İnsan merâk eden, araştıran ve öğrenmek için çaba sarfeden bir varlıktır. Onun bu özelliği dili, yazıyı ve matematiği geliştirmiştir. Böylece sanat, edebiyat ve bilim dalları oluşmuştur. İnsan merâk etmeseydi, fıtrî olarak sâhip olduğu bilgiyle yetinecekti; dolayısıyla yeni keşifler olmayacak, o kendi konforu içinde yaşamaya devâm edecekti. O verili bilginin üzerinde, merâk sâikıyla bir yandan kendini tanımaya çalışırken, öte taraftan da kendini kuşatan ālemi tanımaya gayret ederek varlığa dâir bilgilerini geliştirmeye gayret etmiştir. Nitekim “Ve Âdem’e isimleri öğretti!” (Bakara, 31.) fermânı gereği öğretilen isimler, tasavvur ve tahlîl yapmayı, yeni isimler yâhut kavramlar üretmeyi tebşîr etmiş ve insan, değişen zamâna ve şartlara muvâfık yeni bilgiler edinmeye, yeni kavramlar üretmeye, yeni keşifler yapmaya devâm etmiştir.
Üretilen bilgi şifâhî olarak geniş kitlelere ulaştığı gibi yazılı metinler olarak da kayda alınmış, böylece ilmî gelişme insanlığın ortak mîrâsı olarak tescîl edilmiştir. O bakımdan bilgi, hangi muhit içinde çıkarsa çıksın ulaştığı çevrelerde ve iklimlerde yeni dil ve düşünce imkânlarıyla tekâmül ederek varlığını ikāme etmiştir. Bu bakımdan bilgiyi, bugün hâkim görüşün tekrâr ede ede âdetâ ezberlettiği ve bir ön kabûl hâline getirdiği gibi sâdece Grek kültürüne bağlamanın doğru olmadığı âşikârdır. Bütün bir insanlık, tevârüs edilen bilginin paydaşıdır. Bilhassa “Hikmet mü’minin yitiğidir.” emrine istinâden İslâm coğrafyasında, Bağdat’ta, Kûfe’de ve Şam’da olduğu gibi Mağrib’de, Endülüs’te, bütün bir Türkistan ve Horasan’da da zengin ilmî muhitler teşekkül etmiş ve tercümelerle, şerhlerle, doğrudan gözlem, seyahat ve keşiflerle insanlığın önünü açan bilgiler üretilmiştir. Bu bilginin mâhiyetini ve serencâmını burada tartışacak değiliz; ancak gelenekte varlığa dâir temel bilgileri tasnîf ederek geniş coğrafyalarda etkili olan bir türe dâir burada bazı noktalara işâret edilecektir. Bahse konu tür, Türk edebiyatı içinde “kurucu metin”lerden biri olarak da kayda aldığımız, Acâibü’l-Mahlûkāttürüdür.
Şunu ifâde etmek gerekir ki acâib geleneği, çok eskilere giden bir edebî gelenektir. Bu gelenek başlangıçta, daha çok coğrafî bilgiyi geliştirmek için farklı iklimlerden bahis açan kitaplar ve özellikle de seyahat türünde eserler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu meyanda kaleme alınan eserlere Acâibü’l-büldân, Acâibü’l-Hind, Turfetü’l-Acâib, Âsârü’l-Bilâd, Acâ’ibü’d-Dünyâ ve Acâibü’l-mahlûkāt gibi isimler verilmiştir. Beldelerin, memleketlerin farklı özellikleri, insanı hayrete düşüren yönleri, görülen farklı uygulamalar, dikkat çeken hayvanlar ve anlatılagelen hikâyeler bu kitaplarda ele alınmıştır. Böylece farklı coğrafyalara ve mahlûkata dâir bilgi edinmek isteyenlerin merâkını giderecek metinler yazılmıştır. Keza bu merakı gideren tarihle de ilişkili metinler de telif edilmiştir. Sözgelimi İskender-nâme tarzındaki eserler bir yönüyle İskender’in seferlerini konu edinirken, öteki yönüyle de uğranılan coğrafyalara ve karşılaşılan mahlûkāta dâir bilgi vermesi bakımından önemlidir. Ayrıca İskender ile birlikte Aristo’nun da bu seferlerde olması, metinde bilgi ve hikmetle de buluşturan bir kapının açılmasına vesîle olmuştur. Daha sonraki dönemlerde doğrudan doğruya coğrafyayla, kozmik evrenle, ālemle ve mevcûdât ile alâkalı konuları ele alan bu tür, acâibü’l-mahlûkāt adıyla anılır olmuştur.
Mâlûm olduğu üzere ‘acâ’ib kelimesi, “hayret etmek, şaşmak, yadırgamak; görülmemiş, duyulmamış garip şeyler” gibi anlamlara gelmektedir. Maḫlûḳāt kelimesi ise; “yaratıklar, yaratılmış şeyler” olup her iki kelimenin terkîbiyle oluşan ‘acâ’ibü’l-maḫlûḳāt, “yaratılmış olan şeylerin insanları hayret içinde bırakan gariplikleri” demektir. Arap edebiyatında ortaya çıkan, oradan Farsça’ya ve tercüme yoluyla Türkçe’ye de intikāl eden bu tür, insanın yaşadığı ālemi anlamlandırmasına yardımcı olan metinlerden oluşur. Bu türün içerisinde coğrafya ile alâkalı bilgilerin yanında, görülen ve görülmeyen varlıklara, göklere, gök ve yer arasındaki şaşılacak şeylere, ağaçlara, bitkilere, hayvanlara, şehirlere, mâbetlere, kuşlara, deniz ve kara hayvanlarına dâir bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler, mitolojik yâhut bugün çoğu yönüyle İsrailiyat veya hurâfe olarak nitelendirilen bilgilerle iç içe sunulmaktadır. Bu yönüyle, hakîkatin yanında hurda bilgiler de sunan tür, bir yanıyla halk muhayyilesini beslediği gibi, öte yandan da şiire dayanak olan zengin bir muhtevâya sâhiptir.
Türk edebiyatında bu türün daha çok iki temel eserden yapılan tercümelerle geliştiğine tanık oluyoruz. Bunlardan ilki, Ahmed et-Tûsî’nin Farsça kaleme aldığı ‘Acâibü’l-Mahlûkāt ve Garâibü’l-Mevcûdât’ıdır. İkincisi ise, Zekeriyyâ el-Kazvînî’nin Arapça olarak kaleme aldığı eseridir. Et-Tûsî, 1175 yılında Selçuklu sultanlarından Tuğrul bin Arslan’a sunduğu bu eserde, göklerdeki acâyipler, gökle yer arasındaki acâyipler, yerin acâyipleri, denizler, dağlar, kıymetli taşlar, kayalar; şehirler, mescitler, kiliseler, sinagoglar; ağaçlar, bitkiler, ilaçlar; kazılmış sûretler; insanlar, cinler, kuşlar, deniz ve kara hayvanları gibi merâk uyandıran konulara yer vermiştir.
Türk edebiyatında Acâibü’l-Mahlûkāt tercümelerinin çoğu, Zekeriyyâ el-Kazvînî’nin Acâibü’l-Mahlûkāt ve Garâibü’l-Mevcûdât adlı eserinden yapılan muhtasar (kısaltılmış), zeyilli (ilâveli) veya aynen tercüme edilmesiyle oluşmuştur. Kazvînî, eserini dört “mukaddime”, iki “makale” ve bir “hâtime” üzerine tertip etmiştir. Buna göre eserde şu konulara yer verilmektedir:
- Mukaddimede acâyibin izâhı, mahlûkātın taksîmi, garip kelimesinin mânâları, mevcûdâtın taksîmi bulunur.
- Birinci makālede ulviyattan (ay üstü ālemi) yāni feleklerden, gezegenlerden, seyyar ve sâbit yıldızlardan, gök sâkinlerinden;
- İkinci makālede ise süfliyattan (ay altı ālemi) bahseder. Dört unsur, ateş, hava, su küresi, yer küresi, denizler, adalar, kuyular, otlar, ağaçlar, hayvanlar, insanlar, cinler, devler, kuşlar ve sürüngenler süfliyatı oluşturur.
- Hâtime kısmında ise denizlerin ve karaların acâyiplikleri yer alır.
Türk edebiyatındaki ʿAcâʾibü’l-maḫlûḳāt tercümeleri Kazvînî’den ve İran edebiyatındaki diğer örneklerinden alınarak yapılmıştır. Yakın zamâna kadar, Osmanlı Türkleri’nde ʿAcâʾibü’l-maḫlûḳāt’ı muhtasar bir şekilde Türkçe’ye ilk tercüme edenin XV. yüzyılda yaşayan Ahmed Bîcan olduğu zannedilmekte idi. Fakat araştırmalar sonunda ilk tercümenin XV. yüzyıldan daha eskiye gittiği, ikinci tercümenin de XV. yüzyıl başında, yāni Ahmed Bîcan’ın tercümesinden önce olduğu anlaşılmıştır. A. Adıvar, ilk tercümeyi Rükneddin Ahmed’in yaptığını ifâde etmektedir. Fakat Günay Kut, bunun yanlış okumaktan kaynaklandığını ileri sürer; ona göre, Rükneddin derken, dînin rükünleri kastedilmiştir. Ahmed ise, ona göre, Ahmed-i Tûsî’dir.
Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan’ın tercümesi, Türk edebiyatında en çok tanınan ve belki de muhtasar olması dolayısıyla en çok okunan tercümedir. Eserin pek çok nüshası bulunmaktadır. Onun bu eserini şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velî’nin işâreti üzerine kaleme aldığı ifâde edilmektedir. On yedi fasıldan ibâret olan eser, Kazvînî’nin eserinin muhtasar ve serbest bir tercümesidir. Onun bu eseri tercüme ve telif ederken, zaman zaman Farsça metinlerden de yararlandığı görülmektedir. Yazıcıoğlu’nun bu konuda Dürr-i Meknûn adlı bir eseri daha vardır ki birçok kütüphanede ʿAcâʾibü’l-maḫlûḳāt ile karıştırılmıştır. Varlığa hayretle bakmayı, böylece Allâh’ın kudretini ve mutlak yaratıcı vasfını idrâk etmeyi temin eden bu türden eserler ufuk açıcı, tefekkür ve tedebbür vesîlesi metinler olarak kabûl görmüştür. Bir yandan coğrafya bilgisi, farklı ülkeler, şehirler, dağlar, akarsular ve bitki örtüsüne dâir bilgiler ihtivâ ederken, öte yandan mahlûkāta ve ālem telakkîsine dâir zengin malzemeler bulundurmaktadır. Sözgelimi Tercüme-i Acâibü’l-Mahlûkāt’ta Buhāra ile alâkalı şu bilgiler verilmektedir:
Buhāra: Bir yerdür ki ālemde bundan latîf yer yokdur. Eger Buhāra Kal’asine çıksalar kamu ālem sebz görinür. Sanasın ki âsumân bir yeşil ḳubbedür bisāṭ üzre ḳurılmış. Anuñ içindeki köşklerün âyine gibi şu‘ā‘ı var. Ve ehl-i Buḫārâ şücâ‘ ve ṣāliḥ-dururlar. Ve anda dâyim ‘adl yürir ve hem ḳavm-i ‘adle yardım ėderler ve ẓulme yol vėrmezler. Ve hem ‘ulemâ-yı fuḫūl andan ḳopar. (Tercüme-i Acâibü’l-Mahlûkāt, Haz. B. Sarıkaya, İstanbul, 2019, 222)
Bu kısa bilgiyle Buhāra’nın havasının latîf, yeşillik bir coğrafyaya sâhip, zengin bir şehir olduğunu öğrenmenin yanında,sâkinlerinin de sālih ve ādil bir halk olduğuna dâir bir kanâat oluşmaktadır. Bu tür, benzeri şekilde eski kavimlerden, dinlerden ve kültürlerden de haberdâr olmayı temin eden metinler olarak döneminde önemli vazîfe icrâ etmiştir.
Temmuz 2025, sayfa no: 32-33-34
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak