Ara

Umre Yolculuğu

Henüz yola çıkmadan bir kısım yakınlarımız:"Bu yolculuğunuz başka olacak." diyorlardı. Hakikaten de öyle oldu. Sefere çıkarken Pazartesi gününü tercih etmek, Aleyhissalât ü vesselam Efendimizin sünnet-i seniyyeleridir. Biz de Pazartesi günü Mekke-i Mükerreme'ye, Peygamberimiz (s.a.v.)'in hicret ettikleri Pazartesi günü Medine-i Münevvere'ye, yine aynı günde İstanbul'a döndük. Teheccüd namazının başladığı son günde, Kadir gecesinin zevkini duyarak ayrıldı bedenimiz, biiznillah o mübarek beldeden.Sivas'tan gelirken, bize refakat eden şoför kardeşimizle, teypten, Kur'an-ı Kerim, ilahi ve kasideler dinliyorduk. Rasûl-i Kibriya'nın vasfının yapıldığı beytlerden dolayı, içimizde yanan ateşin aleviyle; gözümüz yaşlı, bağrımız ateşliydi. Derundan gelen âh ü vahlar, bizi bu âlemden başka bir âleme götürüyordu. Beraber sözleştik o kutsal diyarlara gitmeye. Pasaport işlemleri yürütülürken, analarımız da heveslendi bu yolculuğa. Hiç cebinde harçlığı olmayan, fakat muhabbet sermayesi pek çok olan sermayedarlar da hizmet için katıldı bu kervana. Kaynayan suları, Allah (c.c.) ve Rasûlüllah (s.a.v.) aşkıyla içenler, gözünden akan yaşlarla yanaklarında izler, yaralar oluşan Rasûlüllah sevdalısı, gönül zenginleri de vardı bu yolculukta. Herkeste bir sessizlik... Ama çok büyük bir sevdanın kalplerde mevcut olduğu belliydi bu toplulukta. Daha Kabe'yi görmeden, Ravza-i pâk-i Nebi'ye girmeden ev sahipleri:"Buyurun, gelin!" diyordu. Davetçiler teyakkuzda, teşrifatçılar bambaşka bir güzellikte, sahib-i hane, güler yüzle, büyük bir ikramdaydı misafirlerine. İbrahim (a.s.) in yaptığı, Hakk'ın, nurdan kurduğu baba ocağı Kâbe, yapısıyla, üzerinde ayetlerle işlemeli örtüsüyle, bütün heybet ve ihtişamiyle, evladını bağrına basan şefkatli bir baba gibi, rahmet ve merhamet kollarını açıp, kucağına alıyordu ziyaretçilerini. Beytullah, iftarında, maddi ikramını yaptığı gibi midelere, gönüllere de sağanak sağanak inen feyiz ve bereketini, her an dökülen rahmetini, tecellisini ve nûrunu kalplere yağdırıyordu. Yatak ve istirahatın yerini, gece-gündüz ziyaretler, tavaflar, teşbih ve tehliller alıyor, gönüller İlâhî aşk, şevk ve muhabbetle duruluyordu. Kefen bezini hatırlatan bembeyaz ihramla Mikattan Kâbe'ye dönüp, her şavtında, dönüşünde tarifi mümkün olmayan âlemlere götüren tavaf, makam-ı ibrahim'de kılınan namaz; yıkıyor, arıtıyordu iç âlemini. İçilen Zemzem suyu ile kuvvetlenen ruh, hata ve isyanların dökülmesiyle bedenleri de hafifleterek uçuyordu adeta Safa, Merve'de. Tıraş olup ihramdan çıkıldığında:"Ya Rab! Günahlarımızdan da çıkar bizi." deyip, çokça yalvarılıyordu Rahim Mevlaya. Bab-ı Kabe ile Altın Oluk arasında cem olan kardeşler, iftar anını beklerken, sadece hurma ve zemzemle değil, rabıta ve murakabeleriyle, Fahr-i Kainatın mübarek elinden, Arş-ı azamdan inen Kevser'i de yudum yudum içerek, irfan semasına kanatlanıp uçarak oruçlarını açıyorlardı. Çocuk yaşta bir yavru olduğu gibi, mutmain hale gelerek, nefsini tezkiye, ıslah edemeyen, bizim gibi kırkını geçen yaşlılar da vardı bu sofrada. Teravihini, beş vakit namazını, her türlü taatini sırf Rabbine yapan, Cemalini özleyen, Zatına kavuşmayı gözleyen hayırlı bir taifeydi bu cemaat. Dağında, taşında, her zerresinde; nurlar, sırlar müşahede eden bu grup, Cebel-i Nûr'a da çıktı. İftarla, akşam namazında eteğindeydik ilk vahy-i İlâhîn'in indiği Nur dağının. Manevi bir asansör mü kuruldu ne olduysa, Hira dağına çok kısa bir zamanda çıkıldı. Sağımızdan geçip yol gösteren bir kılavuz da vardı önümüzde, demişti bir âşık. Dillerde, gönüllerde terennüm edilen nâme şu idi:"Bu günleri bize lütfeden Mevlâ'ya hamd olsun." Işığını Peygamberimiz (s.a.v.)'in nur cemalinden alan kamer, etrafını kuşatan nurdan halka ile, dağı, taşı, bütün zerresiyle şu sözleri haykırıyordu bizlere. Sema, "Azıcık hurma ve su ile müşriklerin şirkinden, zalimlerin zulmünden uzaklaşan, yalın ayak yürüyen Şanlı Peygamber (s.a.v.), ah bir daha gelse de O'nu görsem." Arz da, "Mübarek ayaklarına bir yüz sürsem. Zalimler gibi yaşayıp, hayatını süfli ihtiyaçlar dahilinde görenler! Habîbullahı ve ashabını, yolundan giden evliyayı örnek alın." Lâhûtî kokularla etrafına misk ü amber saçan, "Ne olacak bu insanlığın hali!" diye derin derin düşünen, Server-i Kâinât'ın oturduğu iki taş arasında saatlerce kaldık. Elinde teşbih, dilinde Mevla, bir Pakistanlı, müdavimiydi oranın. Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğumuyla şereflenen seherde, arştan inecek olan ilâhî payı ve sahuru bekliyordu. Zikrullahtan sonra, her biri kardeşin, tefekküre dalmıştı taşlar üzerinde. Her dağdan nuruyla ayrı bir renge, ayrı bir görüntüye sahip olan Cebel-i Nur'dan ayrılmak çok zor geldi bizlere. Yatsı namazı ve teravihi Beytullah'ta eda edip, sabah namazını da kılarak geçirdik bu güzel geceyi. Bir hafta önceki Arafat dağını ziyaretimizle, Cebel-i Nûr'a çıkışımız da aynı güne tesadüf etti. Sırrına vakıf olanları; irfana, marifete ve kendisine vuslata eriştiren Arafat dağı, manevi bir radar gibi etrafı gözetliyordu. Misafirlerini afv-ı ilâhi'ye gark ederek kılavuzluyordu. Atamız Adem(a.s.) ile Havva anamızı buluşturan, gösterdiği tevazu ile, hacıların haccını, belli bir vakitte isbat-ı vücud etmeleriyle kabule şayan kılan, anadan doğduğu gün gibi günahların yok olup paklanmasına vesile olan kudsî bir dağdır Arafat dağı. İftar anında içilmesi meşru olmayan bir meşrubatın, sanki gaipten bir elle dökülmesi, hiç unutulmaz bir hatıradır gönüllerde. Böyle şerefli insanların yanında kendimi, Ashab-ı Kehf in Kıtmiri gibi görüyor ve Rabbimize bir Peygamberin yalvarışıyla şöyle dua ediyordum:"Yâ Rab! Bizi Müslüman olarak öldür ve salihler zümresine kat."
 
Alemdar-Ali Ramazan Dinç Efendi (ks)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak