Ara

Varlığı İnsanlığın Hayrına Olan Ümmet

Varlığı İnsanlığın Hayrına Olan Ümmet

Tüm insanlığa bir hayat düstûru olmak üzere gelmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisini hayat rehberi kabûl eden mü'minleri hayâta hazırlarken onları ümmet bilinciyle yetiştirir. Kur’ân’a göre her Müslüman, İslâm Ümmeti'nin bir ferdidir. Ümmetin varlığı ise insanlığın hayrı, yeryüzünde adâletin hayâta hâkim olması, yeryüzünde fitne ve fesâdın olmaması içindir. 

Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, fenâlıktan alıkoyan, Allâh'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.1Evet, bu ümmetin varlığı sâdece mü'minlerin değil, tüm insanlığın hayrınadır. Ümmetin yokluğu da tüm insanlığın zararınadır. Zîrâ o ümmetin peygamberi, tüm âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.2 Âyetteki rahmet, hidâyet ve hidâyette olanların nâil olacakları dünyevî ve uhrevî kazanım, toptan helâkten kurtuluş olarak anlaşılmıştır. Âlemlerden kasıt ise mü'min-kâfir tüm insan ve cinler âlemidir. Nitekim müşriklere bedduâ etmesi istendiğinde Peygamberimiz şöyle cevap vermiştir: Ben rahmet peygamberi olarak gönderildim, azap için gönderilmedim!3

Rahmet peygamberinin ümmeti de tüm yeryüzünde rahmet sebebidir. Onlar, tüm varlıklara merhamet nazarıyla bakan ve yaklaşan kimselerdir. Bu ümmetin inanmayan İslâm düşmanlarıyla savaşı bile onların hidâyete ermesi ve şer odaklarının bertarâf edilmesiyle diğer insanların rahmete ermesi içindir. Zîrâ İslâm’daki savaşın temel amacı fitnenin ortadan kalkmasıdır. Fitne kalmayıp, din bütünüyle yalnız Allâh'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.4 Âyetteki fitneden kasıt, İslâm’ı yaşama ve tanımanın önündeki engellerin tamâmıdır. Yegâne hak din İslâm’ı tanıma ve yaşamanın önündeki fitne engeli kaldırılsın ki insanlar onu tanıyabilsinler ve onu yaşayarak iki cihan saâdetine erebilsinler. 

Yukarıdaki âyette ümmette bulunması gereken üç temel şart sayılmıştır: İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ve Allâh'a îmân etmek. İyiliği/mârufu emredebilmek için mârufun ne olduğunu bilmek ve onu önce kendi nefsinde yaşamak gerekir. Aynı şekilde kötülükten/münkerden sakındırabilmek için, neyin münker olduğunu bilmek ve öncelikle münkerden uzak durmak gerekir. Zîrâ Müslüman, başkalarına söylediğini öncelikle kendi nefsinde yaşayan kimsedir. Aksi takdirde Yüce Rabbin şu uyarısı karşımıza çıkar: Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmadığınız şeyi demeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur.5 Mâruf, dînin ve akl-ı selîmin iyi-güzel gördüğü her şeydir. Îman ve sâlih ameller mâruf cümlesindendir. Münker ise dînin ve akl-ı selîmin çirkin ve kötü gördüğü her şeydir. İnkâr-küfür-şirk ve kötü ameller münkerdir.

Tabii ki kişinin iyilikleri kendisinin yapması yeterli değildir. İyiliklerin adamı olan kimse bu iyiliklerini başkalarına da taşımalıdır. Aynı şekilde kişinin kendisinin kötülüklerden sakınması yeterli değildir. Asıl önemli olan başkalarını da kötülüklerden sakındırmaktır. Zâten mârufun yaygınlaşmadığı ve münkerin engellenmediği toplumda, iyiliklerin adamı olmak ve kötülüklerden sakınmak oldukça güçtür. Bu sebeple İslâm insanı, gidişâta seyirci kalan, çevresinde olup bitenlere duyarsız kalan nemelâzımcı kimse değildir. Bilakis Müslüman iyi olan ve iyileştiren kimsedir. Onun için İslâm, iyilikleri kendinde kalan pasif iyileri değil; iyilikleri kendisi yaşayıp başkalarına taşıyan aktif iyileri yetiştirmek ister.

En başta zikrettiğimiz âyette Allâh'a îman, üçüncü sırada sayılmıştır. Halbuki îman, her şeyin başıdır. Ama bu âyet, gerçek anlamda mü'min olabilmek için toplumda iyiliği emretme ve kötülüğe dur deme şartının yerine getirilmesini istemektedir ki gerçek mü'min, emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker görevinin hakkıyla yerine getirildiği ortamlarda yetişecek ve varlığını sürdürecektir. Gerçek mü'min ifâdesi de bir Kur’ân ifâdesidir: İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır.6 Bu ifâdesiyle Kur’ân, bizden mü'min olmayı ve mü'minliğin hakkını vererek/gereğini yerine getirerek gerçek mü'minler olmayı istemektedir. En hayırlı ümmetten olmanın şartı da budur. 

Bu âyetle ilgili olarak Hz. Ömer şöyle der: Kimin bu ümmetten olmak hoşuna gidiyorsa Allâh'ın bu ümmet için koyduğu şartları yerine getirsin.7 Demek ki bu ümmetten olmak, kuru bir iddia değildir. Bu ümmetten olduğunu söyleyenler bunun gereğini yerine getirmelidir. O da İslâm’ı sosyal hayatta yaşamakla mümkün olacaktır. İslâm’ın bütün kurumlarıyla bir bütün hâlinde yaşatılabilmesi için ise ekonomik, sosyal, siyâsî ve askerî alanlarda güçlü bir ümmetin var olması zorunludur. İşte bu özelliklerde olan ümmetin varlığı tüm insanlığın hayrınadır, bu ümmet yalnızca kendi fertleri için değil tüm insanlar ve hattâ bütün varlıklar için adâleti ayakta tutacak, her türlüsüyle zulmü engelleyecek bir ümmettir. 

Evet ey Ümmet-i Muhammed, siz Yüce Allâh'ın ezelî ilminde en hayırlı ümmet olarak yazıldınız. O halde ezelî ilimdeki bu tanıma uygun olarak en hayırlı ümmetten olmaya gayret edin, hayırlı ümmetin misyonunu hakkıyla yerine getirin. Bu ümmet, en son gelen ve öne geçen hayırlı bir ümmettir. Bu ümmetin peygamberi, yalnızca kendi zamânına ve kendi coğrafyasındakilere değil bütün insanlığa gönderilmiştir. Bu ümmetin fertleri, Yüce Allâh'ın dîni İslâm’ı bir bütün olarak kabûl eden, bir bütün olarak yaşamaya gayret eden bir ümmettir. Bu ümmetin hayırlı oluşunu ve temel özelliklerini belirten bu ve benzeri âyetler, bu ümmete ağır bir sorumluluk yüklemektedir: İnsanlığı hak ve hayırla tanıştırma, insanlık arasında adâleti hâkim kılma sorumluluğu. Nitekim bir başka âyette buna dikkat çekilmiştir:

Böylece sizi insanlara şâhit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık.8 Evet bu ümmet, her işinde mûtedil bir ümmettir. İşlerinde ifrat ve tefrit/hiçbir aşırılık olmayan bir ümmet. Onun için İmam Gazzâlî bir eserine el-İktisâd fî’l-İ’tikad/İnançta Ölçülü Olmak adını vermiştir. İnançta bile aşırılığa kaçmayan bir ümmet. İbâdette, infakta, amelde ölçülü olmayı kendisine şiâr edinmiş bir ümmet. Herkese, her zaman adâletli davranan bir ümmet. Bir hayvanı keserken bile, düşmanıyla savaşırken bile ölçülü, insaflı, adâletli olan bir ümmet. İnsanlığa şâhit olan, insanlığın gidişâtını bilen ve denetleyen bir ümmet. İnsanlığa Yüce Allâh'ın dînini ulaştırmayı kendisine vazîfe bilen, sonuçta yalnızca kendisini değil, tüm insanlığı kurtarmayı hedefine koyan bir ümmet. Kendisinden önce yaşayanlara peygamber gönderildiğini kendi peygamberlerinden öğrenip hesap gününde onlara ve tüm insanlığa dâvetin ulaştığına şâhitlik edecek olan bir ümmet. Bu yüzden Ümmet-i Muhammed’e âit olan bir kişi, dünyâyı kendinden, kendi yaşadığı toplumdan ibâret göremez. Onu tüm dünyâ ve tüm insanlık ilgilendirir. O, Medîne’de yaşasa da Dicle kenarında kurt ile kuzu arasında gerçekleşen olaylardan sorumlu olduğunu bilir ve bu bilinç doğrultusunda hareket eder: Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!  

Yeryüzünde Ümmet Boşluğu Fitne ve Fesat Sebebidir

İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.9

Hakta ve hayırda birleşmek en fazla bu ümmete yakışır. İyilik ve takvâda yardımlaşmak en fazla bu ümmete yaraşır. Dostluk ve kardeşlik en fazla bu ümmete yakışan bir özelliktir. O halde küfür ve inkâr ehli birbirine dost olurken, şer işlerde birbirlerine yardımcı ve destek olurken bu ümmete ayrılık gayrılık yakışmaz. Aksi durumda yeryüzünde büyük fitne ve korkunç fesatlar olacaktır. Çünkü bu ümmet yeryüzündeki huzur, barış ve kardeşliğin teminâtıdır. Âyette fitne ve fesat kelimeleri nekre/belirsiz birer isim olarak gelmiştir. Bu olabilecek fitne ve fesâdın boyutunu gösterir. Yâni bu durumda siz, nereden, nasıl ve ne zaman bir fitnenin çıkacağını kestiremezsiniz; nasıl bir fesâdın içerisinde olacağınızı hayâl bile edemezsiniz!

Büyük müfessir Fahruddîn Râzî, âyette söz konusu edilen fitne ve fesâdın şu üç şekilde gelebileceğini söyler:

  1. Müslümanlar, eğer kendilerinin zayıf, sayılarının az, kâfirlerin ise güçlü ve sayılarının çok olduğu bir zamanda kâfirlere karışacak olurlarsa, çoğu zaman bu karışma müslümanların kâfirlere iltihâk etmelerine (onlar içinde erimelerine) sebep olur.
  2. Eğer müslümanlar darmadağınık olurlarsa, onlar büyük bir cemaat (devlet) kuramazlar. Bu da kâfirlerin, onlara karşı cesâretlenmelerine sebep olur.
  3. Müslümanların topluluğu, sayıca ve hazırlıkça gün be gün artınca, bu, onların mensup oldukları dîne daha fazla bağlanmalarına; muhâliflerin de onlara katılma arzularının artmasına sebep olur.

Hakîkat bu şekilde ortada iken bugün birbirine dost olması gereken Müslümanların, İslâm düşmanlarıyla iş tuttuklarına tanık olmaktayız. Birbirine güvenip birbirlerine destek olması gereken mü'minlerin, küfür milletine özenerek onlara güven besleyip çeşitli şekillerde onlara destek çıktıklarını görmekteyiz. 

Allâhım bizleri affet. Bize firâset ve basîret lütfet. Bize ümmet olma bilincini bahşet. Ümmet-i Muhammed’e nusret, zafer ve izzet lütfet.

Dipnotlar
1 Âlu Imrân 3/110.
2 Enbiyâ 21/107.
3 Fahruddîn Râzî, Tefsîr.
4 Bakara 2/193, Enfâl 8/39.
5 Saf 61/2-3.
6 Enfâl 8/4, 74.
7 İbn Kesîr, Tefsîr.
8 Bakara 2/143.
9 Enfâl 8/73.

Şubat 2024, sayfa no: 10-11-12

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak