Ara

Yâkut Sultân

Yâkut Sultân

“Yeşil Türbesi’ni gezdik dün akşam
Duyduk bir hâtıra gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’ân sesini
Fetih günlerinin sâf neş’esini
Aydınlanmış buldum tebessümünle…”

Yeşil Câmii avlusundan aldığım tesbihe bakıyorum dakîkalardır. Aydınlık bir gün... Oysa elimdeki tesbihin taşlarının aydınlığı kadar görebiliyorum etrâfımı. Çünkü sâdece görmek kâfi olsaydı senelerdir yaşadığım bu şehirde, her sokağını neredeyse ezbere bildiğim bu semti yazmam kolay olurdu. 

Sağımda Yeşil Câmii, solumda Yeşil Türbe ve arkamda rûhumun bütün gizini tâkip eden Ulu Sultân’ın kalbini taşıyan tepe; Emir Sultân...

Taşın içinden şehri seyrediyorum. Gözlerim kendine âit ışığı çoktan terk etti. Bir beyaz zehir gibi dimağda tüten bu buhurdanı kim inkâr edebilir ki?

İlk defa âşık olduğumu hissediyorum. Daha ilk adımımı atmadan hissedilen bu duygu nedir henüz anlayamıyorum. Üç adım daha ilerledikten sonra Dedem Çelebi Mehmed Hân’ın mermer zemîne yayılmış kemiklerinin tozlarını kokluyorum. Evvelden bu mezar odasına inenlerin titreyen ruhları geçiyor, karanlık kuyu içinden. Ekrem Hakkı Ayverdi, Süheyl Ünver ve Kâzım Baykal... Kendilerinden kimselerin aslâ alamayacağı bu mekânı öldükten sonra da terk etmemişler belli ki... 

Uzanıp arkası bana dönük titrek rûha dokunuyorum. Dönüp bakıyor bana. Mîmâr Hacı İvaz Paşa... Göz boşlukları firûze çinilerle kaplı. Gülümsüyor... Beni incitmek istemediği için takmış bu çiniden gözleri. Elimdeki taş onu görünce; "Yâ Musavvir!.. Yâ Musavvir!.." diye zikretmeye başlıyor. Sonra taş bu zikirle yanmaya başlıyor birden.

O ân fetret devrinin yangını içinden gülümseyen başka bir yüz görüyorum. Çelebi Mehmed Hân Dedem.

Keskin bir erguvan kokusu sarıyor etrâfımı.. Sanki yasaklı bir ülkeden, kendi aslî yurduma dönmüş gibiyim. Birkaç saniye sonra karanlığın içinden hatâî yapraklar, kızıl lâleler ve üzümler çizilmeye başladı.

Taşın içinde dönüp duran bütün çizgiler, renkler, desenler… Tâ burun deliklerimden girip, gözlerimin rengine akseden turkuazla kendimi şimdi daha canlı hissediyorum.

Toprak altındaki bu hücrede toplaşan titrek ruhlar, dâvûdî sesiyle Kur’ân okuyan Mecnun Dede'yi dinlemekteler.

Zihnimde mütemâdiyen tekrar eden bir taş plakta ise Nevâ Kâr çalınıyor.

Eğilip fısıltıyla sesleniyorum taşa;

Sonsuzluğa açılan kapı bu mudur? Biraz daha yakından göstersen şu ince ruhluyu… Gördüm… Çini ustası Ahmed Tebrîzî Hazretleri… Nereden çıkıyor bu beyaz buğu? 

Tesbihi avuçlarımın içinde yüzüme yaklaştırarak ondan çıkan buğunun yanağımı okşamasına izin veriyorum… Buğu burnumdan beynime kadar giriyor. Sanki o saatlerde onlarla birlikteymişim gibi kalbim titriyor. Beynimin uyuyan hücreleri uyanıyor. Başımdan ayak parmaklarıma kadar gezen buğuyla akıp duruyorum zamanda. Bedenim yavaş yavaş uyuşurken zihnimin bir koza içinden çıkıp uçmaya hazırlanan bir kelebek gibi titrediğini hoşnutluk içerisinde seyrediyorum..

Daha kısa bir süre önce beynimi meşgûl eden târih sahifeleri şimdi bütün yaşanmışlığı ile hâfızamdalar ve ben onları bir filmi seyreder gibi seyrediyorum bu amber renkli taşın içinden.

Geçmiş zamanların serin kuytusunda uyuyan bu semt şimdi içimde capcanlı duruyor. Artık etrâfımı daha iyi görebiliyorum. Daracık merdivenlerden yukarı çıkarken anlıyorum hareket edenin aslında ben olduğumu.

Çelebi Mehmed Hân Dedemin itikâfa girdiği odanın önündeyim. Bu kocaman ahşap kapı… Kapı kolunun olması gereken yerde bir boşluk var… Elimi sokmaya korkuyorum… Gözlerimi kapayarak boşluğa dokunuyorum. Bir anda kendimi odanın ortasında buluyorum.

Odanın ortasında atlas bir minderde saçları örtüsünün yanlarından beyaz bir gümüş gibi parlayan yakut gözlü bir nine oturuyor. “Korkma! Ben Malhun Hâtun… yaklaş!... daha yaklaş ” diyor… Korkudan tir tir titriyorum. Yanına vardığımda fosfordan daha yeşil bir el uzanıyor dudaklarıma. Öperek başıma koyuyorum.

Dayanamıyorum… ağlıyorum... Ben hastalık derecesinde geçmişime bağlı biriyim… Durgun bir suya düşen taş gibi gözyaşlarım damladıkça elimdeki taş da dalgalanıyor deniz gibi âdetâ… Malhun Hâtun'un yüzünü seçemiyorum.

Sanki ben senelerdir bir ölünün gözlerini taşıyorum. Sanki mezarlıklardakilermiş asıl yaşayanlar da ben ölü kentlerde ne arıyormuşum… Görmek…. Gözler böyle bir dünyâda yaşamak zorunda kalan rûhum için bir zulümmüş hakîkat! 

Malhun Hâtun gözlerimden akan çürümüş bina ve erimiş ağaçları elleriyle topluyor. Üzülme diyor; geçecek hepsi yavrum. Biz hâlâ dua etmekteyiz sizler için bu mekânlarda.

Malhun Hatun Ninemin beyaz tülbentinden tarihi seyrediyorum. Timur’un yaktığı türbesinden yanık sarığı ile kalkan, hem zaferi ve hem de yenilgiyi tatmış dedem Bayezid Hân, oğul Musa ve İsa’ya sırtı dönük oturuyor.

Musa ve İsa Çelebiler toprağa değil de yeşil bir suya gömülmüş sanki. Sonra başka ruhlar görüyorum… Her adımda başka renge bürünüyorlar…

Ülke baştanbaşa yanıyor taht kavgalarında… Timur, birbirini yesin diye hükümdarlık beratı vermiş dört kardeşe de… Bu bir bahar değil, çürüyüş âdetâ!...

Çelebi Mehmed Dedem dirâyetle yürüyor boşluğa… Gözleriyle dağları taşıyor. Nesnelerin boşluğunu turkuaz çiniler beziyor. Milletin is kokan yanmış tâlihi yeniden gülüyor. Çelebi Mehmed dedem düşen yürekleri ve onurları yeniden ayağa kaldırıyor. Saltanatı sırasında itikafa girdiği bu odada ecdâdın ve evliyânın mânâsıyla murâkabeye dalarak kuşların ve kuzuların hâline bile vâkıf oluyor.

Bir hizmet ehli için bedenden daha yorucu bir şey var mıdır? Hâfızamla yaşamaya başlayınca bunu fark ediyorum. 

Dedem Çelebi Mehmed Hân beden hapsinden kurtuluyor. Edirne’de bir av sırasında ölüm ona hafifçe dokunuyor. Atından düştüğünde yüreği endîşe ile burkuluyor;

“Ya tekrar ülkede karışıklık baş gösterirse!.."

Ölüm döşeğinde paşalarına güçlükle fısıldıyor;

“Oğul Murad Hân tahta oturmadan beni toprağa gömmeyiniz.”

Kırk bir gün halktan ve ordudan vefâtı sır gibi saklanır!

Çelebi Hân Dedem saltanat sürdüğü sekiz sene boyunca yirmi dört savaşta kılıç sallamış. Buna rağmen birçok risâleler okuyup, sanatı cepheden dahi takip etmiş.

Şimdi anlıyordum ki; dünya gözünden sıyrılmışların baş gözüne ihtiyaçları yokmuş. Onlar için bu dünyada görülecek tek şey hizmet etmekmiş.

Şimdi bu amber renkli yeşil taşın içinde gözbebeklerimin niçin yakıldığını daha iyi anlayabiliyorum. Şimdiye dek bana gösterilenler ve okutulanlar yalan yanlış bilgilermiş, bu mekânlar, eski kaynaklar, gözlerimden saklanıp, hâfızam silindiği için gezdiğim bu yerlerde ara sıra bir şeyler sezsem de geçmişe âit ölü şehirler zannediyormuşum.

Malhun Ninem düşüncelerimi tasdikler gibi başını salladı;

"Böylesine derinden bakan göz neyi yanlış görür ki? Ve yine inanıyorum ki, artık bu dimağla yazabileceksin mekânların ve taşlarının hâfızasına sinmiş gerçek hikâyeleri…" 

***

Öğle güneşinin türbeyi aydınlatan neş'esiyle uyandı. Uyuyakaldığı Emir Buhâri Türbesi’nin penceresinde elindeki renkli taş tesbihe baktı…

"Evet!... artık yazabilirim… yazabilirim..." diye belli belirsiz fısıldadı… 

Eylül 2023, sayfa no: 60-61-62-63

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak