Ara

Vatanımın Dağlarında Ezan Yankılanır Semâsında Ay Yıldızlı Bayrak Dalgalanır

Gönül toprağına ekilir önce vatan sevdâsı, orada yeşerir, tomurcuklanır, güller açar. İnsanoğlu için vatansız kalmak zor bir durumdur. Bir yere âit olmak, orayı kendine yuva yapmak kişiyi her zaman mutlu ve güçlü kılar. Son yıllarda küresel güçler ve üst akıl olarak adlandırılan zihniyet, tüm dünyâda kargaşalar çıkartarak insanları yokluğa, sefâlete sürükleyerek sömürmeyi, kendi emirlerine âmâde kölelere dönüştürmeyi amaç edinmiş durumdadırlar. Vatansız kalan, evini yuvasını bırakarak yaşadığı yeri terk eden, terk etmeye zorlanan, dünyânın her bir köşesine savrularak mültecî durumuna düşen insanların hâli hiç de kolay değildir. Nasıl ki kendi toprağından alınarak başka bir toprağa ekilen herhangi bir bitkinin bile yeni ekildiği yerin havasına, suyuna alışabilmesi için uzun bir zaman gerekiyorsa, vatanını terk etmek zorunda kalan insanlar da aynı süreci yaşamaktadırlar. Bu süreç, psikolojik rahatsızlıklara ve ölümlere kadar uzanabilmektedir. Bizler öyle bir milletiz ki özümüzde, rûhumuzda bitmeyen bir sevdâ gibi duran vatan aşkı var. Anadolu'nun bağrında yetişen toprağın kokusu ile yoğrularak büyüyen nice yiğitler vardır. O yiğitleri büyüten, yüreği ve dili duâlı, elleri kınalı analar. Bir dağ misâli dimdik duran, evlâdını büyütürken “ben sana haram lokma yedirmedim oğul, vatanına, bayrağına, nâmusuna sâhip çık. Vatanına, şerefine gözlerini diken hâine fırsat verme” diye öğütleyen babalar var bu milletin özünde. Târihimizde yaşanmış şu olay, bu milletin analarının yiğitliğini, babaların ve evlatlarının asâletini en güzel şekilde anlatmaktadır bizlere: “Sonbaharın karanlık, aysız gecelerinden biriydi. Bulutlar birbiri üzerine yığılmış, hava toprakla bulutlar arasında sıkışmış, ağırlaşmış, sıcak dalgalarıyla teneffüsü boğucu bir hal almıştı. Karanlık o kadar yoğundu ki yıldızlı geceler, bu korkunç karanlığa nisbetle âdetâ gündüz sayılabilirdi. Yağmur bardaktan boşalırcasına dökülüyor, şimşekler gökleri yere indirecek gibi çakıyor,; güyâ cenge koşan askerleri top ve bomba seslerine alıştırmak istiyormuşçasına, kulakların zarını patlatacak derecede kesilmeksizin devâm ediyor, yıldırımlar birbiriyle rekabet edercesine zikzaklı ve ateşli hatlar çizerek, tesadüf ettiği her şeyi tahrip ve yok edercesine olanca şiddetiyle çalışıyordu. Tabiatın kıyâmetten bir numûne olan bu dehşetli hengâmesi arasında, beşerin kudret ve azmine delil olacak bir askerî faaliyet bütün intizâmıyla, bütün sâkinliği ve ihtişâmıyla devâm ediyor; harekâtına zerre kadar hâlel getirmeden, bir dakikasını bile kaçırmıyordu. Bilecik İstasyonu’nda bir askerî tren harekete âmâde idi, lokomotif istim hazînelerinde fazla geleni keskin bir hışırtıyla semâya savuruyordu, otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularını taklit edercesine dizilmişti. İkinci kampana çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. Fakat askerî trenlerin ikinci kampanalarıyla, üçüncü kampanaları arasında epeyce zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin hareketini ihtâr eden kondüktörlerin “Tamam, tamam” nidâları askerî bir trenin harekete hazır olduğunu ithâm edemez. O sağdan saydıran, mevcûdun adedini anlatan başka bir usûle, başka bir ‘tamam’a tâbi olduğundan askerî memurlar bütün mevcudiyetleriyle çalışıyorlar, vazîfelerini ikmâle uğraşıyorlardı. Trenin tam karşısında ve kapısı açık kırk beşlik bir vagonun hizâsında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Binbaşı Abdülkadir bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti, evvelâ nöbetçidir diye hükmetti. Hakîkatte bu bir evlâd-ı vatan bekleyen şefkatli bir anneydi. Yanına yaklaştığı vakit, vücûdu manevi kederlerin büktüğü bellerin rükû şeklini andırır bir şekilde biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekçik, sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, kendisinin sessiz lisânına ve inleyen kalbine tercümân olan mukaddes bir maksatla canlı bir âbide gibi orada dikilip kalmış bir Türk anasıydı. Yıldırımların salıverdiği kuvvetli projektörlerin aydınlığı sararmış çizgili çehresini gösterdi. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına akçıl saçlarına yapışmıştı. Şimşek çaktığı her kısa zaman aralığında gözleri vagona yöneliyordu. Binbaşı Abdulkadir yaklaştı, ‘vâlide burada ne duruyorsun?’ sualiyle aşağıdaki konuşma başladı: -Şimendiferde asker oğlum var; onu geçirmeye, selâmetlemeye geldim. -Oğlun kimdir, nerelidir? -Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından Mahmut oğlu Hüseyin. -Oğlunu çağırayım mı, görmek istiyor musun? -Olur oğul, ona bir sözüm var, onu söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana duâ ederim. Binbaşı Abdulkadir vagona koşarak, bir künye okudu: -Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses: -Efendim, benim Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt. Akgünlü’den. -Gel oğlum, seni anan görmek istiyor. Delikanlı vagondan atlar, şimşeğin ışığı altında seçilebilen levendine bir vücut, filiz gibi bir boy. Hüseyin heykel gibi hazırol vaziyetinde sağ el selâm ve ihtiram mevkiinde Binbaşı Abdulkadir’in karşısında emre âmâde durur. Berâberce yürürler, muhterem vâlidenin karşısında dururlar. Hüseyin anasının elini öperken, zavallı vâlide ciğerpâresini bir daha bir daha koklarken, der ki: -Hüseyin Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de, ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de şehit düştüğü topraklarda yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minâreden ezan sesi kesilecekse, câminin kandilleri körlenecekse sütlerim harâm olsun, öl de köye dönme. Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının rûhuna Fâtiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.” dedi. Hüseyin bu sözleri kalbinin en derin ahd ve vefâ yerine gömdüğünü îmâ eden bir saygı ile dinlemişti. Anasını ve Binbaşı Abdulkadir’i selâmladı, gitti. Abdulkadir bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı, sordu: -Vâlide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi? -Yalnız bizim soy değil, oğul. Elli yıldır köylü, mezarlığa delikanlı gömemedi. Din, İslâm, vatan dursun da varsın biz hep ölelim. -Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu? -Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Komutan oğlum, hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelden nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık, düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın, dedi. Binbaşı Abdulkadir bu îman dolu vâlidenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iki iftihar damlası gözyaşını salıverdi ve bir îman ve kanaatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı: Rabbim bu milletin başından böyle îman dolu Anaları eksik etmesin çünkü bir milleti doğuran da ana, yaşatan da.”(1) Resûlullâh (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cennete giren hiçkimse dünyâya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehit böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp defalarca kere şehit olmayı temennî eder."1 İşte geçmişten günümüze, Çanakkale gibi 15 Temmuz gibi yaşanan bu muhteşem zaferlerin altında yatan ruh da şehitlik ve gâzilik rûhudur. Kişilerin huzur ve güven içinde hissedebileceği bir yuvaya ihtiyâcı olduğu gibi, bir milletin devamlılığın sürdürebilmesi, varlığını devâm ettirebilmesi için, kendini güvende ve özgür hissedebileceği bir vatana ihtiyâcı vardır. Bu millet için, semâda dalgalanan ay yıldızlı sancağın gölgesidir vatan. Gönüllere huzur veren Kur’ân sesinin duyulduğu yerdir; kulaklarda çınlayan, dağlarda yankılanan ezanın, özgürlük müjdesi olarak bilindiği yerdir vatan. Birlik berâberlik içinde yaşadığımız sürece al bayrak göklerde dalgalanacak, ezanlar ve Kur’ânlar semâda yankılanacak. Âyeti kerîmede şöyle buyurulmaktadır: “Hep birlikte Allâh'ın ipine (Kur’ân'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allâh'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”3 Vatan sevgisi sevgilerin en kutsalıdır, bizler öyle bir milletiz ki vatan uğruna malımızı, canımızı fedâ etmekten aslâ çekinmeyiz. Vatan için can verebilmek, kendini fedâ etmek, mertebelerin en yükseği olan şehitlik mertebesine yükselmenin adıdır. Ölüm bizim için yok olmak değil âdetâ yeniden dirilmektir. Dün olduğu gibi bugün de; birlik berâberliğimize, vatanımıza göz dikenlere aslâ fırsat vermemeliyiz. 15 Temmuzda hissettiğimiz, yeniden dirilen Çanakkale rûhunu kaybetmemeliyiz. O ruh ki kadını, erkeği, çocuğu, genci, yaşlısı, doğusu, batısı demeden birlik oldu, vatanına göz diken hâinlerin, batı uşaklarının karşısında dimdik durdu, ezanına, bayrağa elini uzatanların elini kırdı. Bu öyle bir güçtür ki tanklar, tüfekler, uçaklarla da gelseler bu milleti yıkmayı, yok etmeyi aslâ başaramayacaklar. İnsanlıktan çıkmış, şeytanın uşaklığını yapmayı kendine görev edinmiş bu zâlimlerin oluşturmak istedikleri kargaşa ve kaos planları da aslâ başarılı olamayacak, toplum içindeki kardeşliği, birlik ve berâberliği bozmak için ekmeye çalıştıkları fitne tohumları yeşermeyecek, verdikleri uğraşlardan sonuç alamadan, kurdukları tuzaklar kendi ayaklarına dolanacak, kazdıkları kör kuyulara düşerek yok olacaklar. İslâm dînine inanan, Kur’ân ahlâkı ile yaşamaya çalışan bu millet birlik berâberliğini devâm ettirdiği sürece Allâh’ın izniyle ayakta kalmaya devâm edecektir. Hani şâir diyor ya: “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” Resûlullâh (sav) şöyle buyurmaktadır: “Size birlik hâlinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zîrâ şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, berâber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim Cennet’in ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın.”4 Gönüllerimiz îmanla ve birlik içinde attığı sürece bu milleti hiçbir güç sindiremez, onlarca şehîdin kanı ile sulanan bu topraklara aslâ düşman giremez. Mehmet Akif’in dizelerinde anlattığı gibidir, yüreği îmanla dolu bu millet için vatanın anlamı. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ. Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” Bazı zamanlar vardır duâ kapısının aralandığı, kırık gönüllerin semâda kabûl gördüğü. Öyle de gönüller var ki inşirah âyetlerini yürek yaralarına merhem diye süren, meleklerin âminlerle duâlarına eşlik ettiği. Allâh’ım! Bizleri duâ kapısını aralayan, huzûruna varan kullarından eyle. Ey Rabbimiz! Dînimizi, Kur’ân’ımızı, iffetimizi, şerefimizi, ordumuzu, yurdumuzu, bayrağımızı muhafaza eyle. Memleketimize göz diken düşmanlara ve memleketin kötülüğüne çalışanlara fırsat verme Yâ Rabbi! “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı mağfiret eyle! Ayaklarımızı yolunda sâbit eyle! Kâfirler gürûhuna karşı da bize yardım eyle!”5 Nuriye Eycan Dipnotlar 1 Harp Mecmuası Sayı: 17, s. 267, 269. 2 Buhari, Cihad 5, 21- Müslim, İmaret 108, 109. 3 Âl-i İmrân, 103. 4 Tirmizi fiten 7 5 Âl-i İmrân, 147.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak