Bir yanda inanılmaz bir hızla dönen dünyâ, diğer yanda kendine yetişemeyen, varlığının anlamına yabancılaşmış modern birey… 1970 sonrası insanlık öyle bir ivme kazandı ki, bin yılların birikimi tek bir ömre sıkıştı. Artık mesele yalnızca yaşamak değil; bu baş döndürücü çağda savrulmadan kalabilmek, kalabalıklar içinde kaybolmadan kendini yeniden okuyabilmek.
Peki bu çağda kendini okumak mümkün mü? Gençlik yalnızca geleceğini mi yitiriyor, yoksa kökünü, āidiyetini ve anlamını da mı kaybediyor? Toplumun rûhu bize ne anlatıyor? Mâneviyâtın buharlaştığı, hızın anlamın önüne geçtiği bir zamanda “iyi olmak” hâlâ mümkün mü?
Tüm bu soruları, kalemin ve kelâmın ustalarından biriyle, Dursun Ali Tökel ile konuştuk. Bu röportaj; yalnızca bir fikir alışverişi değil, aynı zamanda çağın karanlığında yönünü arayanlara bir içsel pusula, bir irfânî nefeslenme durağı…
Röportaj: Sümeyye Palta
Okumaya cesâret edenler için ilk satır şudur: Kendini bilmeden, hiçbir şeyi okuyamazsın.
İlk sayfa senindir/ Kendini bilmeyen Allâh’ı nasıl bilebilir ki?
Hayâtı okumak deyince ilk olarak neyi anlamalıyız? İnsan rûhunun derinliklerini anlayabilmek için hangi gözle bakmamız gerekir?
Hangi anlamda olursa olsun “okumak”, içimde ve dışımda olan şeylerle bir iletişim içinde olmamı arzulamam demek. Etrâfımda, içimde, benim dışımda, bana mâruz birçok şeyler var; gökler var, yeryüzü var, denizler, ovalar, dağlar, hayvanlar, sayısız nesneler var. Bunlar nedir? Varlık sebebi nedir? Bana bir şeyler söylemekte midir? Eğer söylüyorsa nedir söyledikleri? Ben benim dışımda olanları anlayabilir miyim? Bunlarla benim irtibâtım nedir? Bunlarla iletişim içinde olmakla beni artıran veya eksilten nedir? Bunlarla iletişim hâlinde olmamakla kazancım veya kaybım nedir? Anlamak zorunda olan “Ben” kimim?
İşte bu soruların her biri bir “okuma”dır. Kutsal kitabımıza bir göz gezdiren kişi insanın bu okuma biçimlerine dâir pek çok îkazla uyarıldığını yakînen müşâhede edecektir. Âyetler bizlere, yerlere göklere bakmamızı, devenin ve sâir hayvanların nasıl yaratıldığına dikkatle nazar etmemizi, yağmurun yağmasını, onunla ölmüş toprağın nasıl diriltildiğini hakîkatli bir bakışla irdelememizi, gece ile gündüzün ardarda nasıl geldiğini, güneşin, ayın, yıldızların belli yörüngelerde akıp gidişini ve bunlardaki eşsiz düzenin nasıl sağlandığını araştırmamızı, bir damla müstekreh sudan bu insan denen muhteşem varlığın nasıl oluşabildiğine, bu benzersiz yaratılışa hayret ve dikkat nazarlarıyla eğilmemizi hassaten istemekte ve hattâ emretmektedir.
Kutsal kitâbımızın “oku” emriyle başlamasına sık sık vurgu yapılır. Lâkin şunu da söylemek gerekir ki Kitabımız “oku” emriyle değil “İnsanı alaktan (embriyodan) yaratan Rabbinin adıyla oku!” emriyle başlamaktadır. Okuyan, ama bunu Allâh’ın adıyla değil, sâfi çıkarları amacıyla yapan insanların dünyâyı ne hâle getirdiği de ortadadır. Batı dünyâsında okuma oranları neredeyse yüzde yüz seviyelerindedir. Peki bu yüksek okuma oranları onları hakîkatte “yüksek insânî değerler” seviyesinde nerede göstermektedir, zirvede mi? Maalesef hayır! Batı dünyâsının sömürgeler çağından beri dünyâyı getirdiği yer kapkaranlık bir kaostur. Yüzde yüz okuma oranları, üniversiteleri, dünyâ çapında bilim adamları ile ABD’nin ve İsrail’in vahşet ve mezâlimi gözlerimizin önündedir. Demek ki sâdece “okumak” yetmiyor, bu bir mârifet değil, hattâ çoğu zaman bir vahşet kaynağı.
Asıl okumalar okumasının başlangıç adımı insanın kendisini okumasıdır. Bizim köklü inancımız, kişinin kendisini bilmeden Rabbini bile bilemeyeceğini söyler. Ben kendimi bilmeden hiçbir şeyi bilemem. Ben kendimi okumadan hiçbir şeyi okuyamam. Kendine uzak olan hiçbir şeye yakın olamaz. İnsanın ilk okuyacağı şey kendisi olacaksa ve o olmadan bütün okumalar bâtılsa, insanın oturup kendisini nasıl okuyacağını öğrenmesi, o ilmi tez elden edinmesi gerekir.
En başta Tasavvuf olmak üzere, bütün rûhânî ve mistik hareketler evvelâ insanın kendisini bilmesi/tanıması/okuması üzerine inşâ edilmiştir. Bunu Yûnus Emre:
"İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendin bilmezsin/Bu nice okumaktır” mısrâları eşliğinde muhteşem bir îcazla dile getirmiştir. İnsanın kendisini bilmeden varlığı bilme yolculuğuna çıkması, yolda kaybolup yiteceğinin garantisidir. Okumak kendini bilmekle başlayacak, peki bu okumanın amacı nedir? Okumanın hakîkî hedefi nedir, ne olmalıdır? Bunu da Yûnus Emre’den öğrenmekteyiz: “Okumaktan murat ne/Kişi Hakkı bilmektir/ Çün okudun bilmedin/Ha bir kuru emektir”
Neymiş? Allâh’ı bilmeden okumak kuru bir emekmiş. Biz okumayı yüceltmeden önce bunları yüceltmeliyiz. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’deki beytiyle söyleyelim: “Allah adı olsa her işin önü/Hergiz ebter olmaya ânın sonu” Yāni demek ister ki, Bir kişi bir işine Allah adını zikrederek başlarsa o iş hayırla ve bereketlerle netîcelenir. Demek ki Allah ile başlanmayan işlerden ne yapana hayır gelecek ne de o işten etkilenene, okumak da bundan muaf değil elbette.
Kendisini yaratan Rabbiyle sağlıklı ve nitelikli bir uyum hâlinde değilse, insanın ruh üzerine elde edeceği bilgiler sâdece kuru bir istatistikten ibârettir. Rûhânî bir yolculuk veya rûhun gizemlerine doğru yapılacak bir yolculuk ancak Yaratıcı’yı zikir ve fikir hâliyle ve bunu başaran rûhâniyeti yüksek, Rahmânî ilimlerle sırdaş olmuş âlimlerle birlikte olmakla mümkündür.
VİDEOLARDAN KALPLERE DOKUNAN DİLE…
Günümüz gençliğini, özellikle dijital çağın içinde büyüyen kuşağı nasıl okuyorsunuz? Onlar bize ne söylüyor, biz onlara neyi anlatamıyoruz?
Her çağın bir dili var, insan bir çağda baskın dil neyse onunla hemhâldır. Başlangıç zamanlarının dili mitlerdi. Sonra destanlar oldu, daha sonra halk hikâyeleri, ardından modern roman ve hikâye. Onların peşinden sinema ve hemen peşinden de televizyon. Bir gün geldi internet ve onunla sosyal medya îcât edildi.
Demek ki bu çağın dili kameradır, videodur, sosyal medyadır. İnsanlar çağın hâkim diline meydan okuyamazlar, sinema îcât edilince tekrar romana dönemezler, roman devâm etse bile baskın sinema olacaktır. Televizyonla berâber sinema geriler, internet ve onun getirdiği imkânlarla bu sefer televizyon geriledi. Bugün internet ve sosyal medya çağında yaşıyoruz. Bunun hâkimiyetini engelleyemeyiz, ancak bunu hayırlı bir yolda kullanmanın yol ve imkânlarını aramamız gerekir. Yok saymak yok olmak demektir. Mutlak yasaklamak bir çözüm olsaydı, insanoğlu bu en basit çözümle her sorunu hallederdi, ama hiçbir zaman yasak bir çözüm olmadı.
İletişim giderek kurulur, çağırarak değil. Gençler bizim dilimize gelemezler, ama biz onlara gidebiliriz, gitmek zorundayız. Onlarla ancak onların diliyle iletişim kurabiliriz, gerisi kolay. Sonra kendi dilimize, geçmişin diline ve kültürüne yolculuk ancak böyle başlar. Kabûl, peşinden iletişimi getirir, gerisi ortak kabûllerde buluşma yollarını aramaktır.
Her çağ gençlikten şikâyet ediyor, neden? Çünkü yaşlılar gençliği elden gidiyor sanıyor, halbuki elden ayaktan giden kendileri. Öyle yaşlılar var ki, Peygamberler gibi ve O’nun vârisi olan âlimler ve ârifler gibi, gençliğin diline iniyor, onunla mükemmel bir diyaloğa başlıyor, ardından onun seviyesini yükseltmesi için eşsiz bir rehberliğe girişiyor.
Çağırmayalım, gidelim ve sonunda onlarla bir yolculuğa hazırlanalım.
HIZA AYAK UYDURANLAR YOLUNA DEVÂM EDENLERDİR
Toplum olarak “hız” çağında yaşıyoruz. Bu hız, bizi anlamaktan mı uzaklaştırıyor, yoksa sâdece yüzeyde yaşamaya mı zorluyor?
İnsanlık târihinin 1970’ten sonraki gelişim ve değişimi, başlangıçtan 1970’lere kadar olan gelişim ve değişimden binlerce kat daha fazla ve hızlıymış. İnanılmaz bir hız çağında yaşıyorsak ya o hızı yok edeceğiz ya o hıza ayak uyduracağız ya da yok olacağız, maalesef bu kadar basit ve kesin…
Yok olmayı seçmeyeceğimize ve hızı da yok edemeyeceğimize göre geriye tek yok kalıyor: Bu inanılmaz hızla yaşamaya alışmak!
Değişim kaçınılmazdır. Değişim korkutucudur. Lâkin korkanlar değil, değişimi okuyan ve onunla olmanın bir yolunu bulanlar yaşarlar.
HIZIN GÖLGESİNDE YAŞAMAK
Değişim her çağda vardı, fakat günümüzdeki değişimi önceki dönemlerden ayıran en belirgin fark sizce nedir?
Bu çağın değişiminin en büyük farkı, geçmiş çağlara göre çok daha hızlı, çok daha şaşırtıcı ve hattâ aptallaştırıcı olmasıdır. Tekerleğin îcâdı, ondan sonra atlı arabanın îcâdı neredeyse binyıllar devâm etti. Fakat otomobilin îcâdı ardından otobüsün, peşinden uçağın, helikopterin, uzay araçlarının îcat ve değişimi topu topu elli yıl içinde oluverdi.
Hızlı ilişkiler kuruluyor, aynı hızla ilişkiler bozuluyor. Hızlı evlilikler yapılıyor ve aynı hızla boşanmalar sökün ediyor. Hızlı alışverişler yapılıyor ve peşinde hızlı caymalar ve tüketici hakları kavgaları. Hızlı kararlar veriliyor ve ardından hızlı pişmanlıklar geliyor. Her şey o kadar hızlı oluyor ki, artık nesne ile insan arasındaki tüketim ilişkisi “devam” ve “uzun ömür” üzerine değil, “kullan-at” esâsı üzerine oturuyor; kullanıyor ve hemen atıyoruz. Bu “hemen atma” ilişkimiz sâdece nesneyle sınırlı değil, insan ilişkileri de artık bu bandın üstünde seyrüsefer etmede.
Bunu engelleyemiyoruz, çünkü çağın geldiği baskın nokta bu. O zaman bununla yaşamanın bir yolunu muhakkak bulacağız. Yavaş değişimle yaşamanın yollarında kalanlar, hızlı değişim çağına ayak bastığı anda zemînin altından kaydığını görüyor, eğer yaşamak istiyorsa bununla yaşayabilmenin yollarına ve çâresine bakacak. Aksi halde yokluk onu bekliyor.
KİMLİK KRİZİ VE ĀİDİYETSİZLİK HİSSİNİN ARKA PLANI
Gençler artık āidiyetlerini kaybediyor, kimlik arayışına yöneliyor. Bu kayıpta bizim hangi kolektif ihmâllerimiz etkili oldu?
Bu sâdece bu devrin değil, her çağın derdidir. Geçmiş asırlara bakın, her çağın “aydın”ı, “münevver”i, “âlim”i, “entelektüel”i, “yaşlı”sı; gençlerin āidiyetini kaybettiğini, gelenek ve görenekleri terk ettiğini, korkunç bir kimlik problemi yaşadığını söylüyor. Bu Sümer tabletlerinden beri yazılı her hâtırada ādetâ şaşmaz bir şikâyet mevzuu. Zamandan ve gençlikten şikâyet evrensel bir olgu ve maalesef bunun önüne geçilemiyor.
Kendisini, kültürünü, inancını sâdece anlatarak değil yaşayarak göstermiş olsaydı yaşlılarımız çok daha tesirli olacaklardı. Çocuklar büyükleri dinlemez, izlerlermiş. Büyüklerimiz ve tabiî ki devletimiz ve eğitim sistemimiz ulaşamadığı, dilini anlayamadığı, iletişim kuramadığı gençliği anlamaya yanaşmıyor, konforunu bozup onlara gitmiyor; genellikle yaptığı horlamak, küçük görmek ve yok sayıp ciddîye almamak. Kaygıları hakkıyla anlaşılan, hak istenen değil hak verilen, diline ve hakîkatlerine kulak tutulan gençliğin problemlerle değil çözümlerle bize geleceğine inanıyorum.
AYNAYA BAKMAK CESÂRET İSTER
Toplumun rûhunu okumak mümkün mü sizce? Eğer öyleyse bugünkü Türkiye toplumunun ruhsal panoramasını nasıl tanımlarsınız?
Toplumun rûhu, toplumsal davranışların aynasında rahatlıkla okunur. Her aynaya bakış bir okuma ritüelidir. Ziya Paşa’nın deyimiyle “âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Nasıl kişinin aynası yaptığı işlerse, toplumun da aynası yapıp ettikleridir.
Şu mutlak olarak akılda tutulmalıdır; değişim kaçınılmazdır. “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözü boşuna söylenmiyor. Çağ değişiyor, teknoloji değişiyor, hayat biçim ve pratikleri, üretim tüketim anlayış ve sistemleri, eğitim araç, gereç, imkân, yol ve yöntemleri değişiyor ve buna paralel olarak toplum davranış ve uygulamaları da bu değişimden nasîbini alıyor.
Her nesil bir önceki nesli beğenmemekte ve içinde bulunduğu çağdan şikâyet etmektedir.
Peki, hiç mi iyi bir şey olmuyor, her şey mi kötüye gidiyor? Tabiî ki hayır! O zaman neden hep kötü, gözlere sokuluyor da iyinin adı bile geçmiyor?
Şimdi diyeceksiniz ki “târihte onca millet, ahlâkî değerleri hiçe saymak, zulmü artırmak, konfor ve hazza taparak insânî değerleri ayaklar altına almaktan dolayı helâk oldu gitti. Demek ki toplumun dikkate alması gereken pek çok olumsuz davranışı var ve bunlar muhakkak önlenmeli!” Evet bunu demekle haklısınız. Demek ki geçmişten ibret alınır ve o hatâlar tekrarlanmazsa toplumun devâmı mümkün olacak. Ama şunu da unutmayalım ki toplumların da insanlar gibi ömürleri vardır ve o ömür bitince onlar da eceliyle yüzleşir ve buna da muhakkak bir şeyler vesîle olur.
Toplumumuz târihte, bugünkünden çok daha zor şartları bize yaşatan nice vahim bâdireleri atlatmıştır. Ama târihin başından beri de varlığını bir şekilde sürdürmüştür. Ben “kötü”yü gördüğüm kadar “iyi”yi de görüyorum. Ve geleceğimizin geçmişten çok daha parlak olacağına inanıyorum.
Diğer milletlerde olmayan çok mühim bir özelliğimiz var:
Asırlar boyu hayli farklı coğrafyalarda yaşamamız, çok farklı iklim ve topraklarda devletler ve büyük imparatorluklar kurmamız, geçmişle değil daha ziyâde hep gelecekle ilgilenmemiz bizi “muhâfazakâr” olmaktan, teknik deyimle söyleyeyim konservatif yāni tutucu düşünceden korumuştur. Türk, muhâfazakâr değildir, geçmişe saplanıp kalmaz, daha çok andadır ve bu da bizi son derece çağa uyumlu, an ile barışık yapar. Bu yüzden zamâna, mekâna, yeni teknoloji ve imkânlara hiçbir millette olmadığı kadar hızlı uyumumuz vardır. Bu uyum bizi hep diri ve canlı tutar. Muhâfazakâr toplumlar, geçmişe aşırı saplandığı, ânı geçmişle bir türlü uyumlayamadığı, gelenlerin karşısında korku ve saplantıya takılı kaldığı için, mukāvemet edemez yāni direnemez, yok olur giderler; bizim gibi muhâfazakarlık tuzağına düşmeyenler varoluşa devâm ederler.
ANLAMSIZLIK ÇAĞINDA VAROLUŞ/HERKES MEHDİYİ BEKLİYOR AMA KİMSE SUYA SABUNA DOKUNMUYOR
Anlam krizleri, yalnızlık ve depresyon çağında insan kendini nasıl koruyabilir? Mânevî bağlar burada nasıl bir rol oynar?
En büyük kriz “anlam krizidir”. İnsan varoluşuna bir anlam bulamazsa yaratıkların en tehlikelisi hâline gelir hem kendisi hem de yaşadığı toplum için. Bir söz var, çok derin anlamlı: “Varoluşuna bir anlam bulamayan insan kendisini hazla cezâlandırır.” Demek ki insanın hazza ve keyfe dalışı var oluşuna derin bir anlam bulamayıp savrulduğu için. Yāni burada hazzın verdiği şey bir “keyf”ten ziyâde, asıl anlamı bulamayanın yalan ve yanlış anlamlarla kendisini oyalaması ve hakîkatte cezâlandırması.
Demek ki ben var oluşumun anlamını bulacağım, bu çok açık. Peki bu nasıl olacak? Denilmişti ki çürüme, bozulma ve yozlaşma Vahiy’den kopuşun sonucudur. İnsan “göklerle”, “Semâ” ile “Vahiy” ile bağını kopardıktan sonra dünyânın zincirli kölesi olmaktadır. Vahyin aracılığı olmadan varoluşa sağlıklı ve nitelikli bir anlam bulmak mümkün değildir. İşte Egzistansiyalistlerin yāni Varoluşçuların hâli ortada. Ne diyordu bunlar: “Varoluşun anlamı yoktur; hayâtın anlamını aramak beyhûdedir. Varolmak bir sürgündür, düşüştür, bir kriz hâlidir.” Ve daha pek çok olumsuz duygu ve düşünce, sonuçta ateizm, çıldırma ve intiharlar…
Böylesi durumda ne yapılmalı? Dünyâ her yüzyılın başında yepyeni bir yüzyıla girdiği kadar yepyeni bir değerler çağına da başlar. Bazı değerler anlamını yitirir, yeni değerler hayâta merhaba der. Rafa kaldırılmış kimi eski değerler tekrar hayat bulur, moda olmuş kimi değerler târihe gömülür. İnsanoğlu bu yeni çağa ve yeni anlam alanlarına hazırlıksız yakalanmamalı, hazırlanmalı. Buna hazırlanan milletler varoluşa devâm ederler, diğerleri ise yok olurlar. Baskın medya tröstleri mârifetiyle insana āit ne kadar değer varsa aşağılanıyor, sapkınlığa āit ne kadar sapıklık varsa pohpohlanıyor.
Bütün bu zararlı neşriyâta karşı başta devlet mekanizmaları olmak üzere millet ve fertler topyekûn savaşa çıkmalı. Kimse kimseden bir şeyler beklememeli. En büyük yanlışımız hep birilerinden bir şeyler beklemek. Filanca gelse de şu muzır neşriyâtı ortadan kaldırsa, filanca gelse de kötü ekonomiyi düzeltse… Herkes bir kurtarıcı “Mehdi” beklemede. Peki kendisi ne yapıyor?
İYİLER KAYBETMEZ, İYİLER KAYBEDİLİR
Bugün insanları ‘iyi bir insan’ olmaya çağırmak hâlâ mümkün mü, yoksa bu çağrı romantik bir nostaljiye mi dönüştü?
İyi insanlar cehdu gayret ederler, iyiliğin yayılması ve yaşatılması için herhangi bir olumsuz ve negatif durumdan yılgınlık göstermezler. Zîrâ yapılan iyiliğin karşılığını Hak Teālâ verecektir. Kötülerin güçlü, azimli, ısrarlı, hırslı ve aslâ vazgeçmez bir kararlılıkla çalıştığı dünyâda iyiler eğer hemen pes eder, demoralize olur, “canım iyilik yaptık da ne oldu, bir teşekkür mü gördük?” derse o zaman topluca helâki bekleyelim. Gerçek iyiler Cemil Meriç’in şu dehşetli îkāzını aslâ kulak ardı etmezler: “İyilik yapan karşılık beklediği zaman tefecidir.”
Etrâfımızda hiç kimse kalmasa ve herkes bizimle alay etse bile iyiliğe devâm etmek zorundayız. Zîrâ iyilik peygamberlik mesleğidir ve yeryüzünde en yüce meslektir çünkü karşılığını kimse değil bizzat Allah verecektir.
KENDİNİ TANIYAN YALNIZLIKTAN KORKMAZ
Az önce değinsek de konuyu biraz daha açmak istiyorum… Sizce hayâtı doğru okumak, insanı ve toplumu anlamakla mı başlar, yoksa insan önce kendini mi okumalıdır?
Bu soruya dediğiniz gibi birinci sorunun cevâbında kısmen değindik. Bizim kadîm inanç ve kültürümüz bu meseleyi kökten halleden hakîkati vazetmiştir: “Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû: Ancak kendisini bilen Rabbini bilir.” Bize sorulsa muhtemelen Rabbi bilmeyi önceler, kendini bilmeyi daha sonraya koyardık. Ama işte öyle değil. Kişi kendisini bilmeden Rabbini de, başka hiçbir şeyi de bilemez. Yolculukların en çetini kişinin kendisine yapacağı yolculuktur. Tanımaların en karmaşığı ve müşkülü insanın kendisini tanıma mâcerâsıdır.
Bu demektir ki hayâtı, insanı, tabiî ki toplumu ve en geniş perspektiften insanlığı okuma niyetiyle yola çıkma düşüncesinde olan insanların, yolculuğuna evvelemirde kendisini okuma ve tanıma ile başlaması gerekir. Bunun en güzel örneklerinden biri de insanlık târihinde büyük roller oynayan ve târihin değişim noktalarının ne önemli aktörleri olan peygamberlerin peygamberlik öncesi, -Peygamber Efendimiz (sav)’in sık sık Hira Dağı’nda itikâfa çekilmesi gibi- muhakkak kendileriyle baş başa kaldıkları yalnızlık süreçlerinden geçmeleridir. Tasavvufta çile veya itikâfın da temel prensibi buna dayanır: İnsanlar ve insanlık için önemli roller oynamadan önce kendi değişim, dönüşüm ve bilişim süreçlerini tamamlamak.
İnsan sürekli kendisiyle savaştadır, insanlığa barışı ve sükûneti getirmek azminde olanların öncelikle kendisiyle savaşta gālip olması gerekir. Hani denir ya “Kendiyle barışık olan vâki mi gayrıya çata!” İnsanları, toplumları insanlığı tanımaya, anlamaya, hayır ve selâmet sûretiyle onlara hizmet etmeye doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorsun. Güzel, uğurlar ve yolun bahtın açık olsun. Ama bu yolculuğa önce kendinden başla, önce kendini yen, sonra gazân mübârek ola!
Değerli hocam, harika bir röportaj oldu. Bu önemli mesajlarınız için çok teşekkür ederim…
Not: Röportajın uzun hâlini www.yenidunyadergisi.com sitesinden okuyabilirsiniz.
Ağustos 2025, sayfa no: 18-19-20-21-22-23
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak