Ara

Vatan ve Târih Şuurunu Nasıl Anlamak Gerekir? / Mustafa Armağan

Vatan ve Târih Şuurunu Nasıl Anlamak Gerekir? / Mustafa Armağan

Hani millet için “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, târih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” derler ya, tabii ki bu her tanım gibi nâkıstır. Nasıl nâkıs olmasın ki? Hâlen Avrupa veya dünyânın değişik bölgelerinde Türk milletinin evlâdı olan milyonlarca gurbetçi yaşamakta. Şimdi aynı topraklarda yaşamıyoruz diye onları yabancı mı kabûl edeceğiz? Yâhut mahallî gelenek ve göreneklerin ‘birliği’ hangi sihirli değnekle sağlanacaktır? Kezâ ülkü birliği! Bakıyorsunuz on yıllardır Türkçülüğü bir ülkü olarak millete dayatan siyâsî parti Kürtçü bir partiyle işbirliği yapabilmiş. Demek ki ülkü dediğiniz de öyle sâbit bir sütun olarak duruyor değil. Dil birliği derseniz bir ülkede farklı ana dillerin varlığı kaçınılmaz. Hele ki Osmanlı gibi bir imparatorluğun vârisi iseniz bundan daha tabii bir durum olamaz. 

O öyle, bu böyle diye diye millet tanımını tenkit ettik; lâkin dikkat ederseniz tanımda bir faktör zikredilmemiş, diğeri de sâdece beş harfe sıkıştırılmıştı. Gördüğümüz tanımda din birliği olmadığı gibi târih birliği de araya sıkıştırılmıştır ki, aslında en önde gelen faktörlerdendir. Din evrensel olduğu için millî bir tasnife çok fazla sıkıştırılamayabilir ama kültür ve târih birliği ile birlikte diğer unsurlardan daha belirleyici olduğu açıktır. 

Neden peki? Açalım.

Çünkü bir milleti diğerlerinden ayırt eden ana mi’yar yâni kriter kültür ve târihtir ve bunların aynası olan dildir. Aynı soydan olsa bile aynı kültür ve târihin içinden gelmiyorlarsa o toplulukta bir hâfıza birliği sağlanmaz. Meselâ kardeş ülke Azerbaycan’da yaşayanlar bizim Yavuz Sultan Selim’i sevdiğimizden daha fazla Şah İsmail’i sever ve onun Çaldıran savaşında yenilmesinden üzüntü duyar. Bunda da kendileri açısından haklıdırlar, zîrâ onların târihi Safevîliğin etkisini taşır kaçınılmaz olarak, tıpkı bizim Osmanlılığın etkisini taşıdığımız gibi. Demek ki milletleri birleştirmek için kan veya soy birliği de yetmiyor, ortak bir hâfıza ve yaşanmışlığın bir coğrafya üzerinde sürekli hatırlanması gerekiyormuş.

Târih dediğimiz bilim dalı evrensel de, tarafsız da, objektif de olamaz bunun için. Matematiğin, fiziğin, coğrafyanın olduğu mânâda evrensel olamaz daha doğrusu. Matematiği Çin’de öğrenmek ile Amerika veya Japonya’da öğrenmenin farklılığı belki bazı notasyonlardan ibârettir (meselâ İsrail okullarında (+) işâreti Haçı temsil ettiği gerekçesiyle yasaktır). Lâkin ülkeden ülkeye işlemler ve denklemler değişmez. Gelin görün ki, sıra târihe gelince manzaranın tamâmen değiştiğini görürsünüz. Bu da târihin evrensel değil, bölgesel bir mâhiyette olduğunun delîlidir. 

Soralım o zaman:

Türkiye’de yaşayan bir fert olarak Rusların Deli Petro’su ile Yavuz Sultan Selim’i aynı mesâfeden görme şansınız var mıdır?

Bizans İmparatoru Konstantin ile Fatih Sultan Mehmed nasıl aynı hizâda durabilir sizin için?

Öte yandan ABD’nin kurucu başkanı George Washington ile ‘Son Sultan’ Sultan 2. Abdülhamîd’e aynı gözlüklerle bakabilir misiniz?

Tabiatıyla bakamazsınız. Kezâ bir Amerikalı, Rus ve Yunan da bizim târihimize o gözle bakamayacaktır.

Hiç düşündünüz mü: Neden her ülkede kendi târihini araştıranlar yabancı ülkelerin târihlerini araştıran uzmanlardan kat be kat fazladır? Ne var ki bu sorunun cevâbı, ‘Tabii ki öyle olacak, ne tuhaflık var ki bunda?’ diye kestirip atmaktan başkası olamaz. 

Anadolu’daki Târihimiz

Böylece târihin neden ısrarla ve daha önemlisi, ‘doğru’ bir şekilde öğretilmesi gerektiği noktasına geliyoruz. Bir millette devamlılık dil ile evet, ama muhtevâ (software) olarak ancak târih ve kültür ile sağlanabilir de ondan. Millet olma şuurunun ekseni kültür ve târihtir çünkü. Ben kim olduğumu ancak kültürüm ve târihim üzerinden târif edebilirim ancak. Âşikârdır ki, o kadar güvenip beğendiğim biyolojik varlığım ‘beni’ diğer benlerden ayırt etmekte âciz kalacaktır. 

Fransız düşünür Joseph de Maistre (1753-1821) “Dünyâda insan göremiyorum” demiş ve ardından şu ilginç cümleyi eklemişti sözüne: “Hayâtım boyunca Fransız, İtalyan, Rus vs. gördüm ama itirâf edeyim ki insana rastlamadım.”

İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun Çıplakları Giydirmek adlı bir piyesi vardır. Burada insanların sosyal hayatta çeşitli giysilere bürünerek kimliklerini yanıltıcı kılıklara soktukları teması işlenir. Velhâsıl çıplak insan yoktur. Dâimâ bir kimlikle örtülmüş olarak var oluruz. O kimliğimiz ise bir coğrafyanın beşiğinde târih eşliğinde oluşur. Nitekim Fransız târihçi Camille Jullian'ın şu sözü Yahya Kemal’e yepyeni bir ufuk açmıştı: "Fransız milletini Fransa toprağı bin yılda yarattı."

Yahya Kemal bu kışkırtıcı fikri Anadolu’daki dokuz asırlık mâcerâmıza uyguladı ve târihin mekânla berâber bir milletin oluşumundaki muhteşem ortaklığı düşüncesinin odağına yerleştirdi. Orta Asya’daki kadîm Türk târihine eğilmeye gerek görmeyen mütefekkir şâirimiz, Anadolu’daki mâcerâmızı zaman ile mekânın harmanladığı bir medeniyet hamurunun yoğrulması olarak değerlendirmişti. Biz bu topraklarda yaşadığımız târihle piştik ve pâyitaht İstanbul’da billurlaşan büyük medeniyetimizi bu sâyede vücûda getirdik. 

İki defa Viyana’ya kadar giden ecdâdımız 1071’den akıp gelen kadîm bir nehrin devâmıydı esâsen. Biz de 1683 yılındaki fecî Viyana bozgununun devâmıyız dolayısıyla. Lâkin sanki dünümüzde Kanuni Sultan Süleyman’ın haşmetli dönemi varmış gibi bakamayız târihe bu yüzden. Muhteşem dönemler elbette vardır târihimizde ama son asırlar için aynı şeyi söyleyemeyiz ne yazık ki. Biz işte o bozgun dönemlerinin çocuğuyuz. Keşke muhteşem dönemlerin çocuğu olabilseydik demeyen var mıdır içimizde? Sezai Karakoç ne demişti:

- Ha evet Yahya Kemal;

Bozgunda Bir Fetih Düşü

Yahya Kemal İstanbul merkezli medeniyetimizin hatırlanması ve estetik yoluyla yeniden üretilmesi sâyesinde muhteşem zamanları yeniden yaşamaya azmetmişti. 

Öyleyse târihe bakarken nasıl bir târih içinden gelmekte olduğumuzu iyi öğrenmemiz lâzım. Ne romantizmin tuzağına düşüp gerçeklerden kopalım, ne de yenilmişlik psikozuna kaptıralım kendimizi. Bilelim ve ona göre şuurlu bir gidiş tutturalım.

Târihe Nasıl Bakmalıyız?

Ne var ki kısaca pozitif bilimler dedikleri tabiat, fizik veya fen bilimleri ile mânevî bilimler de diyebileceğimiz kültür bilimleri arasında bir fark gözetmezsek târihi anlamakta zorlanırız. Peki nedir bu fark? 

İnsan yalnız maddî/biyolojik bir varlık tabakasından ibâret değildir. Onun psikolojik ve mânevî boyutları da vardır ki, insan olmasının asıl mânâsı da biyolojiden değil, mânevî boyutundan neşet eder. Bu durumda insan yalnız madde ve akla değil, mânevî/kültürel temellendirmeye de muhtaçtır. 

Mânevî ihtiyaçlarının karşılanmaması veya savsaklanması hâlinde meydana gelen ruh hastalıklarının âdetâ salgına dönüştüğü günümüzde bu gerçeği idrak 19. asrın pozitivist dünyâsı karşısında daha kolaydır. 

İşte pozitif bilimler insanı ölçülebilir noktalarda anlamaya çalışırken mânevî bilimler onun ruh röntgenini çeker. Bu röntgen filminin gösterdikleri arasında insanı hakîkaten anlamak için onun yaşadığı çevre ve zamâna odaklanmak gerekir. Çünkü bir insan farklı çevrelerde başka yönleri ortaya çıkan, farklı zamanlarda ayrı kişilik özellikleri sergileyebilen bir varlıktır. Düşünün, Kanada’da veya Papua Yeni Gine’de doğsaydınız nasıl bir dünyâ görüşünüz ve hayat anlayışınız olacaktı acaba? 

İşte burada üzerine coğrafya ve târihin, vatan ve milletin şuur hâline dönüşmesinin hikâyesi dokunmuş gergefi tanımamız gerekiyor. Bu gergef bizim için Anadolu sahnesinde yaşanan târihimizdir. O târih ki, bizim bütün karakter haritamızı ele verecek ipuçlarıyla doludur. Anadolu’nun Faruk Nafiz Çamlıbel’in dediği gibi “söylenmemiş bir masal gibi” bizi beklediği bu renkli târihî birikimi gerçekten sağlıklı bir kimlik oluşturmak ve ondan değerler devşirmek için bir laboratuvar olarak kullanmamız şarttır. Bunu başarmak için de sormak ve sorgulamak ihtiyâcındayız.

Ama maalesef bizde târih bir tür maskeli baloyu andırır. Maskelerin ardında hangi gerçek yüzler saklıdır? Târihçinin işi bu düğümü çözmek olması gerektiği halde sâdece maskeleri veri alırsa gaflet perdesini kalınlaştırmak sûretiyle târihe ihânet etmiş olur. 

Bir de soru işâretini evde unutan bir târihe vedâ etmeliyiz. Soru sorarak, sorgulayarak, eski deyişle muhakeme melekemizi kullanarak yürümeliyiz sağlıklı bir vatan ve millet şuurunu inşâ etmek için. 

Anadolu’nun fethi ne zaman başladı?

İşte dillerde dolaşan bir slogan:

Türkler 1071 yılında Malazgirt seferiyle Anadolu’yu fethe başladı.

İyi de bu durumda 1015-16 yıllarında Alparslan’ın babası Çağrı beyin öncülüğünde Anadolu’ya yönelik akınları anlatan aşağıdaki bilgileri nereye koyacaksınız:

“İlk olarak Anadolu’ya giren ve özellikle Ermeni kaynaklarında kaydedildiği üzere “mızrak, ok ve yaydan ibâret olan silahları çekili, beli kemerli, uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları” karşısında Bizans kumandanı Senekerim’in sevkettiği kuvvetler “yağmur gibi atılan oklar” karşısında yenilgiye uğradılar. Böylece Van gölü havzasının büyük bir kısmı Çağrı Bey’in kontrolüne girdi.”[1]

Van Gölü havzasını geçici de olsa hâkimiyetine alan Çağrı Bey’in akınları neden zikre değer görülmez sahi? Bu sorunun kuyruğuna şunu da eklemek zorundayız:

Eğer biz İslâmî kimliğimizi önemsiyorsak -ki bir Müslüman için ondan daha önemlisi olamaz-, ‘bizim’ Anadolu’ya gelişimiz güneydoğudan değil, güneyden gerçekleşmiştir ve Hz. Ömer zamânında gelmiş olup geliş târihimiz Kudüs’ün fethinden sâdece bir yıl sonradır. Hem de Diyarbakır 639 yılında el-Cezîre bölgesinin fethiyle görevlendirilen İyâz b. Ganem’ın ordusunun sol kanadına kumanda eden meşhur Hâlid b. Velîd tarafından fethedilmiştir. 

Yâni bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde ilk ezan sesi neredeyse İslâm'ın “harem”i bulunan üç kutsal merkezinden biri olan Kudüs ile aynı zamanda duyulmuştu ama bu sarsıcı bilgi, nedense resmî târihin zırhının içerisine girememiştir. Halbuki Dört Halîfe, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde Anadolu’da asırlarca İslâm-Bizans mücâdelesi yaşanmış ve bunun çeşitli izleri, Cizre, Urfa ve Diyarbakır Ulucâmilerinin ve daha birçoklarının açık kanıtları ortadadır.

Velhâsıl ‘biz’ Anadolu’ya 1071’de değil, ondan yaklaşık dört asır önce, Hz. Ömer zamânında gelmiştik. Ve bu toprakların neredeyse Kudüs ile eşzamanlı olarak İslâmlaşması gerçeği bize yeni fikir ufukları açacak, "mayamızın aslı"nda mevcut olup “millet”in tanımında ihmâl edilen din ile târihin kimlik oluşturma mekanizmasındaki vazgeçilmez rolünü daha net kavratacaktır.

[1] Ali Sevim, “Çağrı Bey” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.

Mayıs 2024, sayfa no: 12-13-14-15

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak