Ara

Türk'ün Âleme Töreli Yürüyüşü; Kûs

Türk'ün Âleme Töreli Yürüyüşü; Kûs

"Muhammed'in kûsu çalınır bunda"

Son zamanlarda siyâset üzerinden subliminal mesaj savaşları hız kesmeden devam ediyor. Frenk zengini Elon Musk'un paylaşımları mâlûm.

Esâsında bu zihin kontrolü yeni değil, yüzyıllardır var. Zâten bizim asıl eksiğimiz de sâdece son senelerdeki subliminal belâlar değil, bâtıl Batı’nın bize dayattığı kelimeleri ve kavramları nasıl “ters yüz” ettiklerini de anlayamayışımızdan kaynaklanıyor.

Meselâ onların "aydın olma" diye çağa dayattıkları moral/ahlâk denilen kavramı bizde karşılayacak tek bir kelime bile olmamasına rağmen, Çiçero’nun ahlâk felsefesini ıvır-zıvır, özensiz yapılmış çevirilerden okuyan entelijansiyanın neredeyse on bin kelime ve sembolle konuşan örgütlerin işâret ettiği sembolik dili anlaması da muhâl görünüyor. Çünkü o sembolik dili çözmesi için evvelâ kendi ontik algısını devreye sokması gerekmektedir. 

Bizde “aydın olma” yâni “münevver olma” kavramını en iyi şekilde temsîl etmiş mütefekkirlerimizden biri Cemil Meriç'tir meselâ. Bazı mahfillerin değerlendirdiği gibi Fransızca'ya, Paris'e olan hayranlığı değil onu münevver kılan, bilakis okumaya, dile, kelimelere ve kitaplara duyduğu sonsuz aşktı! Âdeme öğretilmiş kelimelerin, Hakk'ın tedrîsine ve anladıkça insanlaşan, yakınlaşan cevherin ruhlaşmasına, açığa çıkmasına şehâdet etmekti! 

Esâsında aydın olmak; sonsuz esmânın kendini açmasına mukabil, buna mâni olmak isteyen bâtılın mütemâdiyen bu mânâları nasıl gizleyip kriptolaştırdığına şehâdet etmek; anlamak demek. Mütefekkir ve münevverin bizdeki ontik mânâsı ise bu nâmusa, yâni vicdâna (ahlâka) sâhip ve mâlik olan kişioğlu demek.

Meseleye bu ay penceresinden baktığımızda Çiçero, bizim felsefe meraklısı dostlarımızın sandığı gibi meşinden masasında oturup Yunanca kelimelerin tercümesi ile ömür tüketmemiş. Ya ne yapmış? Kavramları sulandırıp bulandırmış, onları kendi mânâsından, kökeninden kopararak hakîkî hüviyetine düşman etmiş!

Şimdi dikkat ediniz! Yunanca'da "ethikos" insan karakterinin her zaman sistemli olarak belirli bir biçimde davranma bağlamında, "karaktere uygun olan" anlamına gelir. Bu şu demek: “İnsan toplum içerisinde mutlaka "olduğu gibi görünmeli", olmadığı gibi görünme rolüne girerek kendini de insanları da aldatma yoluna gitmemelidir! Birlik; yâni vahdet iksiri sayıklarken nefsin kesret kuyusunda parçalanmamalı ve toplum da bu kesret kuyusuna itilmemelidir!

Çağın kaybolduğu girdap burasıdır! Olduğu gibi görünmeyen bâtılın çoğunlukla da sûret-i haktan görünerek Hakkı bâtıl ile telbis etme cinâyeti! Burada dikkat etmemiz gereken husus bizim bu çukurlara nasıl düştüğümüz değil, bu çukurları ve kendi varlık anlayışımızdan kopuşu neden fark edemiyor oluşumuz! 

Bizim varlıktan ve varlığımızdan kopuşumuzun mânâsını anlamamız ancak kendi “ontik kordonumuza” yeniden bağlanmakla mümkün. Kavramlara, anneyle bebeğin arasındaki kordon gibi bir bağla bağlanılmazsa kelimelerin seyrinden, kokusundan, zevkinden, özünden, hülâsa hakîkatinden beslenmek imkânsızdır. Yâni hakîkati bilmemiz yetmez, hakîkatle temâs etmemiz de gerekir. Çünkü bizim hakîkatle temâsımız hakîkatin de bize temâs etmesi demek. İşte o temastır kelimelerin ve kavramların bizde kendini açması, tezyînattan mîmârîye ve mûsikîye kadar esmâ kuşanması. 

Çok şaşırtıcı ama bizde âlemle aramızdaki bu kordonu bağlayan çok sırlı bir kavram var: Kös. Kös; yâni kûs; eski savaşlarda, alaylarda deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul, ritm saz. Türk ordusunun düşmanla muharebeden evvel çaldığı ve söylediği coşkulu marşlar. Türk düşüncesi, mîmârî ve tezyînatta olduğu gibi mûsikîde de anlayışını kâinâtın o muhteşem sistemine, o sistemdeki akış ve ritme bağlamak istemiş. Kös’deki bu ritm ve yürüyüş de, kâinattaki o harekete, şuura ve sonsuz akışa bağlanma isteğidir. 

Ne yazık ki bizim varlıkla, ilâhî kelâmla ve ilhamla aramızdaki bağ kopalı çok olmuş dostlar. Garip değil midir günün hâfızı, âlimi, ilâhiyatçısı Kur’ân’ı yüzünden okur lâkin onunla arasındaki göbek kordonu kopuktur. Semâzenler mütemâdiyen semâ ediyor ekranlarda lâkin rûhunu demir bir kazıkla bağlamış değil gök kubbeye. Kubbe döner… o kubbe ile dönemez… Çünkü kubbeye değemez. Üftâde Hazretleri’nin zikirde yükseldiği kubbe bu kubbedir, ayakların yerden kesildiği o remz dervişlerin gündüz düşleridir.

Artık anladık sanırım mes’eleyi. Bizim esas mes’elemiz sübliminal savaşlar, ezoterik sembollerin hangi yaprağın ve tavşanın arkasına saklanmış olması değil. Siyâsetçinin biri Kuleli’nin arkasından kulaklarını sallamış, diğeri beş kardeşi göstermiş… bunlar değil, hayır bunlar değil, bunlar olmamalı bizim duruşumuz ve tavrımız. Bizi asıl bitiren, deccâliyetin insanlığı oyalamak, akıldan ve düşünceden koparmak için uydurup çoğalttığı yecüc-mecüc harflerinin, kriptolu takvimler ve sembollerin peşine düşmemiz dostlar! Ekranlara bir bakınız, kanallarda bir takım adamlar mütemâdiyen gençlere ezoterik karanlık bilgiler vermenin derdinde.

Bizim asıl mes’elemiz kendi ontik kordonumuzdan kopuşumuz. Bizi asıl tehdit eden ecdâdımızın cihâna nizam vermek, adâleti tesis etmek ve Hakk’ı hâkim kılmak üzere çıktığı seferlerdeki o yürüyüşü ve yürüyüşlerindeki “ritmin” mânâsını fark edemiyor oluşumuz.

Mehteran’a Osmanlı’ya, Osmanlıca dediğimiz Türkçe'ye âşığız lâkin o kavramların ardındaki gerçek akıldan, o ontik bağdan kopuğuz. Hattâ ona düşmanız! Bu hâliyle dînimiz gibi, mensûbiyetimiz de hamâset ve şekilden öteye varmıyor!

Şu vâkıa ki, bizim ecdâdın KÛS’undaki sonsuz ritm ile aklını, gönlünü, yaşayışını ve varlığını Hakk'a bağlamasını anlamadan bâtılın iki karış dibimize yerleştirdikleri ajanları, kriptoları, şifreleri, katakullileri çözmemiz mümkün görünmüyor. Burada esas olan kendi “sembolizmimizden” mahrum oluşumuz! 

Biz farkında değiliz lâkin Avrupa bizde ortaya çıkan bu sembolizmin, Türklük kuvvesinin şoku içerisinde. Anlayamıyorlar! Panikteler ve korkuyorlar! Çünkü dedelerimizin şâhit olduğu o geçmiş kapışmaların sâdece hikâyesine vâkıfız yaşanmışlığına değil! Biz dahî o menfur gecede semâdan üzerimize akan ve bizi kuşatarak çelikleştiren, onların üzerine kara bulut gibi çöktüren o îman öfkesini ve cesâretini yaşamasaydık bilebilir miydik? Anlayabilir miydik?

Yeryüzünde bunca mâbed, bunca ulu dağ neden var sanıyoruz? Bunca beste, bunca tezyin gerçekte kimin için? Bu sonsuz geometri gönlünü o “sonsuz akış ve ritm, her ân başka bir anlamanın farkında ve seyrinde olanların” zevki. Mason localarının çarpık dama taşlarında, kuru kafalarında, şeytan tapınaklarının alnına çakılmış gönye ve pergelde değil hiç kuşkusuz! Gerçek hüsran; o varlık ve birlikten kopuş! Dervişlerin zikir halkalarında, cemaatin aynı anda yatıp kalkmasında, kilise korolarında ve tabiatta salınan ve her bir varlığın kendi varlığından taşan o ritmidir varlığın kalbine bağlanmak. İnsan sâdece özünden özüne kancalanan o güven hissini duymak için bağlanmak istiyor o ritme. Ecdâdımız “kûs”ün ritmiyle yürümüş cihâna. Her an, her adımda ve her nefeste bu şuurla hareket etmiş. Hakk içinmiş her şey ve her şey zâten Hakk’mış! 

Sübliminal semboller, telegram, kriptolu sayılar mağfiretin değil, şeytânî locanın basamaklarından tepetaklak düşmüşlerin çukura yuvarlanışı, hüsrânıdır! Kutsal “Işık” şövalyelerinin yüzyıllardır yine kendi cinlerince çarpılmaları, takvimlerinin, hesaplarının, zembereklerinin bir günde çark etmesi, dağılmasıdır! Unutmayalım ki “Sin” tapınağındaki ilk rahiplerden beri, Nefilim soyu kendi şakirtlerini kandırmış ve sırf insanlar hakîkati öğrenmesinler diye önlerine her defasında bin bir sembol ile çoğaltıp büyü ve belâ öğretisi olarak cihâna musallat etmişlerdir!

Çünkü Hazret-i İdris’ten gelen o kutsal yazıtlar, ondan İbrâhim’e geçen ve Harran’ın kalbine gömülen o gerçek bilgi her defasında silinmiş Tapınakçı kölelerin gözlerinin önünden! Toprak değil, petrol değil gerçekte bu topraklarda ülkelerden istenen. Harran’da, eski Sin tapınağının kalbinde istedikleri. Arkeoloji bunun için var. Unesco İlluminatinin en şedid tapınakçısı. Vazîfesi kültürel mîras değil, onların aradığı başka kültler! Biz dünyâdaki onca üniversite “bilim” yapıyor sanırız. Oysa onlar için bilim bir şeytan kilisesidir. 

Cambridge’nin kürsülerinin arkasında, gizli mâbedlerinde, karanlık kütüphanelerinde ne konuşuluyor bilir miyiz? Sırf insanlar hakîkatle, sevgiyle, birbiri ile baş başa kalmasın diye hep yeni semboller, yeni nifaklar îcâd ederler. Babil kulesi mitolojide değil, şimdi de var! O şeytan kulesinde kimse kimsenin dilinden anlamaz, mütemâdiyen birbirini parçalar. Herkes düşman ve herkes yalnızdır o kulede!

Oysa en güzel kelimeler bizim dostlar. 

Buradayız ve varız. Asıl mes’elemiz bunun farkına varmamız, uyanmamız.

Her şey yeniden Töre için Hân için, Hânlık için!

Çünkü Bâbil Kulesi değil, TÜRK’ün vatanı ve yurdudur burası.

Çünkü burada “Devlet için, Hakk için, Vatan için, Yurt için, Bayrak için, Namus için konuşan (tevhîd eden) her gün şehâdete koşan bir millet var.

Onlar coğrafyanın kalbine yine otağ kurmuşlar!

Onlar Peygamber sancağının gölgesinde toplanmış cennetlerde şimdiden komşu olmuşlar.

Onlar yol olmuşlar, yoldaş olmuşlar.

Onlar Mehter’deki o coşkun KÖS’ün ritmiyle şâha kalkmışlar.

Ecdatları gibi gizli yoldan birlik” tutup, onluk süvâri olmuşlar.

Onların tâlihi yüksek, cihâna yeniden KUT bağlamışlar.

Bırakın şimdi dünya bu şifreyi çözsün!

Kadirşinaslıkla efendim!

Temmuz 2023, sayfa no: 26-27-28-29

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak