Ara

Yalınayak Abdî Baba

Yalınayak Abdî Baba

1990'lı yıllarda iş yerim ve evim Beyoğlu, Tophane'de bulunuyordu. Matbaacılık yaptığım işyerim Tophane-i Âmire binâsından Galatasaray'a uzanan Boğazkesen caddesi üzerinde, evimiz ise Galatasaray Lisesi ile Hamamı'nın arka kısmında bulunan Faik Paşa, Acı Çeşme sokağında idi. Öğle yemeğimi sabahları evden sefer tası ile getirirdim. Şâyet evden aceleyle çıktıysam peşimden öğlene doğru çocuklarım getirirdi sefer tasını. Allah ne verdiyse. Zannediyorum evden işyerine sefer tası ile yemek götüren son nesil biz olacağız. Üzülmemek, hayıflanmamak elde değil. Şimdi herkes hazırcı oldu. Bir kiloluk sefer tasını elimize alıp iş yerine götürmeye eriniyor veyâhut insanlar ne derler diye çekiniyoruz. İş yerlerinde çoğumuz, endüstriyel üretim, hazır gıdâ ürünü yemekleri yiyoruz. Nasıl hazırlandıkları ve sağlık açısından güvenilirlikleri konusunda hiçbir mâlûmâtımız bulunmuyor. Evimiz iş yerimize çok yakın olmasına rağmen yemek yâhut başka bir sebeple gün içinde, iş saatlerinde eve kesinlikle gitmezdim. Kendi kendime prensip edinmiştim. İş zamânında eve gidersem sanki işin ciddiyeti, bereketi gidecekti. Geriye dönüp şöyle bir baktığımda o günler için hakîkaten güzel günlerdi diyorum. Evet, kıt-kanâat geçiniyorduk belki kimi sıkıntılarımız da vardı lâkin o günleri özlememek elde değil. Geldiğimiz noktada görüyoruz ki her geçen gün, bizden kimi güzellikleri, değerleri alıp götürüyor. Hem de bir daha geriye dönmemek üzere...

Zannediyorum 1993 senesi idi. İş yerimde çalışıyordum. Telefonum çaldı. Arayan eşimdi. Heyecanlı heyecanlı Bişr-i Hâfî'nin evimizin penceresi önünden geçip gittiğini söyledi. Şaşırdım kaldım. Yüzyıllar önce vefât etmiş bir zâtın Beyoğlu, Faik Paşa'da ne işi olabilirdi. Bunu eşime de söyledim. Lâkin o ısrarla Bişr-i Hâfî'nin sokaktan yürüyerek geçip gittiğini söylüyordu. Peki dedim bana şu Bişr-i Hâfî'yi târif eder misin, nasıl bir eşkâli vardı? Başladı anlatmaya: “Yalınayak, beyaz tenli, ak sakallı, başında ördek yeşili takke, takkenin çevresinde sarık, sarığın bir miktârı arkadan sarkmış, şalvar-pijama arası beyaz bir pantolonu ve yine beyaz ketenden gömleği vardı. Gömleğinin cebinde gördüğüm kadarıyla bir misvak bir de tomarla kağıt vardı. Gâliba kağıtlar takvim yaprağı idi. Yerlere atılmış kağıt ve tahta parçalarını toplaya toplaya gitti ve gözden kayboldu” dedi.

Aklımda bu târife uyan birisi vardı. Lâkin bu Bişr-i Hâfî değildi. Aslen Sivaslı olan Abdî Pala yâni nâm-ı diğer “Yalınayak Abdî Baba” bu târife tıpatıp uyuyordu. Abdî Baba, yaka-bağır açık, yaz-kış yalınayak gezerdi. Sebebini söylemezdi. Özellikle kış aylarında biz kalın çorap ve botlarla üşürken onun zerre miktarı soğuktan etkilenmemesi bizi şaşırtırdı ki hâlâ bunun sırrını çözebilmiş değilim. Hadi soğuğu geçtim, ya o yazın kavurucu sıcaklarında, asfatların dahî eridiği zamanlarda o ayaklar bu harârete nasıl dayanabiliyordu? Şaşırmamak, hayret etmemek elde değil! Üzerinde İslâmî bilgiler olan takvim yaprakları başta olmak üzere yere düşmüş, atılmış kağıtları, tahta parçalarını, çivi ve benzer malzemeleri tek tek toplar, daha sonra onları uygun bir yere bırakırdı. “Kâğıt, kalem deyip geçmeyelim ne büyük nimettir.” Belki de bize bunu telkîn ediyordu, kim bilir?!

Abdî Baba bütün müslümanları, cemâatleri ayırt etmeksizin sever, tarîkatleri, tasavvufî ekolleri kokusu, neşvesi farklı farklı olan gül bahçelerine benzetirdi. Lâkin herhangi bir tarîkata mensûbiyetini duymadım, bilmiyorum. Onu belirli bir çerçeveye dâhil etmek, bir kalıba sokmak biraz zor gibi. Bilindiği üzere târihte Üveysîler diye bilinen velîler zümresi de vardır. Bu sınıfa giren velîlerin zâhirde bağlandıkları bir mürşidleri yoktur. Veysel Karanî Hazretleri gibi doğrudan Hz. Peygamber’in (sav) rûhâniyetinden terbiye gördükleri rivâyet edilir.

Onu meczub-i ilâhî kavramıyla da târif edebiliriz. Zîrâ kimi davranışlarından dolayı böyle bir çıkarımda bulunmak mümkün görünüyor. İbn Haldûn, Mukaddime'sinde böyle meczupların bir bakıma delilere benzedikleri halde velâyet makāmında bulunduklarını ve sıddîkların hallerine sâhip olduklarını zikreder. En iyisini Allah bilir. Yalın ayak gezme geleneğinin bir yol, bir silsile tâkibi olduğunu çok sonraları öğrendim. Meselâ Eyüp Sultan Tepeleri'nde, Kâşgarî Dergâhı yanı başında medfun olan Îsâ Geylânî hazretlerinin de yalın ayak gezdiği kaynaklarda yer alır. Abdî Baba'nın bu zâtın çok yakınında bir yere defnolunmasının pek de tesâdüf olmadığını düşünüyorum. Tıpkı üstâd Necip Fazıl'ın, şeyhi Abdülhakim Arvâsî Hazretleri ile ilk tanıştığı mekân olan Kâşgârî Dergâhı yakınına defnedilmesi gibi.

Telefonla uzun sürer düşüncesiyle eşime yolda gördüğü zâtın hayâl mahsûlü bir şey olabileceğini, meseleyi akşam tekrar konuşabileceğimizi söyleyip telefonu kapattım. Zîrâ o yıllarda Türkiye Gazetesi'nin elden ele dolaşan evliyâlar serîsi bantları vardı. Bir kısmını ben de dinlemiştim. Bunları dinleyip de böyle hayâller görmemek elde değildi.

Gün sonunda iş yerinden ayrılıp Tophane parkına doğru yürüdüm. Burası İstanbul'da mahalle kültürünün, samîmiyetinin, sıcaklığının hâlâ hissedildiği nâdir semtlerimizden biridir. Burada herkes birbirini yedi göbek öteden tanır. Doğum, ölüm, düğün, varlık, yokluk, kısacası hayâta dâir acı, tatlı her ne varsa paylaşılır. "Kederler paylaşınca azalır, sevinçler paylaşınca çoğalır" düstûru ancak mahalle hayâtında anlamını bulur. Yeni yerleşim alanlarında artık bu kavramlara yer yok. Uydu kentlerde, toplum hayâtından izole edilmiş sitelerde bu sözlerin bir ehemmiyeti ve anlamı var mıdır? İki elin parmak sayısı kadar kalan mahallelerimizin de hayat damarları her geçen gün biraz daha kurumaya başladı!

Tophane Parkı’nın yakınında bulunan çay ocağına vardığımda bir de baktım ne göreyim? Eşimin sabah pencereden geçip gittiğini gördüm dediği Bişr-i Hâfî yâni Yalınayak Abdî Baba tam karşımda oturuyordu. Abdî Baba zaman zaman Tophane'ye gelir, İsmail Rûmî, Karabaş Velî ve Gül Baba Hazretleri gibi semtin âhirete göçmüş büyüklerini ziyâret eder, biz mahalle sakinleri de kendisinden istifâde etmeye, nasipdâr olmaya çalışırdık. Abdî Baba'nın etrâfında gençler toplanmış pür dikkat onu dinliyordu. Onun mâlûmât sâhibi olmadığı Allah dostu, gönül insanı hemen hemen yok gibiydi. Türkiye'nin neresinde olursa olsun, ister hayatta ister vefât etmiş olsun hiç fark etmez, hepsini tanır, bilirdi. Hangi tarîkata bağlı olursa olsun gitmediği, bilmediği tekke yoktu. Nerede bir evliyâ, âlim, Hak dostunun kabri varsa Abdî Baba orada bulunmuş, heybesinde buralara dâir bilgiler biriktirmişti. Gençler bu minvâlde heyecanlı heyecanlı sorular soruyor o ise kendine has uslûbuyla bıkmadan usanmadan onlara cevap veriyordu.

Abdî Baba bāzan başından geçen ilginç hâdiseleri de anlatırdı. İşte bunlara bir örnek. 1990'lı yıllarda, özellikle büyük şehirlerde bir ara sarıklı dolaşmak yasaktı. Bu minvâlde cübbe şalvarla sokakta yürüyen bāzı vatandaşların gözaltına alınıp nezārete atıldığı da olmuştur. Abdî Baba da bu kısıtlamaya muhâlefet ettiği iddiasıyla göz altına alınmış ve bir karakolun nezāretine atılmış. Nezārettekilerin herbiri farklı bir suçlamayla buraya tıkılmış. Abdî Baba bunlarla birkaç saat sohbet muhabbetten sonra başlamışlar hep birlikte cehrî/sesli zikir yapmaya. “Hây”, “Hâk” sesleri karakoldan dışarı taşmış, yeri göğü inletiyor. Karakol âmiri çıkan gümbürtünün sebebini sormuş. Polisler “efendim sarıkla dolaşan, üstüne üstlük üzerinde herhangi bir kimlik kartı da bulunmayan bir vatandaşı nezārete attık, bu vatandaş nezāretteki diğer suçluları örgütlemiş toplu zikir yapıyorlar, başa çıkamıyoruz” demişler. Âmir, “tez vatandaşı salın, adam burayı yakında tekkeye çevirecek, başımıza iş çıkarmayın” demiş ve Abdî Baba'yı derhal serbest bırakmışlar. Abdî Baba hakîkaten kimlik kartı da taşımazdı.

Akşam namazı, yatsı ezanı, yemek faslı, sonrasında kahvehanede tekrar sohbet, derken saat gece on ikiyi buldu. Herkes evine barkına dağıldı. Kahvehanenin önünde geriye birkaç arkadaş, Abdî Baba ve yanında takılan bir derviş bir de ben kaldık. Abdî Baba ve yanındaki dervişin gideceği bir yer yoktu. Câmiler de o saatte kapalı olduğu için öylece kalakaldık. Daha doğrusu onlar bir türlü başlarının çâresine bakabilirdi. Lâkin buna benim gönlüm el vermedi. Buyrun fakirhaneye deyip evimize dâvet ettim. Önce kabûl etmediler, ısrâr edince çâresiz, teklîfimi kabûl etmek zorunda kaldılar. Geride kalan birkaç arkadaş, Abdî Baba ve yanındaki dervişle birlikte fakirhanenin yolunu tuttuk. Evimize varmadan önce eşimi telefonla aradım ve misâfirlerimizin olduğunu söyledim. Eşim, bir müddet sessiz kaldı “efendi bu saatte ne misâfiri?” diye sormadan ben konuşmaya tekrar devâm edip misâfirlerimizin Bişr-i Hâfî ve arkadaşları olduğunu söyledim. Hiçbir olumsuz tepki vermedi. Sâdece “buyrun gelin” dedi. Tepki verebilirdi zîrâ mevsim kış, çocuklar daha çok küçük, kömür sobası ise sâdece bir odada bulunuyordu. Hakîkaten bu şartlarda misâfir kabûl etmek hele hele yatılı misâfir kabûl etmek pek akıl kârı değildi!

Allah râzı olsun eşim hakîkaten Bişr-i Hâfî geliyormuş gibi hazırlık yapmıştı. Sobaya odun atmış, çayı demlemiş, evde bir heyecan bir telaş anlatılacak gibi değil. Kısa bir müddet sonra o endîşeler, panik havası gitmiş, eve bayram rûhâniyeti gelmişti. Çünkü hakîkaten ağır misâfirlerimiz vardı. Sohbet üstüne sohbet, zikir fasılları derken gece iki veyâhut üç gibi misâfirlerimin yataklarını serdim. Herkes istirahate çekildi. Misâfirlerim sabah namazına câmiye gitti, sabah kahvaltısını evde yapamadık. En yakın çayhaneye geçip kahvaltımızı simit, börek ve poğaça gibi yiyeceklerle yaptık. İş saati yaklaşınca vedâlaştık. Ben işime gittim, diğer arkadaşlarım da öyle. Abdî Baba ve yanındaki derviş nereye gitti? Bunu ancak Allah bilir. Bir sefer rotalarını sorduğumda Abdî Baba şöyle dedi: “Ahî, rotası olan derviş olamaz, biz zuhûrâta tâbiyiz, Mevlâ nereye savurursa oraya inşâallah.”

O akşam eve vardığımda eşimden sorular yağmur gibi gelmişti. 24 saat içinde yaşadıklarımızın ne olduğunu, nasıl olduğunu, hayâl mahsûlü mü yoksa gerçek mi olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. 21. yüzyıla adım kala İstanbul sokaklarını yalınayak arşınlayan bir derviş olabilir miydi? Olabiliyorsa nasıl oluyordu? Sorular, sorular. Haklıydı lâkin bu soruların pek çoğunun cevâbını ben de bilmiyordum. Çünkü sürdürdüğümüz hayat gördüğümüz manzarayı kavrayacak tarzda değildi. Çok hızlı yaşıyoruz. Kendimizi sürekli bir yerlere, bir şeylere yetişmek zorunda hissediyoruz. Üretim bandındaki dişlilerden farkımız yok. Buna can mı dayanır?! Oysa kıyâmete kadar öyle ya da böyle, şu veya bu şartlarda, biz haberdâr olmasak da Allâh'ın hâlis, özel kulları bulunacaktı. Böyle olmasa zâten dünyânın sonu gelmiş demektir.

Aradan seneler geçti. Takvim 2005 yılını gösteriyordu. Evimizi Eyüp Sultan'a taşımıştık. Geçen süre içinde Abdî Baba ile kaç defa karşılaşıp selâmlaştım hatırlamıyorum. Bir arkadaşım Abdî Baba'nın Eyüp Sultan'daki kabir yerini bilip bilmediğimi sordu. Oysa değil kabir yerini bilmek ben onun vefât ettiğini dahî ilk defa şimdi burada öğreniyordum. Abdî Baba'nın vefat haberini alamamam aslında normal bir durum. Çünkü o ne bir şeyh efendi ne bir âlim, ne ileri gelen makam-mevki sâhibi devlet adamı ne de mal mülk sâhibi biriydi. Dünyâlık hiçbir iddiası ve beklentisi de yoktu. Adı üstünde “Yalınayak Abdî.” Şu fânî âlemde üzerinde bir keten gömlek ve pijamadan başka bir şeyi bulunmuyordu. Böyle birinin vefâtını kim nereden nasıl bilebilirdi? Lâkin yine de birileri bilmiş, daha doğrusu birilerine bildirilmiş. Onlar da bu bildirimi ancak vefâtından sonra öğrenebilmiş.

Arkadaşlardan birisi Abdî Baba'dan artık sabit bir yerde durmasını, sohbetler vermesini ve biraz da dinlenmesini istemiş. O da cevâben “az kaldı yakında Eyüp Sultan'a yerleşeceğim, sâbit bir yerim olacak, orada sık sık görüşürüz inşâallah” demiş. Tabii arkadaş bu müjdeli habere inanmış, çok sevinmiş ve dört gözle Abdî Baba'nın Eyüp Sultan'a taşınmasını, yerleşmesini beklemeye başlamış. Aradan bir müddet geçtikten sonra Abdî Baba'nın vefât ettiğini ve Eyüp Sultan'a defnedildiğini öğrenmiş. Abdî Baba'nın “Eyüp Sultan'a taşınacağım” derken neyi kasdettiğini işte o zaman anlamış. Dervişlerin hâli işte böyledir. Onların işlerine akıl sır erdirmek biraz zor.

Bu arkadaşlar Abdî Baba'nın Eyüp Sultan'a defnedildiğini öğrenmişler lâkin nerede medfûn olduğunu hâlâ bilmiyorlardı. Benden kabrini bulmamı, mümkünse kabrini mermerle çevrelemek için bir de keşif yapmamı ricâ ettiler. Ücreti neyse aralarında toplayıp mütevâzı bir mezar yaptıracaklardı. Eyüp Sultan'da, 300 bin metrekarelik bir mezarlık alanında Abdî Baba'nın mezarını nasıl bulabilirdim? Kim bilir nerededir. Denizde kum Eyüp Sultan'da kabir. Bir gün Mihrişah Valide Sultan Sıbyan Mektebi önünde bir grubun oturduğunu gördüm. Aralarından biri ilâhi söylüyor diğerleri de onu dinliyor, dinleyenler zaman zaman söyleyene eşlik ediyorlardı. Cemiyet dağıldıktan sonra ilâhi söyleyenin kim olduğunu sordum. Derviş Mustafa olduğunu söylediler. Asıl adı Fevzi imiş, Gümüşsuyu Yolu üzerinde bakkalı varmış. Mahalle'de, semtte Bakkal Fevzi amca olarak biliniyor.

Mustafa amcanın yanına yaklaştım ve latîfe kabilinden: “Mustafa amca senin için derviş diyorlar doğru mudur? Şâyet doğru diyorsan seni test edeceğim bakalım hakîkî derviş misin değil misin?” dedim. Mustafa amca tebessüm ederek: "Onları boş ver, ne derlerse desinler. Kimin ne olduğunu en iyi Allah bilir. O ne derse biz oyuz. Kulum desin yeter bana. Sen ne soracaksan sor bakalım delikanlı" dedi. Yalınayak Abdî Baba'yı tanıyıp tanımadığını sordum. Bu sefer o bana gözleri ışıldayarak: “Abdî Baba'yı nereden tanıyorsun?” diye sormaya başladı. Kendimi tanıttım, onu yıllar önce tanıdığımı, hattâ evimde misâfir bile ettiğimi, şimdi ise kabrini aradığımı söyledim. O ise kendi elleriyle kabre koyduğunu ve beni oraya götürebileceğini söyledi. Birlikte kabrin yanına vardık. Meğer Abdî Baba ile komşu olmuşum da haberim yokmuş. Fakirhane ile buradaki kabrin arasında zannediyorum iki yüz metre mesâfe yoktur. Cenâb-ı Mevlâmız bu dünyâda olduğu gibi ebedî âlemde de inşâallah komşu eyler. Kabri yapılmıştı. Demek ki bizden önce başka muhibbanları hızlı davranmış kabrini yaptırmışlar.

Abdî Baba'nın kabri Kâşgarî Dergâhı'nın az ötesinde, yolun hemen alt kısmındadır. Kabri yanı başında dallarından hiçbir zaman tesbih eksik olmayan bir ıhlamur ağacı vardır. Şâhidesinin üzerinde, motifleriyle Sümbülî tâc-ı şeriflerini hatırlatan, dervişlere özgü bir başlık bulunur. Abdî Baba muhâtaplarına “ahî” (kardeşim) diye hitâb eder, ağzından çıkan ilk cümlesi dâimâ “Hû” (O, Allah c.c.) olurdu. Mezar taşı da zâten böyle başlıyor. Hû...

Kitâbesinde şu ifâdeler yer alır:

Hû...
Abdiyet makāmı verilmiş ezelden ona
Bu âlemde yaşadı hâlisâne, dervişâne
Dünyâya etmedi minnet, etmedi nefsine hizmet
Âbid geldi dünyâya, Abdî Baba göçtü ukbâya
Ne mutlu bizlere ancak, onu rahmetlerle anmak... 

Abdî Pala [Yalınayak Abdî]

1922-2003

Mayıs 2025, sayfa no: 64-65-66-67-68-69

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak