8. (Kardeşleri) demişlerdi ki: “Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir.”
9. “Yûsuf’u öldürün ya da onu bir yere atın da babanızın teveccühü yalnız size kalsın. Ondan sonra da sâlih bir topluluk olursunuz.”
10. İçlerinden bir sözcü: “Yûsuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri görüp onu alsın; eğer yapacaksanız (böyle yapın)." dedi.
8. (Kardeşleri) demişlerdi ki: “Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir.”
Hani bir vakitler dediler ki, hiç şüphesiz Yûsuf ve kardeşi... Hepsi kardeş oldukları halde "Yûsuf ve kardeşi" deyip de "kardeşimiz" dememeleri, Bünyamin Yûsuf’un ana-baba bir kardeşi olmasından dolayıdır. Bundan da anlaşılıyor ki, diğer on kardeş bu ikisinin yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri oluyorlardı. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden bu ikisini kendilerine kardeş saymayarak aralarında böyle söylemişlerdi.
Âyette, hem annenin hem de babanın en çok sevdiği kardeşin Yûsuf olduğuna işâret etmek için Bünyâmin ismi zikredilmemiştir. Zâten bu yüzden Bünyâmin’e hiç dokunmazlarken Yûsuf’u öldürmek ve uzaklaştırmak için plan yaptılar.
Âriflerden birisi şöyle der: “Yâkub Yûsuf’a; on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiği ile ilgili rüyâsında onun küllî istidâdının kemâli ortaya çıktığı için meyletti. Yâkub bu rüyâdan, Yûsuf’un bütün kardeşlerinin istidâdlarını toplayarak hem babasının hem de dedesinin mîrâsına vâris olacağını anladı. Onu her zaman bağrına basmaya başladı. Onu görememeye dayanamıyordu. Bu yüzden kardeşlerinin kıskançlığı had safhaya vardı ve sonunda ona saldırmaya karar verdiler.”
Denilir ki: Allah Teâlâ Yâkûb'u Yûsuf’a karşı duyduğu kalbindeki bu sevgi ile imtihân etti. Bu imtihânı daha da şiddetlendirmek için Yûsuf’u ondan uzaklaştırdı. Çünkü ilâhî sevgi çok kıskançtır. Çünkü sevgi sultânı kendi mülkünde ortak istemez. Güzellik de kemâl de Allâh’a âiddir. Bu yüzden kimse O’nun dışındakiler (mâsivâ) ile perdelenmemelidir. Evlâd tuzağından daha güçlü bir tuzak yoktur. İşte Nûh’un durumu ortada. Kâfirlere bedduâ ettiğinde Allah Teâlâ kâfirleri boğarken hiç kalbi yanmadı. Ama boğulma sırası oğluna gelince sabredemeyerek: “Şüphesiz ki oğlum da benim âilemdendir.” (Hûd, 11/45) diyordu.
Oysa biz bir cemâatiz. Biz her işi çekip çevirmeye muktedir bir cemâat olarak sevilmeye daha lâyıkız. İki zayıf küçüğün on tane güçlüye tercîh edilmesinin ne mânâsı var!
Usbe: On yâhud daha fazla sayıdaki erkekler topluluğu anlamına gelir. Bu topluluğa usbe denilmesi, birtakım olaylar bunları birbirleriyle kaynaştırıp kenetlediği (asb) içindir.
Bunlar küçük ve az olmaları açısından son derece yetersiz oldukları, biz ise bunlardan üstün olduğumuz halde onları bize tercîh ederek babamız açık bir yanlışlık içindedir. “Yanlışlık” diye tercüme edilen “dalâl”in asıl mânâsı, doğrudan sapmaktır. Yâni uygun olan adâlet yolundan sapmak ve her birisine hak ettiğini vermekten yüz çevirmektir.
Böyle söylerken Yûsuf’un görüntüsüne bakıyorlar, mânâ ve mâhiyetini tam olarak kavrayamayıp böyle konuşuyorlardı. Yûsuf’un hakîkat bakımından kendilerinden daha büyük olduğunu anlayamıyorlardı.
9. “Yûsuf’u öldürün ya da onu bir yere atın da babanızın teveccühü yalnız size kalsın. Ondan sonra da sâlih bir topluluk olursunuz.”
Yûsuf’u öldürün, ya da onu yırtıcı hayvanların yemesi veya orada ölmesi için yerleşim yerlerinden uzak bilinmeyen ıssız bir yere atın da,
Burada sürgüne göndermenin öldürme ile eşdeğer olduğuna işâret edilmektedir.
babanızın teveccühü yalnız size kalsın. Sizden başkasına iltifât etmeden tamâmen size yönelsin, size karşı sevgisi artsın.
Ondan yâni Yûsuf’tan ya da onun işini bitirdikten sonra da sâlih bir topluluk olursunuz. Yâni babanızın yanındaki durumunuz iyileşir ya da yaptığınızdan dolayı Allâh’a tevbe edersiniz.
Bu da İblîs’in hîlelerindendir. Emel sahrâsında sabredemeyenleri gelecekten ümitlendirerek şöyle der:
Bugün günah işle yarın eyle tevbe.
Sonunda tefekkür ederler ki yarın özür dilemek için yarının ömrü gerekir. Halbuki ömre güven yoktur.
Bugünün işini yarına bırakma zinhar
Çünkü yarına erişince yarının başka işi olur
10. İçlerinden bir sözcü: “Yûsuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri görüp onu alsın, eğer yapacaksanız (böyle yapın).” dedi.
Bu âyet mukadder bir soruya cevap cümlesidir: ‘Acaba görüşlerine sunulan bu iki şıkkı ittifakla benimsediler mi, yoksa içlerinden biri karşı mı çıktı?’ Bu soruya cevâben şöyle buyurulmuştur: İçlerinden bir sözcü, diğerleri Yûsuf’u öldürmeyi câiz gördükleri halde onlara bu konuda yardım etmeyişinden anladığımız kadarıyla en güzel görüşlüleri olan Yahuda: Yûsuf’u öldürmeyin. Çünkü hiç suçu yokken onu öldürmeniz büyük bir suçtur. Onu ıssız bir yere de atmayın. Çünkü bu da öldürmekle eşdeğerdir.
Onu kuyunun dibine atın. “Ğayâbeti’l-cubb” kuyunun dibi ve en karanlık yeri olan aşağı kısmıdır. Kuyunun dibi, bakanların görüşünden gâib kaldığı için ona “gayâbe” denmiştir. “Cübb” ise suyu çekilmiş olan kuyuya denir. Çünkü böyle bir kuyuda toprak parçalarından ve yarıklarından başka bir şey yoktur. Kuyu su verdiği zaman ise “bi’r” adını alır. Kervanlardan biri, kervan, yeryüzünde gidip gelen grup demektir, görüp zâyî ve telef olmaktan kurtarmak üzere onu alsın. Yâni yoldan geçen bâzı kimseler oraya ulaşırlar ve Yûsuf’u başka bir yere götürürler. Siz de ondan kurtulursunuz.
Buradaki “iltikād” fiilinde zâyî olmasına ramak kalmış birini alıp kurtarmak mânâsı vardır.
Eğer görüşüme uygun olarak bir şeyler yapacaksanız böyle yapın dedi. Yâni sizin garazınız Yûsuf’u aranızdan uzaklaştırmaksa böyle yapmak gerekir. Bu sözcü, sözünü onlara kesin bir karar olarak ifâde etmedi. Aksine onları da kendi görüşüne çekmek; kalblerini bu düşünceye ısındırmak, kendisiyle alay etmelerini, baskıyla ve kendi başına hareket ettiğini söylemelerini önlemek için bu düşünceyi onların da görüşüne arz etti.
Müfti Sa‘dî şöyle der: Bu sözü söyleyen, bu fikir onların dile getirdiği fikirlere göre tedbîre daha muvâfık olduğu için söyledi. Çünkü Yûsuf’u alacak olan kervan onu uzak bir yere götürecek ve böylece kendileri bir şey yapmadan maksadları hâsıl olacaktı. Öteki fikirlerin uygulanması durumunda belki babaları onu götürmelerine izin vermeyebilir, belki de maksadlarını anlayabilirdi.
Şu kardeşlere bakın! En merhametlisi bile Yûsuf’un kuyunun dibine atılmasından başkasına râzı olmuyor. Günümüz kardeşleri ve evlâtları da böyle. Çünkü dilleri her türlü şerri telaffuz ediyor da hiçbir hayır söylemiyor!
Âyette işâret vardır ki his ve kuvveler hevâ bıçağı ile kalb Yûsuf’unu öldürmeye çalışırlar. Çünkü kalbin ölümü hevâdandır. Hevâ, kalbi öldüren zehirdir. Ya da bütün his ve kuvveler kalbi beşeriyet yurduna atmaya çalışırlar. Çünkü kalbin ölümünden sonra ruh, şehvet ve arzularını elde edebilmek için yüzünü his ve kuvvelere çevirir. Böylece kalbin ölümünden sonra bütün bu his ve kuvveler, hayvânî-nefsânî nîmetlerden kâm almak için uygun bir topluluk hâline gelirler. İçlerinden bir sözcü -ki bu Yahuda yerinde olan müfekkiredir- şöyle der: Yûsuf’u öldürmeyin, beden (kalıp) kuyusunun dibine ve beşeriyetin derinliğine atın. Eğer bunu yapar, bu uğurda çalışırsanız nefsânî hâdiseler kervânı onu alıp götürür. et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.
Şu halde hakîkî hayat, ancak kalbin hayâtı ile gerçekleşir. Kalb Allah Teâlâ’nın evi ve üzerinde istivâ ettiği yerdir.
Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Fazl der ki: “Allâh’ın evine ve Haremi’ne -orada peygamberlerin izleri var diye- ulaşmak için çölleri, vâdîleri ve yolları aşanlar nasıl oluyor da bizzat Mevlâlarının izleri bulunan kendi kalblerine ulaşmak maksadıyla Allah için nefis ve hevâlarını aşamıyorlar?! Ona ulaşmanın yolu ise Allâh’ı zikretmektir.”
Şeyh Hakîm Tirmizî (Ebû Abdullah Muhammed b. Ali) der ki: “Allâh’ı zikretmek, kalbi tâzeleştirip yumuşatır. Zikrullah’tan uzak bulunan kalbe ise şehevî arzuların ateşiyle nefis harâreti musallat olur. Böylece kalb katılaşır, kurur ve âzâları itâat etmekten meneder. Kalbi uzatıp gerdiğinizde ise kuru bir ağaç gibi kırılıverir. Ancak kesilmeye yarar ve cehennem ateşi için yakıt olur. Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun.”
Kaynaklar:
Rûhu’l Beyân – İsmail Hakkı Bursevî
Hak Dîni Kur’ân Dili – Elmalılı M. Hamdi Yazır
Mayıs 2021, sayfa no: 58-59-60-61
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak