Ara

Yeni Bir Kimlik İnşa Etmek

Yeni Bir Kimlik İnşa Etmek

Zamanda bir seyahat yapsak ve şöyle yüz yıl öncesine gitsek. Şu anki bedenimizle var olduğumuz bir yüzyıl öncesini tahayyül edin. Bu topraklarda yaşamış insanların torunlarıyız ne de olsa. Manzara ne olurdu sizce? En başta görsel farklılıklar olurdu değil mi? Günümüzde giydiğimiz tişörtler, bulucinler, gömlekler, takım elbiseler, kravatlar, türlü kadın elbiseleri vs. çok yabancı kalırdı o zaman için emînim. Bu elbiselerle o zamana ışınlansaydık insanlar bize garip bir şekilde bakarlardı herhalde. Bu başkalaşım tüm toplumlar için geçerli olabilir belki ama en çok da bizim için geçerlidir. Nihâyetinde kıyafet devrimi ile ülkemize getirilen tüm modeller Avrupa’dan apartılmış giyim tarzlarıdır. Bir pantolon, gömlek veya kravat o zamanın Avrupa’sında çok sırıtmayabilirdi lâkin o zamânın İstanbul’unda ya da bir Anadolu şehrinde oldukça garip karşılanırdı. Derdimiz kıyâfetlerin târihsel dönüşümü değil elbette, daha çok kıyafetlerin içindeki insanların da kisveyle birlikte geçen yüz yıl içinde nasıl da değişime uğradığını ve yüz yıl önceki özbenliklerinden nasıl da uzaklaştırıldıklarını sorgulamaktır. Elbise deyip geçmeyin, aslında her şey II. Mahmud’un pantolon giymeyi zorunlu hâle getirdiği ve kendisinin de halka örnek olmak amacıyla meydanlarda boy gösterdiği o günlerde başladı.

Kimlik Problemi

Kişinin târihinden, örfünden, geleneğinden ve içinde bulunduğu toplumun inançlarından harmanladığı tüm kazanımlarına kimlik diyebiliriz. Zamanla içselleştirilen bu öğeler kişinin karakterini ve evrendeki duruşunu da belirler. Bir toplumu ebediyyen târih sahnesinden silmenin yolu o toplumu savaşlarda yenmek değildir. O toplumu soykırıma tâbi tutarcasına katletmek de değildir. Bir toplumu kalıcı şekilde yok etmenin yolu o toplumu kimliksizleştirmek ve kişiliksizleştirmekten geçer. Bu sâyede artık o toplumdan herhangi bir direnç ya da alternatif bir çıkış ihtimâlini de sıfırlamış olursunuz. Yetişen yeni nesiller bu baskın kültürün bir pazarı olmaktan ileriye gidemez. Günümüz halkları için biçilen değer de bir pazar ekonomisinde tuttuğu yer kadardır. İnsanın kimliğinin ya da geçmişten getirdiği ideallerinin sömürü düzenini kuranların nezdinde hiçbir değeri yoktur. Bir toplum bu kurulmuş düzene ne kadar pazar olabilirse o kadar itibar görür ve insanlarıyla o derece ilgilenilir. Bazen de bu insanların bulunduğu coğrafyadaki değerli mâdenler ya da enerji kaynakları için sınırlar çizilir, sahte yönetimler kurulur ve bölgenin tüm sermâyesi zengin batılılara gönderilir. Son günlerde Nijer’de yaşananlar bunun trajik bir örneğidir. Buralarda yaşayan insanların kapitalist düzen için bir değeri yoktur. Onları susturmak için îcâd edilen monarklar doyurulur ve ardından da toplumlar batının kültürel sömürgesiyle kimliksizleştirilir. Zamanla birlikte gençler batı özentisi tüketici bireyler hâline dönüştürülerek ellerindekiyle yetinmeyi öğrenmiş çaresiz bireyler haline getirilir. Bu bir öğrenilmiş/öğretilmiş çâresizliktir aslında. Tıpkı yuları bir sandalyeye bağlanmış atın dönüp gitmeyi aklına getiremeyeceği gibi...

Kimlik yozlaşması öylesine derin bir yaradır ki aradan yirmi yıl geçmiş olsa dahî yetişen insanlar geriye dönüp baktıklarında sanki o geçmişi hiç yaşamamışlar, sanki hiç var olmamışlar gibi tarihlerinden koparlar. Anlık yaşayan haz düşkünü bireylere dönüşüverirler. Bireyci, egoist, topluma karışmaktan çekinen, özgüveni bitik, gösteriş meraklısı etiket insanlarına dönüşüverirler. Bunu kendileri dahi fark edemez. Zannederler ki hep böylelerdi ve böyle olmaktan başka çâreleri de yoktu. Bunu bir örnekle somutlaştırmaya çalışalım. Cahit Zarifoğlu hâtıralarında bir olaydan bahseder. 70’li yıllarda TRT için bir film çekimi yaparlar. Filmi yapılan eser Rasim Özdenören’e âit “Çok Sesli Ölüm” isimli hikâyedir. Hikâye köyde babası rahatsızlanan bir çocuğun hastaneye ulaşmak için hasta babasıyla şehre yaptığı yolculuğu anlatır. Filmin bir yerinde de köyde meydana gelen bir kavga sahnesini çekmişlerdir. Daha sonra çekimi izleyen merkezdeki yetkililer köydeki kavgaya anlam veremezler. Çünkü bu kavga kendi bildikleri ve kendilerine öğretilen kavganın çok ötesindedir. Cahit Zarifoğlu durumu şöyle açıklar: Aslında burada unutulan geleneklerimize de vurgu yapmak için Türk usûlü kavgayı çekimlerimizde kullanmıştık. Oysa hâlihazırdaki gençlik televizyonlardan ve sinema salonlarından Amerikan tipi kavgayı öğrenmişler ve bunu hayatlarında uygular olmuşlardı. Oysa bizim geleneğimizdeki kavga dahi farklıydı. Unutulan bu Türk usûlü kavga dahi henüz yarım asır geçmeden yeni nesil için yabancı bir kültür unsuru hâline gelivermişti. Sadece bir kavga, ha öyle ha böyle demeyin. Hâfızanızdaki kavga sahnesine bir bakın, bu sahne dahi başka bir coğrafyadan devşirilerek zihnimize ve kimliğimize eklenmiş bir yabancı unsur ama farkında bile değiliz. İşte bizim acınası durumumuzun özeti budur.

Eğitim İle Köreltilen Nesiller

Eğitim insanın doğumdan sonra içinde bulunduğu topluma uyum sağlayabilmesi amacıyla kurumlar marifetiyle verilen bir terbiyedir. Gelin görün ki kurumsallaşmış bu yapı eğer ki müfredâtıyla, kaynak kitaplarıyla ve eğitimi veren öğretmenleriyle o ülkenin binlerce yıllık târihini yok sayıp belirli bir düzenin kök salması için hizmet görüyorsa vay o ülkenin hâline. Sovyetler Birliği zamanında işgâl edilen Türkî Cumhuriyetlerde kurulan kurumlar içinde en yıkıcı olanı şüphesiz eğitimdir. Her yemek saatinde çocuklara yemek için inandıkları Allâh’a dua etmeleri salık verilir. Çocuklar safiyetle dua ederler ama yemek gelmez. Ardından da aynı çocuklara bu kez yemek için komünizme dua etmeleri söylendiğinde çocukların avuçları duaya açılır açılmaz bir mekanizmayla sınıfın tavanından bir sofra indirilir. Gözleri fal taşı gibi açılan çocuklar şaşkınlık içerisindedir. Pek çoğumuzun tebessüm ederek karşıladığı bu durumu 7-8 yaşlarındaki çocukların bundan 80 yıl önceki hallerini gözeterek düşünün lütfen. Bu yöntemlerle inançsızlaştırılan ve devşirilen nesiller Sovyet Rusya’nın emperyal hedeflerine hizmet ettiler ve yeri gelince kendi köylerini basarak insanlarını dahi katlettiler. İşte kimliksizleştirilmiş nesiller bu derece etkilidir ülkelerinin kaderinde. Hâlen Orta Asya ülkelerini ziyâret edenler görürler ki en yaygın olan şey alkolizm, inançsızlık ve fuhuştur. Sizce bu tesâdüf olabilir mi?

Kendi ülkemiz için ele alındığında harf devrimi, kılık kıyafet devrimi, takvim ve ölçülerdeki değişiklikler başta olmak üzere pek çok yenilik koca bir milleti geçmişinden, değerlerinden koparmanın amacını taşıyan; toplumu batı için tehdit oluşturan kimliğinden uzaklaştırmayı amaçlayan girişimlerdi. Şimdilerde herhangi bir insanımız eğer ki Osmanlı, Selçuklu tarihini rahatlıkla okuyamıyorsa, kaynaklarına yabancıysa işte bu devrimler sebebiyledir. Şeklen başlayan bu değişimin zamanla çok derin problemlere yol açacağını düşünen kimi münevverler daha o zaman endîşelerini dile getirmişlerdir. Şekille başlayan ve daha sonra toplumun özüne sirâyet etmesi beklenen bu ithal kimlikler şükür ki toplum tarafından büyük oranda kabul görmedi. Toplum mâkûl karşıladıklarını aldı lâkin benimsemediklerini de kaldırıp attı. Filizlenen tarih şuuru ve inanç dalgası şekli farklı olsa da yürekleri vatan için millet için ve dinleri için atan yeni nesillerin boy vermesini engelleyemedi. Akif’in “Asım’ın nesli” dediği, Necip Fazıl’ın “Şuurlu gençlik” dediği, Sezai Karakoç’un “Diriliş nesli” dediği bu nesil tıpkı bir tohum gibi geleceğe atılmayı ve çoğalmayı bekleyen bir ümittir aynı zamanda. Televizyonların, internetin, yazılı ve basılı yayınların canhıraş kültürel saldırısına uğrayan bu nesil her şeye rağmen içindeki mayayı korumayı başarmış görünüyor. Batılıların en korktuğu şey de işte bu. Ya bu maya tutar da bu millet yeni baştan özüne dönerse diye korku ve endişe içinde bekliyorlar. Oysa ülkemizin caddelerine sokaklarına başımızı çevirdiğimizde, dört duvar arasına sıkışmış gençliğine bakıldığında gününü ziyân eden, bohem, amaçsız ve uyuşmuş bir gençliği göreceksiniz. Ama diğer yandan filizlenen ve gittikçe sesi daha gür çıkan tarih ve îman şuuruna sahip yeni bir nesil. İşte batılı emperyalistlerin çarklarına ot tıkayacak olanlar da bu gençlerdir.

Diriliş

Üzerimizdeki kisvelerden ve bizlere reva görülen taklit kimliklerden sıyrılmalıyız. Örnek alacağımız şanlı bir geçmişe sahipken, kıyâmete kadar sürecek bir dînin yüce Kitâbına ve son Peygamber’in (sav) mîrâsına sahipken dönüp de bakacağımız başka bir kaynak aramak beyhûdedir. İ'lâ-yı Kelimetullah için ömür harcayan, can veren nice kahramanlarımız orada sessizce bizi bekliyor. Hamza’lar, Ömer’ler, Selahaddin’ler, Fatihler, Yavuzlar, Ulubatlı Hasanlar, Nene Hatunlar, Seyit Onbaşılar ve daha nicesi. Pek çok batılının sahte kahramanlarının yanında bizim şanlı târihimizi yazan bir yeniçeri dahî nice filme konu olmalı değil midir? İşte, aslında olmayanı varmış gibi göstermek ve ardından da bu yalana bizi inandırmak ancak kimlik problemi yaşayan toplumlara zehrini enjekte eden batılıların marifetidir. Sineması da, televizyonu da, sporu da, modası da, ihraç ettiği tüm elektronik cihazları da aynı sömürünün araçlarından ibârettir. Eğer ki gençliğimiz şuurunu kaybetmişse elbette bu saldırının kurbânı olacak ve kimliksizleşerek kendisine biçilen rolü oynamakla yetinecektir. Oyunu bozanlar ise aradan sıyrılan ve batının tüm sahteliğini öze dönüş ataklığıyla yırtıp atan Âsımlar olacaktır. 

Eylül 2023, sayfa no: 46-47-48-49

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak