Ne kadar teslîmiyet gösterirsek ilâhî mükâfât o kadar fazla olur, Cenâb-ı Hak yüzümüzü o kadar ağartır. Alınan terbiyenin derecesi ne kadar yüksekse, İlâhî Varlığın tecellîlerini müşâhede o kadar büyük olur. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği gibi: “Allâh’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nûr üzeredir.” (Zümer, 22.)
Mânevî gelişme, saflığa giden tedrîcî bir aydınlanma süreciyle gerçekleşir. Mü’minler nûr ile şifâ bulur, onunla görür ve onunla hidâyete ererler. Hidâyet nûru, mânevî eğitimin en yüksek şeklini temsîl eder, en mükemmel öğreti odur. Hakîkat dînine āit olmak, Allâh’ın nûru tarafından irşâd edilmek demektir. Hidâyet nûru mânevî eğitimin en yüksek şeklini temsîl eder. Mânevî gelişme, iyileşme, saflığa giden tedrîcî bir aydınlanma süreciyle gerçekleşir, nefsin sahte varlığını nûr ile nefyetmek, yok etmek demektir.
Dînin özünü yaşamak istiyorsak ilâhî nûru kazanmalıyız. Bu ilâhî nûr; insanın en ulvî özelliği olan nefsini fedâ vasfıyla, kalp aynasını temizlemek ve Sevgili’ye varmak için sürekli bir gayretle yanarak elde edilir. Nefsânî ölümü irâdemizle tercîh etmeliyiz ki nûra dönüşebilelim. Bu, bizi kendi varlığımızın nûruna, özümüze, kökümüze, hakîkî evimize götürecek, kendimizi ilâhî bir gözle görmemizi sağlayacaktır. İlâhî nûra kendimizi açmak, bize kendi hakîkatimizi gösterecek ve böylesi bir ilâhî farkındalık sâdece Allâh’ı bilmemizi değil, aynı zamanda O’nu görüp, O’na âşık olmamızı sağlayacaktır.
Mü’minin gerçek ameli Allâh’ın nûrunu almaya hazır hâle gelmektir. Kulluk başarısının zirvesi Haşr Gününde Allâh’ın nûrunun karşısında durabilmektir.
Mevlânâ Celâleddîn, ulvî hikmetleri ile demiştir ki:
“Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... Boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı, o noksan yüzünden titremeye başlar. Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil... Oğul, cana gıdâ akıl nûrudur. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur... O candan başka bir şeyle beslenip yetişmez insan. Bir kerecik nûr yemeğini yedin mi, ekmeğin başına da toprak saçarsın, tandırın başına da!”
“Âdem saf nûr ile gördüğünden dolayı isimlerin rûhu ve esrârı ona göründü.”
“O murâî de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar. Yâ Rabbi, duāmızı kabûl et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti, doğrusundan ayırt edelim. Hiç, bu temyize nasıl mâlik olur? Allah nûru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.”
Velîler nûrdur. Velîler, Nûr-ı Muhammedî’ye gark olmuş, O’nda gaşye olmuşlardır. Bir velînin vech-i melîhindeki nûr, O’nun mârifetinin -Allâh’ı bilişinin- nûrudur. En yüksek görüş Allâh’ın velî ve âşıklarına verilmiştir; onlar, O’nun nûruyla görürler. Onlar Allâh’ın konuştuğu dil, gördüğü göz olmuşlardır. Bir velînin sözleri onun boğazından değil, Allah’tan gelir! Velîler nûr ile irşâd eder, kelimelerle değil. Mârifet nûru insanın kalbine düştüğünde Mahşer Gününü daha o gün gelmeden yaşar.
Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyurulmakta: “Ölü iken, bunun ardından kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar içinde, sâyesinde yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse…” (En’âm, 122.)
“Onların nûru önlerinde ve sağlarında koşar…” (Tahrîm, 8.)
Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor:
“Bir kimse Allah’tan nûra mazhar oldu mu, melekler ona secde ederler, çünkü o, Allah tarafından seçilmiştir.”
“Velî taklit perdelerini yırttı da Allâh’ın nûruyla her bir şeyi müşâhede etti.”
“Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır. Onların sözleri de nişânı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, sûretleri de.”
Bir ârif şöyle demiştir: “Ârif’ten çekin, zîrâ o, Allâh’ın nûruyla görür.” Hazret-i Ömer; “Rabbimi, Rabbimin nûruyla gördüm” buyurmuştur.
Efendimiz Hazret-i Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm secdelerinde en az üç kere “Subhâne Rabbiye’l-a’lâ” dedikten sonra sıklıkla şu duāyı yaparlardı: “Kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, önümü nurlandır, ardımı nurlandır, üstümü nurlandır, altımı nurlandır, bana öyle bir nûr ver ki beni nûr eyle.”
Ekim 2025, sayfa no: 22-23-24-25
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak