17 Şubat 1898’de İstanbul Haseki’de doğan, 14 Şubat 1986 târihinde aynı şehirde vefât edip Edirnekapı/Sakızağacı mezarlığına defnedilen Ahmet Süheyl Ünver, geçen asrın en mühim şahsiyetlerinden biridir.
Süheyl Ünver denince aklınıza ne geliyor diye bir soru sorarsanız, sorunuza cevap vermeden önce size bir açıklama yapmak isterim. Dervişlerin, dünyâda olup biten olaylara bakış tarzlarını ifâde eden cümlelerinden biri de şudur: Celâl içre cemâl vardır. Bu şu demektir: Dünyâda iki çeşit olay vardır. Biri üzen, ağlatan, öldüren olaylar, diğeri sevindiren, güldüren ve hayat veren hâdiseler. Birincisine celâlî tecellîler, ikincisine cemâlî tecellîler denir. Sûfîlere göre bütün celâlî tecellîlerin, sıkıntıların, savaşların, âfetlerin, salgın hastalıkların içinde cemâlî bir tecellî de vardır. Yâni dikenin yanında gül, gülün yanında diken… Sâdece gülü görerek şımarma, sâdece dikene odaklanarak ümitsizlik çukuruna düşme! Dervişler hayâta bu açıdan baktıkları için onların defterlerinde ümitsizlik, bedbinlik, kötümserlik sayfaları yoktur.
Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin meşhur beyti bu söylenenleri özetliyor:
Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar onu
Nerde bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ
İşte Süheyl Ünver denince benim aklıma bu hikmetli bakış tarzı geliyor. Cumhuriyet îlân edildiğinde Tıp Fakültesini bitiren Dr. Ünver şöyle diyor: “Herkesin bir mesleği bir de meşgalesi olmalıdır. Bu bütün kültür dünyamızdır.” Onun bir asra yaklaşan ömrü, âdetâ bu cümlenin gerçekleşmiş hâlidir. Cumhuriyet döneminde yaşanan ve din, târih ve kültür dünyâmızı yakından ilgilendiren celâlî tecellîlerin başında “eskiyi unut, yeni yolu tut” diye formülleştirilen anlayış gelir. Osmanlı kültürünü küçümseyen zihniyet, Harf devrimiyle birlikte zirveye taşınmıştır.
İşte Süheyl Ünver denince benim aklıma, kültür hayâtımızla ilgili bu “kasırgalar” devâm ederken hiçbir ümitsizliğe düşmeden, bağırıp çağırmadan, bir ipekböceğinin sabrıyla, tribünlere oynamadan, vitrinlerde görünme derdine düşmeden, derin bir teslîmiyet duygusuyla kendi kozasını ören ve elinde dâimâ gül olan, gülbün olan mütevekkil, mütebessim bir derviş gelmektedir. Bugünden düne doğru bakınca böyle sıkıntılı dönemlerde onun gibi dengeli, sabırlı ve uzağı gören tavırlar/eserler ortaya koymanın ne kadar isâbetli ve bereketli olduğu daha kolay anlaşılmaktadır.
Onun tıb alanında ordinaryüs profesör olduğunu, Tıb Târihi Enstitüsü’nü kurduğunu, 2000 civârında (evet, iki bin) yayın yaptığını, sâdece İstanbul ile ilgili yazılarının İstanbul Risaleleri adıyla beş cilt olarak basıldığını söyledikten sonra tıb ile ilgili ilk üç eserini sıralayalım:
1. Uygurlarda Tabâbet VIII-XIV. Asırlar, İstanbul, 1936
2. Tıbb Târihi, Târihten Evvelki Zamanlardan İslâm Tabâbetine Kadar, İstanbul, 1938
3. Selçuk Tabâbeti XI-XIV. Asırlar, Ankara, 1943
Sonra sanatla ilgili üç eseri:
- İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri Albümü, İstanbul, 1945
- Türk Yazı Çeşitleri ve Fâideli Bazı Bilgiler, İstanbul, 1953
- Türk Oyma Sanatı Katı’, Ankara, 1980
Sonra üç kişi:
- Türk Pozitif İlimler Târihinden Bir Kesit Ali Kuşçî Hayâtı ve Eserleri, İstanbul, 1948
- Hattat Ali b. Hilâl Hayâtı ve Yazıları, İstanbul, 1958
- Yahya Kemal’in Dünyâsı, İstanbul, 1980
Sonra Defterler… Defterler… Defterler…
Türk resim târihinin renkli sayfalarından birini teşkîl eden, İstanbul başta olmak üzere Konya, Bursa, Edirne, Ankara, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Sivas, Divriği… gibi şehirlerle ilgili yüzlerce sulu boya resmi, karakalem çizim ve fotoğrafı ihtivâ eden defterler.
Ona âit 1886 kitap, makâle, bildiri ve yazıların tam künyelerini ve yayımlandıkları yerleri merâk edenler Süheyl Ünver Bibliyografyası’na bakmalıdırlar. (Gülbün Mesara, Aykut Kazancıgil, Ahmet Güner Sayar, İstanbul, 1998.)
O hattattır, XIX. asrın en büyük hattatlarından biri olan Şevkî Efendi anne tarafından dedesidir. 1916-1923 târihleri arasında aynı zamanda Medresetü’l-Hattâtîn’de talebedir. Necmuddin Okyay Efendi’den Ebru icâzeti vardır. Eniştesi Hattat Hasan Rıza Efendi’den hat meşk etmiştir. Bu mübârek medreseden Tezhîb ve ebru icâzetnâmesi alan Ahmet Süheyl Ünver, ömür boyu aldıklarını vermek için bütün fırsatları değerlendirmiştir.
O, Cumhuriyet döneminin en büyük ressamlarından biridir. Üstâdı, Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’dir. Kültür değişimlerinin getirdiği vurdumduymazlıklar sebebiyle ölüme terk edilen birçok târihî binâ, onun fırçası sâyesinde bugüne ulaşmıştır. İstanbul başta olmak üzere birçok şehrimiz için yazıp çizdiği yüzlerce-binlerce dosyanın büyük bir kısmı hâlâ kisve-i tab’a bürünmeyi ümitle ve sabırla beklemektedir.
Kaleme aldığı şiirlerin -bizzat görmedim amma- Dîvançe-i Süheylî’yi oluşturacak kadar bir yekûna ulaştığını görgü şâhidi Ahmet Güner Sayar söylüyor.
Tezhîb sanatının pîri olan bu insanın, tezhîb-i ahlâk yönüne de temâs etmek gerekir: Tasavvufî ahlâk.. Osmanlı döneminde yetişen birçok gönül adamından istifâde eden Ahmet Süheyl’in mürşidi, 1942’de vefât eden Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Efendi’dir. Mecdî’nin mürşidi Fatih Türbedârı adıyla meşhur olan ve 1920’de vefât eden Tırnovalı Ahmet Amiş Efendi’dir. Ünver’in babası Mustafa Enver Efendi de Tırnovalı olup onun da feyiz kaynağı aynı kişidir. Dervişlik yönünün dâimâ ikinci planda kalması, bilinmemesi bu silsileden aldığı mânevî terbiye ile ilgili bir konudur. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin Süheyl Bey’e yazdığı mektuplar bakalım ne zaman basılacak?
Çalışmalarını bir ibâdet şuuruyla yapan, kimseden maddî bir şey beklemeyen, ürettiklerini de bütünüyle Devlet’in ilgili kurumlarına bağışlayan Ünver’in eserlerinin kamuoyuna sunulması aşamasında gönüllü talebeleri de olmuştur. En büyük talebesi kızı Gülbün Mesara, gelini Dürdâne Ünver hanımefendiler başta olmak üzere Osman Nuri Ergin, Gönül Özdemir, Aykut Kazancıgil, Cahide Keskiner, Vural Solok, Cevat Yalın, İsmail Kara, Ahmet Nezih Galitekin, Mine Esiner Özen, Güney Ongun, Bahri Ata vd.nin; hayâtı, faaliyetleri ve eserlerinin neşrinde katkıları olmuştur. Fakat âcizâne kanâatime göre ona Allâh’ın en büyük lütuflarından biri de Ahmet Güner Sayar’dır. Çünkü onun kaleme aldığı ve 1994 yılında yayımlanan eseri: Süheyl Ünver Hayâtı Şahsiyeti ve Eserleri isimli kitap, biyografi alanında bir yıldız gibi parlamaktadır. İlâve edelim: Sayar’ın dedesi de Ahmet Amiş Efendi pınarından âb-ı hayat içenlerdendir. (Sayar’ın eserine ulaşamayanlar onun DİA’daki maddesini okumalıdır. c.42)
Tenvîmiyye
Süheyl-Müzehher çiftinin kızları Gülbün doğunca, Mecdi Efendi hem adını koydu hem de özel bir tenvîmiyye=ninni şiiri yazdı. Okuyalım:
Uyu ey Gülbün ü gülgûn u furûzânım uyu
Uyu ey şanlı kızım dilber-i handânım uyu
Can katar cânına uyku senin ey cânım uyu
Uyu ey nûr-i Müzehher uyu cânânım uyu
Sen benim gülbün ü ömrümde gül-i rânâsın
Ömrümün hâsılısın nûru safâ pirâsın
Sen bana lutf-i Hudâ mevhîbe-i Mevlâsın
Uyu ey nûr-i Müzehher uyu cânânım uyu
Yaşa binler yaşa ey nûr u bedîu’l-leman
Senin emsâlin tezyîd ede Rabb-i Mennân
Dâim ol şân u şereflerle celîlu’l-unvân
Uyu ey nûr-i Müzehher uyu cânânım uyu
Hâtırat kısmına gelirsem onu ilk defa altmışlı yıllarda Kubbealtı’nda, daha çok hanımlardan oluşan talebelerine ders verirken uzaktan gördüm. Yıllar sonra 1979 yılında Bursa İnebey Yazma Eserler Kütüphanesi’nde çalışırken gördüm. Selâmlaştık, tanıştık. Yanındaki hanımefendi’ye önündeki kitaptan bir şeyler anlatıyordu. Kulak misâfiri oldum. Konu Nane Turşusu idi. Önündeki eser de, yıllar sonra bir grup arkadaşımla birlikte yeni harflere aktararak 2009’da yayımladığımız Kâmil Kepecioğlu’nun Bursa Kütüğü isimli eseri idi.
Bir nevi Bursa kültürü ansiklopedisi olan ve büyük oranda Bursa Mahkeme Sicilleri’ne/Kadı Sicillerine dayanan bu 4 ciltlik eserin Nane Turşusu maddesi şöyle başlıyor: İstanbul saraylarının nâne turşusu ihtiyâcı Bursa’dan temin edilirdi. 1604-1659 târihlerinde İstanbul’dan gelen konu ile ilgili emirler aynen iktibâs edilmişti. O metinleri büyük bir zevk ve alçak bir ses ile -muhtemelen Osmanlıca bilmeyen o hanımefendiye- okuyordu.
Bursa’da 22-28 Haziran 1981 târihinde yapılan I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi’nde berâberdik. Tebliğinin başlığı uzun idi: “Hemen Her Yerde Birbirlerinden Farklı Mistik Folklor İle İyi Telkin Tedavileri Esasları Ve Buna Bursa’nın Verdiği Tam Bir Örnek”
Onunla son görüşmemiz vefâtından kısa süre önce, Mehmet Kaplan Hoca’nın Üniversite’den emekli olması sebebiyle İstanbul Maçka Otel’de Dergâh yayınlarının tertiplediği yemekli toplantıda oldu. Otelden ayrılırken resepsiyonda bulunan otelle ilgili dokümanlardan birer tâne alıp özenle cebine koyduğunu ve tebessümle bize bakarak gözleriyle “siz de böyle yapın” dediğini hiç unutamıyorum.
Dolaylı bir hâtıram da şöyle: 1978-2008 târihleri arasındaki otuz yıl içinde zaman zaman Bandırmalı Ali Ağabey’i (Öztaylan) ziyâret ettim. Süheyl Ünver’in ism-i cemîlinin geçmediği hiç bir sohbet hatırlamıyorum. Sohbetin başında, ortasında veya sonunda, Süheyl Bey bütün o nezâketiyle gelir aramıza katılırdı. Ali Ağabey’in ondan naklettiği cümlelerden hatırladıklarım: “Hasta muayenesinden aldığım parayı hiçbir zaman mutfak masraflarında kullanmadım.” “Bugünün insanlarının ayrıca çileye girmelerine gerek yoktur. Hayâtın kendisi ne yazık ki çilehaneye dönüştü.” “Biz büyük şahsiyetleri ziyâret etmeden önce boy abdesti alırız.” “Ali’ciğim, bu dünyâda üç tâne dostum var, biri Feyhaman Duran biri de sizsiniz.” Ali Ağabey üçüncüsünü söylemezdi, sohbete katılanlardan da hiç kimse “üçüncüsü kimdir” diye sormadı.
Ufûlüne Târih
Nesli tükenenlerden ressâm bir âdemoğlu
Halûk, tabîb-i hâzik, hayrân bir Osmanoğlu
Çıktı üçler birlikte dâveti fısıldadı:
Hû eyvellâh dervişler Hû “SÜHEYL ENVEROĞLU” 1406
Şubat 2021, sayfa no: 24-25-26-27-28-29
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak