Sanat, insanlığın en kadîm ve anlam yüklü ifâde biçimidir. Onu salt bir "yapma eylemi" olarak görmek, bir okyanusu su birikintisi sanmaya benzer. Sanatın özünde, insan rûhunun en derin katmanlarından fışkıran, bizi diğer canlılardan ayıran temel bir dürtü yatar: Estetik kaygı. Bu kaygı; güzelliği arama, yaratılanda Yaratıcı’nın tecellîsini görme ve onunla hemhâl olma arzusudur.
Estetik kavramı, Antik Yunan'da "aisthesis" yâni "duyumsama" kelimesinden türemiştir. Ancak onun kaynağı salt duyuların algıladığından çok daha derindedir. Platon, güzelliği "İdealar Dünyâsı"nda var olan mutlak ve değişmez bir form olarak görürdü. Dünyâdaki güzel şeyler, bu ezelî ve ebedî "Güzellik İdeası"nın sâdece soluk bir yansıması, bir gölgesidir. Sanatçı ise bu ilâhî güzelliği yakalayıp maddî dünyâya taşımaya çalışan bir ara bulucudur. Sanat ortaya koymada İlâhî Kudret’in gücü her zerrede kendini gösteren bir mâhiyete sâhiptir.
Orta Çağ'da bu anlayış, Allâh’ın (cc) mutlak güzelliği ve yaratılıştaki kusursuz düzen üzerinden şekillendi, demir parmaklıklı pencerelerden süzülen renkli ışıklar ve ilâhî kudret, insanı aşkın olanın güzelliğiyle buluşturmak içindi. Estetik, bir tür ibâdet, bir hakîkate ulaşma aracıydı.
Endüstri Devrimi ve ardından gelen modernizmle birlikte, estetiğin bu derin ve mânevî kaynağı ile aramızdaki bağ giderek zayıfladı. Sanat, "sanat için sanat" anlayışıyla özerkleşirken bir yandan da metâlaşmaya, endüstriyel üretimin hızına ve tüketim kültürünün taleplerine yenik düştü.
Her şeyin anlık tüketildiği bir çağda, bir eserin karşısında durup onun rûhunu hissetmek, onunla diyalog kurmak için ayıracak zamânımız ve sabrımız kalmadı. Sosyal medyada on sâniye içinde "kaydırılan" görseller, derinlemesine bir estetik deneyimin önündeki en büyük engel olmaya başladı. Nicelik, niteliğin önüne geçti.
Modern mîmârîde, tasarımda ve üretimde "işlevsellik" en temel kriter hâline geldi. Elbette işlev önemlidir ancak salt işlevsel olan, ruhsuz bir kabuk olarak kalır. Beton yığınlarına dönüşen şehirlerimiz, aynı serî üretim mobilyalar, bize bir "yer" hissinden çok bir "alan" sunuyor. Oysa estetik, bir mekânı "yuva", bir eşyâyı "değerli" kılan şeydir. Mimar Sinan’ın nakış gibi dokuduğu eserlerden şimdi beton yığınlarına geçişimiz, insanların dünyâyı ihtiyaçlar durağı olarak görmesinden başlayan bir evrilmeyi çok hızlı yaşadı.
Küresel kapitalizm, estetiği standartlaştırarak tek tip bir güzellik anlayışı dayattı. Medya ve reklamlar aracılığıyla, estetik zevklerimiz homojenleştirildi. Otantik olan, yerel olan, kusurlu ve nahîf olan, pürüzsüz ve parlak olanın gölgesinde kaldı. Estetik, kişisel bir keşif olmaktan çıkıp dayatılan bir trendler bütününe dönüştü.
Şehirlerimize bakalım: Gri beton kutular, aynı zincir mağazalar, aynı neon tabelalar. Turgut Cansever’in “kalbimizin sesini duyduğumuz şehirler” hayâli, ruhsuz yatay bloklara dönüştü. Otoparklar, meydanların yerini aldı. Reklam panoları, gökyüzünü kirletiyor. “Güzel binâ” dendiğinde bir çocuğun aklına AVM geliyor.
Moda, tek tip beden dayatıyor. Sokakta aynı sneaker, aynı renkler, aynı logolar. El dokuması bir kilimi kimse görmüyor. Sıradan bir müzik, 30 sâniyelik hikâyeler; edebiyat demek 280 karakter. Sinema, yeşil perde; tiyatro, çok renksiz.
Sosyal medya “estetik” akımlara kurbân edilmiş durumda. “Dark academia” diye 18. yüzyıl kütüphanesi taklidi yapanlar, kitap okumuyor. “Cottagecore” diye kır evi hayâli kuranlar, toprağa basmamış. Estetik, sahicilikten kopunca dekorasyona, dekorasyon da yalana dönüşüyor.
Çağdaş sanatın bir kısmı, kavramsal ağırlığı ve eleştirel duruşu nedeniyle değerli olsa da bir diğer kısmı izleyiciyi şaşırtmak veya sâdece entelektüel bir zümreye hitâp etmek uğruna estetik kaygıyı tamâmen bir kenara itti. "Güzel" olmak, nahîf ve sıradan addedilir oldu. Sanat, rûhu beslemekten çok, zihni yormaya odaklandı.
Modern çağın en büyük trajedilerinden biri, estetik duyarlılığın yitirilmesidir. İnsan artık üretirken değil, tüketirken haz alıyor. Şehirler ruhsuz beton yığınlarına dönüşüyor; mîmârî işlevsel ama anlamsız hâle geliyor. Sanat eserleri ise pazarın değer ölçütlerine göre değerlendirilip “markalaştırılıyor.”
Bu durum, aslında insanın kendi rûhundan uzaklaşmasının bir sonucudur. Estetik bakış, ruhsal bir derinlik ister; dikkat, sabır ve içe dönüklük ister. Oysa çağımızın insanı, yüzeyselliğe mahkûm edilmiştir. Her şey hızla tüketilirken, güzellik artık bir “anı” kadar kısa yaşıyor. Dijital çağın parlak ekranları, estetiğin ışığını değil, sâdece yansımasını gösteriyor bize.
Estetik, artık rûhu besleyen bir değer değil, algıyı manipüle eden bir araç hâline geldi. Renk, biçim, ses; birer anlam taşıyıcısı olmaktan çıkıp, “dikkat çekme” aracı oldu. O yüzden bugünün sanatında derinlik yerine etki, hakîkat yerine gösteri, ruh yerine yüzey hâkimdir.
Estetik, bir zamanlar hayatın tâ kendisiydi. Bir kapının tokmağı, bir çarşafın kenarındaki dantel, bir çocuğun çizdiği çiçek; hepsi aynı titizlikle güzelliğe adanmıştı. Şimdi ise aynı kapı alüminyum profilden, çarşaf düz beyaz polyester, çocuk çiçeği emojiye çevirmiş. Estetik bakış açısını kaybetmek yalnızca nesneleri çirkinleştirmiyor; rûhumuzu da küçültüyor.
Estetik, varoluşsal bir ihtiyaçtır; “Ben buradayım” deme biçimidir. Filozoflar bu ihtiyâcı farklı isimlerle kodladı. Kant, “çıkarsız haz” dedi: Bir şelâleye bakarken ne suyundan içmek ne de baraj yapmak isteriz, sâdece hayran kalırız. Schiller, “oyun dürtüsü” dedi: İnsan, özgür olduğu anda estetik üretir. Heidegger, “varlığın açığa vurulması” dedi: Bir cami, sâdece taş yığını değildir; toprağın, gökyüzünün ve insanın bir arada durma biçimidir.
İslâm estetiği, “Allah güzeldir ve güzelliği sever.” hadîsi üzerine temellenir. Güzellik (el-cemâl), mükemmellik (el-kemâl) ve ihsan (en güzel biçimde yapmak) kavramları bir bütün oluşturur.
İbn Sînâ’ya göre güzellik, varlığın düzeninde ve uyumunda saklıdır; bir şey güzel olduğunda, onun varlığı kemâle yaklaşmıştır.
İbn Arabî ise güzelliği ilâhî tecellînin bir biçimi olarak yorumlar. Ona göre sanat, “varlığın nefesini” anlamaya çalışan bir ruh eylemidir. Kalem, fırça, ses veya söz; hepsi Allâh’ın sanatının yankılarıdır.
Bu yaklaşımda sanatçı, “Yaratan’ın izinden giden” bir tanıktır; eser ise varlığın güzelliğini hatırlatma aracıdır.
Dijital çağ en büyük darbeyi insanın ruh dünyâsına vuruyor. Ekranın düz ışığı, sahici zevki yok ediyor. Instagram’da “estetik” dediğimiz şey, 17 filtreyle aynı yüzün varyasyonu. Bir genç, Venedik’te selfie çekerken kanalın kokusunu, taşların soğuğunu, martı çığlığını duymuyor. Estetik, deneyim olmaktan çıkıp “beğeni”ye indirgendi.
Peki estetik bakışı yeniden kazanmak mümkün mü? Bunun için önce güzelliği “fayda”dan, “moda”dan ve “pazar”dan kurtarmak gerekir. Güzellik, faydalı olduğu için değil; rûha iyi geldiği için değerlidir. Estetik bakış, dış dünyânın karmaşasında bir iç dinginlik oluşturur; bizi evrenle uyumlu hâle getirir.
Bu yeniden doğuş, belki bir şiirin sessizliğinde, bir taşın dokusunda, bir melodinin yankısında gerçekleşebilir. Sanatın rûhu hâlâ oradadır; yalnızca gözümüzü ve kalbimizi yeniden eğitmemiz gerekir. Çünkü estetik, öğrenilmez; hatırlanır. Biz, güzelliği zâten rûhumuzda taşırız. Onu unuttuğumuzda, aslında kendimizi unuturuz.
Ne yapabiliriz peki? Öyle devâsâ adımlara gerek yok.
Kaybedilen her şey, hatırlanarak geri kazanılır. Yeter ki isteyelim.
Bir nesneyi onarın meselâ. Kırık fincanı yapıştırın, atmayın hemen çöpe; kırık yerini bir renge boyayın. Kusur, hikâye olsun.
Yavaş yaşamaya alışın. Tadını çıkarmak denen o özel ânı koşuşturmaya kurbân etmeyin; güzel olan ne varsa rengini, gölgesini, ağırlığını fark edin.
El yazısı yazın. Bir mektup, bir alışveriş listesi; mürekkebin kâğıda sızması bile estetiktir. Kalemle tekrar dost olun.
Yerellikten korkmayın. Mahalle çömlekçisinden tabak, pazardan elma alın; mahalle bakkalına bir selam verip bugün ekmeği ondan alın.
İbâdetlerinizden haz almayı unutmayın. Günün telâşına kurbân etmeyin duâ etmeyi.
Sessiz yürüyün. Kulaklığınızı çıkarın ve doğanın sesini duyun.
Bir derginin sayfalarını çevirmenin mutluluk sebebi olacağını unutmayın.
Bir tablonun, bir şiirin, bir ağacın gölgesinin karşısında durup, onun içinizde uyandırdığı duyguları hissetmeye çalışın.
Bir câminin nakış nakış dokunmuş taşlarına elinizi sürün ve sanatın gücünü avuçlarınızda hissedin.
Sanatın rûhu hâlâ yaşıyor. Sâdece ona uzanacak bir el, ona bakacak bir göz, ona dokunacak bir yürek bekliyor. O el sizin, o göz sizin, o yürek sizin olabilir. Bir fincanı yavaşça kaldırın, ışığına bakın, kenarındaki çentiği hissedin. İşte estetiğin kaynağı: Sizin dikkatiniz.
Sanatın rûhu, onu var eden estetik kaygıdır. Estetiğin kaynağı ise sâdece göze hitâp eden bir güzellik değil rûha dokunan, hakîkati arayan ve bizi kendimizle, doğayla ve aşkın olanla buluşturan derin bir bestedir. Modern çağın hızı, tüketim çılgınlığı ve standartlaşmış zevkleri bu kadîm bağı zayıflattı. Ancak insan rûhu, güzelliğe ve anlama olan açlığını her dâim koruyacaktır. Yapmamız gereken, bu açlığı geçici trendlerle dindirmeye çalışmak yerine, onu gerçek ve besleyici olanla, yâni estetiğin ebedî kaynağıyla doyurmaktır. Çünkü güzellik, sâdece bir lüks değil, rûhun temel gıdâsıdır.
Kasım 2025, sayfa no: 20-21-22-23
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak