Ara

Varlığımızı İslâm’a Adamalıyız

Varlığımızı İslâm’a Adamalıyız

Vücudumuz, Bize İlâhî Bir Emânettir

Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-gönlümüz, bize emânet edilen bütün varlığımız hakka adanmalı; Cenâb-ı Hakk’ın izni, müsâadesi yönünde en güzel şekilde değerlendirilmelidir.

 

Kulağımız, Hak ve Hakîkate Açılan Kapılar

“Allâhım!.. Bize hayat verdiğin müddetçe kulaklarımızı, gözlerimizi ve kuvvetimizi bizim için yararlı eyle… Bunu –hayırlı amellerimizi– bizim ardımızdan bize mîrasçı eyle…1

Bu âzâlarımızı ve kuvvetimizi senin tâatinde kullanmak sûretiyle bizim için faydalı eyle.

Bu duâda göz ve kulağın özellikle zikredilmesi, Allâh’ı bilmemizi ve O’nun birliğini tanımamızı sağlayan delillerin bu iki yolla elde edilmesi sebebiyledir. Çünkü burhanlar ya Kur’ân âyetlerini dinlemek sûretiyle kulak yoluyla ya da kâinattaki kudret âyetlerini görmek sûretiyle göz yoluyla öğrenilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de göz, kulak ve kalplerimiz; şükürle karşılanması gereken nîmetler olarak takdîm edilmektedir: “De ki: Sizi yaratan; size kulaklar, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!.”2

Mü’min kul, bu şükür görevini yerine getiren, söylenen sözü dinleyip ilim ve akıl ölçüleriyle değerlendiren, dinlediğini ibret kulağıyla dinleyen, dâimâ en iyiye tâlip olan, en doğru ve en güzel söze uyan kişidir: “Sözü dinleyip en güzeline uyan kullarımı müjdele. Onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Onlar gerçek akıl sâhipleridir.”3

Mü’min kul kulak denilen bu cihazı; Allah kelâmını, Allah zikrini, her biri birer inci gibi değerli nübüvvet pınarından süzülen berrak hadîs-i şerifleri, ilmî meseleleri, dünyâ ve âhireti için yararlı hususları, helâl ve mübah olan sözleri dinleyip kaydetme noktasında kullanır.

Mü’min kul kulağını gıybet, nemîme, mâlâyânî, lüzumsuz sözleri, gevezelikleri, küfür ve hakaret dolu, rezil ve iğrenç ifâdeleri dinleme noktasında kullanmaz. Mü’minin gıybet ve işret meclislerinde kaybedecek vakti yoktur. O, konuşurken ölçülü olduğu gibi, dinlerken de ölçülüdür.

 

“Bilmediğin şeyin ardına düşme. Kulak, göz ve kalb; bunların hepsi ondan sorumludur.”4

Müzisyenin, müzikal ses ile basit ve çirkin sesleri derhal ayırt edebilen müzik kulağı bulunduğu gibi, Müslümanın da dünyâ ve âhireti açısından faydalı ile zararlı sözleri derhal ayırt edebilen mâneviyat kulağı vardır.

Bugün mâneviyat kulağını, mânevî kulak hassâsiyetini kaybetmişsek bu konuda TV’nin bâzı müstehcen haram programlarını dinlemenin etkisi büyüktür. Mü’min, gerek sözleri gerek bestesiyle bedîî sanat olmaktan çok; hayvanî duyguları kamçılayan, şehveti ve cinsî duyguları gıcıklayan, seviyesiz müzik parçalarını dinlememelidir.

Mü’min kulağını, bu hassas cihazı en güzel şekilde değerlendirmekle görevlidir. Onun kulağı sâdece hakka, hayra, nasîhate ve iyiliğe açık olmalı; bâtıla, şerre, hakârete ve kötülüğe kapalı olmalıdır.

Furkan Sûresi’nde Allâh’ın seçkin kullarının (İbâdü’r-Rahmân’ın) özellikleri belirtilirken; bu kulların Allâh’ın âyetlerini gören, Allâh’ın âyetlerini dinleyen ve bunlardan gerçek anlamda yararlanan kimseler olduklarına işâret etmek üzere şöyle buyurulmaktadır: “Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, bu âyetlere karşı kör ve sağır davranmazlar.”5

Hâlbuki kulakları ve kalpleri mühürlenmiş olanlar, gözlerinde perde olanlar Cenâb-ı Hakk’ın açık âyetlerine karşı kör ve sağırdırlar.

Gözümüze Gözümüz Gibi Sâhip Olmalıyız

Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde, gözlerimiz için iki sevgili ifâdesini kullanmakta; “Kuluma dünyâda iki sevgilisi sebebiyle belâ verirsem, (o da buna sabrederse) buna karşılık ona Cenneti veririm”6, buyurmaktadır.

Gözlerimiz, gerçekten bizim çok sevgili âzâlarımızdır. Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tecellîsi olan şu kâinâtı ve rengârenk ilâhî nîmetleri seyretmemize vesîledir.

Hele bâzı gözler vardır ki onların üstünlüğü hiç tartışılmaz: Peygamberimiz’i (sav) gören gözler. İslâm ülkesinin sınır boylarında nöbet bekleyen gözler. Ümmet-i Muhammed’in asr-ı saâdetteki izzetine erişmesi ve ilâhî rahmete nâil olması için Allah rızâsı için yaşaran gözler. Allâh’ı zikrederken yaşla dolan gözler. Mum ışığında yazdığı eserlere göz nûru döken gözler. Kur’ân hattını kağıda, mermere, kumaşa nakış nakış işleyen gözler. Evlâdına helâl rızık yedirmek için gün boyu çalışıp yorgun düşen gözler. Allâh’ın yarattığı şu kâinâta ibret nazarıyla bakan gözler. Bunlar Allâh’ın yararlı kıldığı gözler olarak sâhibine dünyâ ve âhirette hazîneler kazandıracaktır.

İslâm ülkesi sınırında nöbet bekleyen gözlere ve Allâh’ın haram kıldığı şeylere kapalı olan gözlere Cehennem ateşinin dokunmayacağı7 müjdesini veren Efendimiz (sav), ihlâslı gözlerin önemini vurgulamaktadır.

Medeniyetlerin temelinde göz nûru’nun önemli rolü inkâr edilemez. Bize kütüphaneler dolusu ilmî eserler bırakan değerli âlimlerimiz ve göz kamaştırıcı sanat eserleri bırakan ince ruhlu sanat erbâbı, döktükleri alın teri ve göz nûru sebebiyle dâimâ hayırla yâd edilmişler ve arkalarında hadîsimizdeki ifâdesiyle amel defterlerinin hasenât sayfalarını dolduran sâlih amelleri gerçek mîrasçı olarak bırakmışlardır.

“24 saat geçtiği halde Allâh’ın Kitâbı’nı okumayan gözün hesâbı nasıl verilebilir”? diyen Kur’ân âşığı Hz. Osman (ra), gözümüzü gözümüz gibi koruyup iyi değerlendirmemiz gereğine işâret etmektedir.

Göz vardır mâsum bakışlıdır, sâhibini yüceltir. Göz vardır hâin bakışlıdır, sâhibini alçaltır. Göz vardır gerçeği görür, göz vardır kılçığı görür. Göz vardır helâli seyreder, gönlü mutlu olur. Göz vardır harâmı seyreder, gönlü kurtlu olur.

Gönlümüze açılan pencere niteliğinde olan, gördüğü her şeyi fotoğraf makinası gibi kayda alıp kalbe indiren gözlerimizi her çeşit çirkin manzaralardan korumak zorundayız. Ultraviyole ışınlarının gözümüze zarar vermesi gibi, ilâhî müsâade bulunmayan programları ve uygunsuz sahneleri seyretmemiz, gönlümüzdeki film karelerini gereksiz, iğrenç, virüslü ve zararlı manzaralarla doldurmamız; gözlerimize ve gönüllerimize zarar vermektedir.

“Harama bakmak, İblis’in zehirli oklarından bir oktur. Kim Ben’den (Allah’tan) korkarak bunu terk ederse, o kimseye bunun yerine kalbinde lezzetini bulacağı tatlı bir îman veririm.”8

Şeytân’ın zehirli oklarından bir ok olan haram bakış gönlümüzü yaralamakta, kalbimizde mânen siyah bir leke bırakmaktadır. Haramlarla kirlenen göz; gönlümüzün kirlenmesine, kalbimizin kararmasına, mânevî hayâtımızın lekelenmesine ve gaflete düşmemize sebep olacağı için gözümüzü temiz tutmalı, gözümüze sâhip olmalıyız.

 

Harama karşı gözlerini yummaları10 emredilen mü’min erkek ve kadınların, günümüzde TV programlarını hiçbir elemeye ve ayrıma tâbî tutmadan tereddütsüzce ve fütursuzca izleyebilmeleri mümkün değildir. Onların gönüllerindeki îman buna izin vermeyecek, bu konuda titizlik göstermelerini isteyecektir. Seyircilerin inanç ve hissiyâtının dikkate alınmadığı, mânevî değerlerin hiçe sayıldığı müstehcen programlar boykot edilmeli, açık tepki gösterilmelidir.

Cehennem ateşinde yanmayacak gözlere sâhip olabilmek ancak geçici dünyevî zevkleri terk etmekle mümkün olabilir. Nâ-mahreme karşı gözlerini kapatan kimse, buna karşılık îman lezzeti ve ibâdet tatlılığına kavuşacak, dolayısıyla ebedî hayâtı için mânevî yatırım yapmış olacaktır.

“Bir kadının güzelliğini ilk bakışta fark edip gözünü kapatan ve bakmayan kimseye, Allah bunun yerine lezzetini bulacağı tatlı bir ibâdet verir.”11

Haramları göre göre; bunları elimiz, dilimiz ve kalbimizle reddetmek bir yana; neredeyse göz alışkanlığı sebebiyle haramları kanıksamaya, normal görmeye, önemsememeye başlayacağız.

Nâmahreme bakmanın, nâmahreme dokunmanın ve nâmahremle fütursuzca görüşmenin –Allah korusun– basit ve önemsiz sayılmasıyla, ırz ve nâmus konusunda varolan titizlik giderek zayıflamaya yüz tutacaktır. Irz ve nâmusu koruma emri ile harama karşı gözlerin kapatılması emrinin aynı âyette12 zikredilmesi, bu iki nokta arasındaki irtibâta dikkat çekmektedir.

İffetli olmanın ilk adımı nâmahreme göz dikmemektir. Harama karşı gözlerini yumanlar, ırz ve nâmusu koruma konusunda da titiz davrananlardır. Biz başkalarının ırz ve nâmusuna ne kadar saygılı davranırsak, bizim de ırz ve nâmusumuza o kadar saygılı davranılacaktır. “Siz iffetli olun ki, eşiniz de iffetli olsun.”13

Gücümüz – Kuvvetimiz Hakk’ın Emrinde Olsun

Hizmet insanı, gönül adamı ve dâvâ eri olan mü’min her yönden kuvvetli olmalıdır. Hem bilgi ve kültür yönünden, hem fiziksel ve bedenî yönden, hem maddî ve iktisâdî yönden güçlü olmalıdır. Bu anlayışta olan mü’min; çok çalışacak, çok koşacak, çok gayret sarf edecektir.

Ama elde ettiği bütün imkânı, bütün güç ve kuvveti, mevki ve makâmı Allâh’ın kendisine emânet olarak verdiğini düşünecek, sâhip olduğu güç ve kuvveti Hakk’ın emrinde, O’nun müsâadesi yönünde kullanacak, varlığını Allâh’a adayacaktır. Bu anlamdaki kuvvetli mü’min, Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevgilidir: “Kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allâh’a daha sevgilidir.”14

İslâm’ın en iyi şekilde yaşandığı yer ve dönemlerde Müslümanlar bu gerçeği iyi kavramışlar, Allah rızâsından tâviz vermemek şartıyla her açıdan en üstün, en güçlü ve en başarılı olma yolunda âzamî gayret göstermişler; bize şanlı bir târih, şerefli bir mâzi, muhteşem eserlerle dolu cennet gibi bir vatan bırakmışlardır.

“Bize hayat verdiğin müddetçe, kuvvetimizi bizim için yararlı kıl.” duâsı; sâhip olduğumuz güç ve kuvveti, daha doğrusu Allah tarafından bize emânet edilen imkânları O’nun emri istikâmetinde kullanmamız gerektiğine işâret etmektedir. Hayatta olduğumuz sürece gücümüzü ve imkânımızı kendimiz, âilemiz, çevremiz, inancımız ve insanlık için yararlı ve istifâdeli noktalarda kullanmamız emredilmektedir.

Ancak güçlü, kuvvetli olmak gereğini iyi anlayan ve Allâh’ın lütfu ile gerçekten çeşitli maddî imkânları elde eden günümüz Müslümanı, pratikte İslâmî ölçüleri uygularken sıkıntı çekmektedir.

Bâzıları; siyâsî iktidar, yerel yönetim, şirket, okul veya büro yönetiminde görev yapar ya da özel sektörde kendi market ve mağazasını işletirken; daha önceden mânevî altyapısı olmadığı için ya da ihlâs ve takvâ noktasında yeterli birikimi bulunmadığı için tamâmen dünyevîleşmekte; maddî kazanç uğruna, elde ettiği mevki ve kazandığı itibar uğruna, elde ettiği mevki ve kazandığı itibar uğruna temel İslâmî ilkelerden ve ulvî ahlâkî prensiplerden birer birer tâviz vermekte; makam, para veya kadın sınavına tâbî tutulduğunda sınıfta kalmaktadır.

Bu durumda kalan kişi, ya kendisini kurtaracak tâvizci fetvâlar aramakta, ya da hiç fetvâya başvurmama yolunu seçmektedir. Kendini haklı çıkarmak için İslâmî çözümleri çözümsüzlük olarak nitelemekte, inandığı gibi yaşayamadığından dolayı üzülmek bir yana, yaşadığı gibi inanmaya başlamaktadır.

Sistemin, çevrenin, maddenin ve nefsin artan baskısı altında kalan bu gibi kardeşlerimizin sâhip oldukları şuur ve ideal gittikçe erimekte; netîcede şuurlu, dinamik, çalışkan, idealist, aktif, fedâkâr, atılgan Müslüman yerine materyalist işadamı, tâvizkâr politikacı, korkak akademisyen, çekingen bürokrat şeklinde, kraldan fazla kralcı, aşırı realist ve modernist tuhaf bir Müslüman tipi ortaya çıkmaktadır.

Buradaki problem; hakîkî îman, takvâ ve ihlâs derecesinin yeteri kadar elde edilmemiş olması ya da daha önce mânevî ve ahlâkî gıdâ aldığı kökle -İslâm cemâati ile ve sâlih kimselerle- irtibâtın zayıflamış olmasıdır. Zîrâ hakîkî îman muazzam bir enerji, dinamizm, cesâret ve gayret kaynağıdır:

“Îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet.. Hakîkî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir.”15

Sâhip olduğumuz güç ve kuvveti, bulunduğumuz makam ve imkânı bize lütfeden Rabbimizin hakkını düşünmeden sâdece kendi dünyâ çıkarımız için harcadığımız takdirde bu durum, bizim ebedî geleceğimiz için pişmanlık sebebi olacaktır.

Beynimizi, bileğimizi, malımızı mülkümüzü, gücümüzü, kuvvetimizi -sahabe misâli- Allâh’ın dînine adamadıkça, Allâh’ın Nizâmı’nı yaşama ve yaşatma konusunda birtakım risk ve fedâkârlıkları göze almadıkça henüz İslâmî şuur noktasından istenen seviyeye erişemedik demektir. Kendimizi aldatmayalım!..

Kapanmayan Amel Defterine Sâhip Olma Arzusu

Duâmızda geçen “Vec’alhü’l-vârise minnâ” ifâdesi değişik şekillerde tercüme edilmiştir:16

- “Göz, kulak ve kuvvetimizden yararlanmayı ölünceye kadar devamlı eyle…”

- “Bizi mal elde etmeye değil, bizim ardımızda sürekli kalacak ilim elde etmeye muvaffak kıl.”

- “Âlemlere rahmet ve takvâ sâhiplerine rehber olması sebebiyle bu ilâhî feyzi Allah Rasûlü’nden ve O’na tâbî olan ümmetinden kesme.”

- “Bu yararlanmayı devamlı eyle. Yararlı amellerimizi bizim ardımızdan bize mîrasçı eyle..”

Bu duâ ile Peygamberimiz (sav), gerçek mîrasçının hayırlı ameller olduğunu, ardımızdan amel defterinin kapanmamasına sebep olacak sâlih ameller işlememiz gerektiğini belirtmekte, bu çeşit güzel ameller işlemeye muvaffak kılması için Cenâb-ı Hakk’ın yardımını talep etmemizi emretmektedir.

Bu duâda, ardında sâlih evlâd, ilmî eser, vefâkâr talebe veya insanlığa yararlı, hayırlı müessese bırakmadan ölen, ölümüyle birlikte amel defteri kapanan mü’min, ardında vâris bırakmayan kişiye benzetilmiş; gözümüzü, kulağımızı, gücümüzü ve kuvvetimizi bize vâris olacak hayırlı ameller işleme husûsunda kullanmamız gereği vurgulanmıştır. Hayra ve iyiliğe doymayan, yaptığı amelleri, hayırları ve iyilikleri yeterli görmeyen mü’min kulun en büyük arzularından biri, hayır sayfaları kapanmayan bir amel defterine sâhip olmaktır.

Yeryüzünün her karış toprağında İslâm’ın rahmet ve şefkat dolu mesajının hâkim olması için, gönüllerin fethedilmesi için, Allah yolunda eliyle, diliyle, kalemiyle, gönlüyle, bütün gücüyle cihâd eden, dinamik genç mü’minin arzusu, hayır sayfaları kapanmayan bir amel defterine sâhip olmaktır. Zîrâ cihâd ve tebliğ sebebiyle gönlü İslâm’a yeni ısınan kardeşlerinin yapacağı amellerden bir hisse de, ona vesîle olan mücâhidin amel defterine yazılacaktır. Ardında sadaka-i câriye olarak Kur’ân medresesi, talebe yurdu, kütüphane, hastane, huzurevi, doğumevi ve aşevi şeklinde vakıf müesseseleri bırakarak Rabbine kavuşmak isteyen hayırsever mü’minin tek dileği, Allâh’ın rızâsını kazanmaya vesîle olan, hayır sayfaları kapanmayan bir amel defterine sâhip olmaktır.

Sâlih evlâd yetiştirmek için binbir çile ve sıkıntıya katlanan mü’minin hedefi, Allâh’ın dînine ve Allâh’ın kullarına hizmet eden, insanlığı hak yola irşâd eden ilim ehlinin gâyesi; Allâh’ın rızâsını kazanmaya vesîle olan, hayır sayfaları kapanmayan bir amel defterine sâhip olmaktır.

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Deavât 80, 5/528 Hadis No: 3502; Hadîsimiz, hâkim ve Zehebi’ye göre Buhârî’nin şartlarına uygun sahih hadistir. Hadîsin kaynakları ve derecesi hakkında bilgi için “Önce Allah Korkusu” başlıklı makâleye bakılabilir. (Yenidünyâ, sayı 73, Kasım 1999)

2 Mülk: 23; bkz. Secde: 9, Nahl: 78

3 Zümer: 17-18.

4 İsrâ: 36.

5 Furkan: 73.

6 Buhârî: Merdâ 7; Ahmed b. Hanbel: Müsned 3/144.

7 Tirmizî: Zühd 8; Nesaî: Cihâd 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/505; Taberanî, el-Mu’cemü’l-Kebir, ayrıca bkz: İbn Kesîr, Tefsir, Nûr: 30.

8 İbn Kesîr, Tefsîr: Nûr: 30; bkz. Taberanî: el-Mu’cemü’l-Kebir

9 Orijinal ifâdesi şöyledir: “Men lem yemlik aynehû, Fe-leyse’l-kalbü ındehû.”

10 Nûr: 30-31.

11 Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/264

12 Nûr: 30-31.

13 Hakim, Müstedrek: 4/154

14 Müslim: Kader 34; İbn Mâce: Mukaddime 10, Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/366

15 Bediuzzaman Said Nursî, Sözler s. 5

16 Aliyyü’l-Kârî, Mirkatü’l-Mefatîh: 3/155

Eylül 2019, sayfa no: 34-35-36-37-38-39

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak