Ara

Velî

Velî

Ahlâka dâir eserlerde velâyet mertebesindeki kimselerin özellikleri sayılır. Üç husûsu şahsında bulundurur velî der “Miftâhül kulûb” adlı eserde:

  1. Kim görse saygı duyar.
  2. Huzûrunda gam ve kederi kalmaz.
  3. İbâdet ve tâate şevki artar.

1960 ihtilâlinde Üstâzımız H. Hasan Efendi’yi şikâyet ederler karakola. Onu gören komutan saygıyla ayağı kalkar. İntikam hırsıyla dolan komutan üstâzımızın boyunu bosunu sorar. Normal bir ölçüde olduğunu söylediklerinde, “başı semâvâta uzanmıştı” der.

Aleyhinde söz eden bir grup, arabada kendisini gördüklerinde ayağa kalkarlar. İçlerinden biri arabaya yaklaşır, “Efendim! Daha yeni hakkınızda ileri geri konuşuyorduk, ama yine de size canımız fedâ olsun” der.

Evlâdı olmamıza rağmen, görünce bir heybete kapılırdık. Almanya’da bir müddet kalan sevgili bir kardeşimiz, “ismimi sorduğunda, heyecandan hatırlayamayacaktım neredeyse” demişti.

Şam-ı Şerif’de tanıştığı bir âlim görünce kendisini, “Yâ Üstâz, seksen gün kadar olsun misâfirim ol” der.

“Bu gülistan bahçesinde gerçi yüz bin gül biter

Bu gülistandan haber vermeye bir tek gül yeter”

dedikleri gibi, hangi birisini anlatabiliriz..

İkinci olarak huzûr-ı saâdetlerinde neşeyle dolar kişi. Dereköy’den iki âşıkla Sâmî Efendi’yi ziyâretimizde, âdetâ sarhoş olmuştuk. Ayrıldığımızda içimizi öyle bir zevk kaplamıştı ki, kendimizi kuş gibi hissettik.

Her görüşümüzde Sâmî Efendi Hazretleri’ni, gayr-i ihtiyârî gülerdi yüzlerimiz. Onu gören bir imam efendiyi câmide seyreden ihvan, “hoca efendinin gümüşle kaplı bir kupa gibi pırıl pırıl parladığını” söylerdi.

Üçüncüsü, uhrevî amellere yönelir, kalbine giren nûr ile kurb-i Hakk’a kanat çırpar. Sahabe, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ (sav) Efendimiz’e: “Kalbe nur girince genişler, rahatlar bunun alâmeti nedir yâ Resûlallâh?” diye sordu.

Kâinâtın Sultânı Peygamber Efendimiz ise: “Âhirete yöneliş, aldatma yurdundan, dünyâdan uzaklaşma, ölüm gelmeden ölüm için hazırlık yapmaktır.” diye buyurdu.

Velîleri görenler, tevbe edip günahtan arınırlar. İsyanla hantallaşan bir topluluk da olsa, isyâna tövbe ederek mağfur, bağışlanmış olarak kalkarlar. Onları tanımanın işâreti de, Muhammedî (sav) sürmeyle sürmelenmektir buyurur Sâmî Efendi Hazretleri “Ashâb-ı Kirâm” kitâbında.

Rabbimiz (cc) İlâhî hitâbında buyurur: “Rabbları katında onların mükâfâtı; altlarından ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan hoşnûd, onlar da O’ndan râzıdırlar. İşte bu, Rabbından korkan kimseye mahsustur.” (Beyyine, 8.)

Elmalılı Hamdi Yazır Hocamız bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allâh’ın rızâsına ermişler, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği” en büyük rızâya kavuşmuşlar, “râdıyeten” râzı olmuş olarak, “merdıyye” (râzı olunmuş) makâmına ermişlerdir. Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara mahsustur. Tevbe Sûresi’nin 72. âyetinde meâlen Rabbimiz buyurur: “Allah, mü’min erkeklere de, mü'min kadınlara da -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler va’detti. Allâh’ın bir rıdvânı (rızâsı) ise daha büyükdür. İşte bu, asıl bu, en büyük seâdetdir.”

 

Ebû Saîd el-Hudrî (ra)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:


“Allah Teâlâ cennetliklere:

- Ey cennet sâkinleri! diye seslenir. Onlar da:

- Buyur Rabbimiz! Emret! Bütün hayır ve iyilikler Sen’in elindedir, derler. Allah Teâlâ: 

- Hâlinizden memnun musunuz? diye sorar. Onlar:

- Nasıl râzı olmayalım, Rabbimiz? Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nîmetler ihsân ettin, derler.

Allah Teâlâ:

- Size bunlardan daha değerlisini vereyim mi? buyurur. Cennetlikler:

- Bunlardan daha değerlisi ne olabilir, Rabbimiz! derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk:

- Üzerinize rızâmı indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim, buyurur.”

Velâyetin sırrı,

  1. Melekler nurdan yaratılan varlıklardır. Akıl sâhibidirler, ama şehevî hayvânî duyguları yoktur.
  2. Hayvanların şehevî duyguları var ama akılları yoktur.
  3. Âdemoğlunda akıl da vardır şehvet de.

Aklı şehevî duygusuna gâlib olanlar, melekler gibidir. Belki de onlardan üstündür.

Cenâb-ı Hakk’ın Hitâb-ı İlâhîsi üç şekildedir Kur’ân-ı Kerîm’de.

  1. Ey Îmân edenler.
  2. Ey müttakîler.
  3. Ey kullarım.

 

“Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Sâlih, hayırlı) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 27-30.)

Ey nefs-i mutmainne, huzûra ermiş nefis, îmân etmiş, kalp huzûrunu îman ve ihlâs ile Rabb'ine hayır takdîm etmede bulmuş olan nefs. Dön Rabbine, hem râzı olmuş, hem de kendisinden râzı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. “Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan.” (Mâide, 119.) Dön de gir kullarımın içine, bana ihlâs ile kulluk eden, sâdece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samîmî sâlih kullarımın zümresine katıl. “Kim Allâh’a ve peygamberine itâat ederse, bu gibi kimseler, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel arkadaştırlar.”(Nisâ, 69.); Ve gir cennetime onlarla berâber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zîrâ kutsal, temiz ruhlar yâni nüfûs-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dâhil ol. Râzi der ki: İtmi’nan, yerleşip sâbitleşmedir. Bu yerleşip sâbitleşmenin nasıl olduğuna dâir birkaç vecih vardır:

BİRİNCİSİ: Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde hakka yakînen inanma zevkine ermektir. Nitekim, “Fakat kalbimin iyice yatışması için” (Bakara, 260.) âyetinden maksat budur.

İKİNCİSİ: “Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar.”(Bakara, 112.) mânâsınca korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken “Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin.” (Fussilet, 30.) hitâbı işitilmekle olur.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kur’ân ve delil, bu kalp huzûrunun ancak Allâh’ı zikirle elde edileceği husûsunda mutâbıktır. Kur’ân, “Bilin ki, kalpler ancak Allâh’ı zikir ile huzur bulur.” (Ra'd, 28.) diyor.

Mücahid: “Allâh’ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdîk edip buna iyice inanmış ve her yaptığı işte onun emrine teslîm olmuş ve boyun eğmiş nefistir.” demişlerdir. Diğer bir ifâde ile; “Allâh’ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona vermiş, kalbi onun emriyle çarpar, Allâh’a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka bir ifâde ile, “Allâh’a kavuşacağına yakînen inanmış, gönlü onunla çarpar". diye rivâyet olunan tefsirler de, “Gerçekten mü’min olanlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman bu onların îmanlarını artırır. Bunlar yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2.), “İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslîm olunuz. İtâatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.”

Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar. “(Hacc, 2.) ve “Tevbe ile Rabb'inize dönün.” (Zümer, 54.) gibi âyetlerin mânâlarına da işâret ederek birbirlerini tamamlayan târiflerdir.

Nefs-i mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır:

  • Ölüm zamânında olması.
  • Öldükten sonra dirilme zamânında olması.
  • Hesap tamamlandığında olmasıdır.

“Rabb'ine dön” denilmesinin büyük bir gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde “râdıyye”, seni bu ebedî nîmete erdiren Rabb'inden râzı ve hoşnut; “merdiyye” de, Rabb'in katında rızâ ve kabûl görmüş, yâni temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin nedeniyle Rabb'in de senden râzı olarak, seni en büyük kurtuluş olan rızâ ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir.

Dahhâk'ten rivâyet olunduğuna göre bu hitap ile “dön” emri, öldükten sonra dirilme sırasındadır. Yâni “ey ölüm ile sükûna ermiş olan nefs-i mutmainne! Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allâh’ın huzûruna râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak dön de sonsuz hayâta er” demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler “kullarımın içine gir” âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivâyet edilmiş olduğunu söylemişlerdi. “Cennetime gir” de, birlikte sevap yurdu olan cennete girmedir.

Müellif Elmalılı Hamdi Yazır (rh.a) Hocamız velîlerin hallerini beyandan sonra, şu güzel temennî ile mevzuya son verir:

Ey Rabbim! Bu satırları âcizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir nefs-i mutmainne ile râzı olan ve râzı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle cemâline eren samîmî kulların zümresine kat. “Allâh’ım! Sen’den, Sana kavuşacağına inanan, Sen’in kazâna râzı olan ve Sen’in lutfettiğine kanâat eden bir nefs-i mutmainne istiyorum.”

Yûnus Sûresi’nin 62 ila 63. âyetinin tefsîrinde ehl-i tahkik şöyle der: Îmanla takvâ sıfatını birlikte götüren velîdir.

 

Velâyet iki kısımdır.

  • Velâyet-i âmme, umûmî velîlik. Îman ve takvâ ehli olanlar.
  • Velâyet-i hâssa, özel velîlik. Fenâ ve beka, Şerîat ve hakîkat, cezbe ve sülûk, (gönlü Hakk Teâlâ aşkıyla yanan ve güzel ahlâka eren) zühd ve muhabbet ehilleridir.

İmam Kuşeyri (rh.a) velînin alâmetini şu şekilde sıralar:

  • Meşgûliyetleri Allah Teâlâ’dır.
  • Yönelişleri Allah Teâlâ’dır.
  • Düşünceleri Allah Teâlâ’dır.

Dertleri Rabbimizi râzı etmektir. Huzûrunda mahcûb olacak işleri yapmamaktır. Korkuları şu âyettir: “Ve hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden bir kurtuluş karşılığı (fidye) alınmayacağı ve hiç kimseden bir şefâatin kabûl edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden korkun.” (Bakara, 123.)

Ebu Said Harraz (ks): Velâyet kapısı açılan kul, şu nîmetlere mazhar olur:

  • Elest bezmindeki ahdi ve hiçbir zaman unutmamamız gereken Rabbimizi hatırlamaktır. “İnsanlar bir araya gelip Allâh’ı zikrettikleri zaman melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder.”

Ebu Hüreyre (ra) bir gün çarşıya gider ve oradakilere şöyle seslenir: “Hz. Muhammed’in (sav) mîrâsı câmide taksîm edildiği halde, siz buralardasınız!..” Çarşıdaki insanlar hemen câmiye giderler. Fakat mîras diye bir şey göremezler. Ebu Hüreyre’ye gidip şöyle söylerler: “Yâ Eba Hüreyre, câmide taksîm edilen herhangi bir mîras görmedik.” Ebu Hüreyre onlara; “Neyi gördünüz?” diye sorar. Onlar; “Allâh’ı zikreden ve Kur'ân okuyan insanları gördük” derler. O zaman Ebû Hüreyre “İşte Peygamberin mîrâsı odur.” der. (el-Gazzalî, el-İhyâ)

  • Yakınlık. Tasavvufta, Allâhü Teâlâ’ya yakın olmak.

Abdülganî Nablüsî (ks): Allâhü Teâlâ’ya farzlarla hâsıl olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sâhiblerinin (Allâhü Teâlâ’dan korkup, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder.

İmâm-ı Rabbânî (ks): Kurb ve visâl, kavuşma lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu gibi, bu’d ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbı da Cehennem azâbından daha kötüdür.

  • Üns. Allâh’ın isim ve sıfatlarının tecellîlerini müşâhede eder. Kâinâtta Allah’tan başka hakîkî müessirin olmadığına îmân eder. Rabbinin yanında, yakınında olmaya can atar. Cehenneme girdiğinde bile eğer Allâh’a karşı beslediği sevgi ve saygıda kusur ederse bu o kimsenin gerçek mânâda üns, ünsiyet makâmından uzak olduğunun göstergesidir. Kuşeyrî Risâlesi.
  • Tevhid kürsüsünde müşâhedeye ermek.
  • Bütün perdeleri kaldırıp, Celâl ve azamet sâhibi Allah Teâlâ’ya vâsıl olmaktır.

Cemiyetin derdiyle dertlenen üstâzımız, “Velîleri câmi köşelerinde aramayın. Okullarda dîninin mücâdelesini veren gençlerde arayın” buyururlardı.

Necip F. Kısakürek’in, “ham softa ve yobaz” adlı konferansında geçen kimseler değildir velî. M. Esad Coşan Hocamıza, “yeter ki para isteme, gece sabahlara kadar namaz kılayım” diyenler değildir.

Çilekeş üstâdın sözü, İslâm’ı doğru anlama noktasında çok mühimdir: “İslâm namazla başlar, namazla bitmez.”

Erdemlili Ahmet Şahin amca bu noktada ne güzel söz etti. Kendisini tanıtan bir öğretmene: “Senin öğrencileri İslâm fıtratı üzere yetiştirmen, postu üzerinde oturan bir şeyhin hizmetinden daha üstündür.”

Tırnak kesiminden devlet idâresine kadar her noktada İslâm’ın güzelliğini yansıtmaktır velâyet. Takvâ ölçüsü içerisinde yaşanan İslâmî hayat, nefsimizden muhite dağılarak cihâna hâkim olmalı. Yeryüzü iktidârında Cenâb-ı Hakk söz sâhibi olarak Sâlihleri haber veriyor: “Andolsun ki; Zikir’den sonra Zebur’da da yazdık ki: Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olur.” (Enbiyâ, 105.)

İslâm’ın emirlerini bütünüyle yaşamaktır velîlik. “Ey mü’minler, bütün varlığınız ile İslâm'a (barışa) girin. Sakın Şeytânın izinden gitmeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 108.)

Kısım kısım bölüm bölüm yaşamak reddedilmiştir dînimizde. Elmalılı Tefsiri’ndeki izah bu tarzdadır. “Onlar, Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. “Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz” derler. Bu ikisinin (îmanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır. Allâh’a ve peygamberlerine îmân edenler ve onlar arasında ayrım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükâfâtlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Nisa, 150-152.)

 

“Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr edenler”, bu âyetten anlaşılıyor ki, kâfirler başlıca üç kısımdır:

Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiçbirine îmân etmeyenler.

İkincisi: Îmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yâni Allâh’a îmân iddiasında bulunup da Allâh’ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar.

Üçüncüsü: Peygamberlerin bâzısını tanıyıp da bâzısını tanımayanlardır ki, kitap ehlinden yahudi ve hristiyanlar bu kısımdandır. Ve bu âyet doğrudan doğruya bunlar hakkında inmiş, îman ile küfür arasında orta bir derece, bir yol bulunmadığı ve peygamberlerden bâzısını tanımamak hepsini tanımamak ve hepsini tanımamak Allâh’ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yâni Allâh’a ve peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklayarak değil, fikir ve mezhepleri bu küfrü gerektiren ve Allah ile peygamberleri arasını îmanda ayırdetmek isteyenler, hattâ bunu da genel olarak ve umûmî şekilde açıklamayıp sözleri bunu gerektiren, biz bâzısına inanırız ve bâzısına inanmayız diyenler, meselâ “Mûsâ, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız, fakat Îsâ'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'ân'a inanmayız” diyen yahudiler; aynı şekilde, “Mûsâ'ya ve Îsâ'ya, Tevrat'a ve İncil'e inanırız ama, Kur'ân'a ve Muhammed'e inanmayız” diyen hristiyanlar ve aynı şekilde yahudiler arasında “Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz değildir” diye kaçamak yapan, ve bu şekilde îmân ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler, işte bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri açıkça sâbittir. Zîrâ îmân ile küfür, hak ile bâtıl arasında bir mertebe yoktur. Bir peygambere küfretmek, peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe küfretmek, bütün peygamberlere küfretmektir ve bütün peygamberlere küfretmek, Allâh’a küfretmektir. Çünkü Allâh’ın bir emrine küfretmek, genel olarak, Allâh’a küfretmektir. Biz de üstün kudret ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere alçaltıcı, ihânetli, aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır, sırası gelince tadacaklardır. Şu halde vaad edilen af ve mükâfât böyle inkâr ve küfür sâhiplerine değildir.

Ekim 2018, sayfa no: 4-5-6-7-8-9-10

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak