Ara

Tevhîdde Önce Nefiy Sonra İspat

Tevhîdde Önce Nefiy Sonra İspat

İslâm’a girişin anahtarı olan kelime-i tevhîd iki bölümden oluşur. Âlimler buna “nefy ve isbât” adını vermişlerdir. “Nefy” ile kelime-i tevhîde îmân eden bir mü’minin reddettikleri; “isbât” ile de bu kelimeye îmân eden zâtın kabûl ettiği îtikâdî hususlar kasdedilir. Îmânın sıhhati buna bağlıdır. Bu sıhhat, önce tahliye (noktalı ha)/boşaltma, temizleme, sonra da tahliye (noktasız ha)/donatma, süsleme, bezeme üzerine binâ edilir. Kelime-i tevhîd’i gönülden söyleyen bir mü’minin reddettikleri şunlardır:

  1. Allah’tan (cc) Başka Tüm Uydurma İlâhları Reddeder
  2. Hevâ ve tutkuları ilâhlaştırıp hayâtı bunlara göre anlamlandırmayı reddeder: “Kendi nefsinin arzularını (hevâsını) kendisine ilâh edineni görmedin mi? Ona sen mi vekîl olacaksın.”1 Peygamber (sav) de hevânın ilâhlaştırılmaması için şöyle bir uyarıda bulunmuştur: “Sizden biriniz hevâsını benim getirmiş olduğum vahye tâbî kılmadıkça (davranışlarına vahiyle anlam vermedikçe) îmân etmiş olmaz.”2
  3. Şeytânın vesveselerini vahyin önüne geçirerek onu ilâh edinmeyi ve şeytâna itâat etmeyi reddeder: “Ey Âdemoğulları, Ben sizden şeytâna kulluk etmeyin diye ahit almadım mı? O sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.”3
  4. Putların her türlüsüne saygıyı ve ibâdeti reddeder: “Hani İbrâhîmdemişti ki: Rabbim! Bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzaklaştır.”4
  5. Kendini hayâtın tek hâkimi gören ve insanların kendi görüşüne göre hareket etmesini dayatan kral, monark, şef, tiran ve firavunları ilâh edinmeyi reddeder.5
  6. Herhangi bir zümrenin; oligarşik yapılanmanın, bürokrasinin ilâhlaştırılmasını reddeder.6
  7. Bazı soyut varlıkların ve kurumların hayâtın yönlendirilmesinde mutlaklaştırılıp ilâhlaştırılmasını reddeder: “Allah, birbirleriyle çekişen, ortak sâhipleri bulunan bir köle adam ile yalnızca bir kişiye âit olan bir başka köle adamı örnek verdi. Bu iki adamın durumu hiç eşit olur mu?”7Bu âyetteki misâlde, fizikî maddelerden yapılmış putlar kasdedilmemektedir. İşâret edilmek istenen; insanlara birbirinden çelişkili emirler veren ve kendilerine kulluk etmeleri için onları kendi yanlarına çekmeye çalışan canlı mâbudlardır. İşâret edilmek istenen mâbudlardan biri, insanı tatmîn etmesi için heveslere sevkeden kendi nefsidir. Diğeri kâbilesidir, toplumudur, din adamlarıdır, liderleridir, ticârî ve iktisâdî güçlerdir. Tüm bunlar insanı kendi yanlarına çekmek için birbirlerine ters düşen isteklerde bulunmaktadırlar. Böyle bir çıkmazdan kurtulmanın tek yolu tevhîde sarılmaktır.8 Allah Teâlâ’nın emir ve nehiyleriyle beşerî görüşler arasında git-gel yapanlar da âyette geçen şaşkın köleye benzemektedirler. Hukûkun farklı dallarında İslâm hukûkunu temelden reddedip Avrupa ülkelerinin uygulamalarını hukuk adına Müslüman halklara dayatan siyâsetçiler, ümmeti şaşkın kölelere dönüştüren tâğûtlardır.
  1. Tâğûtları Reddeder

Suyun taşmasından istiâre yollu alınan tâğût kavramı “tağa” fiilinden türetilmiştir. Varoluş amacının/fıtratının dışında hareket eden her varlık için kullanılır. Tâğût; sihirbaz, kâhin, şeytân ve hayır yolundan çeviren her varlıktır.9 Buna tüzel kişilikler de dâhildir. Fıtratını bozan; Allah Teâlâ’ya karşı haddini aşan ve kendisine kulluk edilen her şeydir ki bu kulluk ister gönüllü ister zorla yapılsın fark etmez.10

Kur’ân-ı Kerîm, tâğût kelimesini Allâh’a (cc) karşı gelen, O’nun kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve kendilerine kul olmaya zorlayanlar için kullanır. Hakk’a, hakîkate ve îmâna karşı gelen, Allâh’ın kulları için çizdiği şer’î sınırları reddeden her şey tâğûttur.11 Tâğûtluk üç derecede tecellî eder:

  1. Eğer bir kimse kendisinin Allâh’ın (cc) kulu olduğunu kabûl eder fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fâsık denir.
  2. Bir kimse Allah (cc) ile irtibâtını koparır ve başka birine bağlanırsa o zaman kâfir olur.
  3. Eğer bir kimse Allâh’a (cc) isyân eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa tâğûtlaşır.12 Tâğûtlaşmanın bu türü aynı zamanda küfürde ileri gitmektir.

Tâğûtu inkâr edip Allâh’a (cc) îmân etmek, insanın her türlü sorumluluğunda ve hayattaki her uygulamasında Hakk noktasından hareket etmesi anlamına gelir. Bu îman, derin anlamıyla Allah (cc) dışındaki her şeyi reddetmeyi, Allâh’ın (cc) belirlediğinin dışında planlamaları ve programlamaları kabûllenmemeyi ifâde eder. Îmân eden bir insanın kalbinde Allah (cc) sevgisi ile tâğût sevgisi asla bir arada bulunamaz.13 Tâğûtu inkâr etmek îmânın rüknü olduğundan dolayı, îman ancak onu inkâr etmekle sahîh olur.

  1. Endâdı Reddeder

Nidd; cevherde ortaklık ve denkliktir.14 Çoğulu “endâd”dır. Yüce Allah (cc) kendisine herhangi bir varlığın denk koşulmasını yasaklamış ve şu âyetiyle böyle bir davranışın haramlığını bildirmiştir: “İnsanlar arasında Allâh’ı bırakıp da ona ortak (endâd) koşanlar vardır. Onları Allâh’ı severcesine severler. Mü’minlerin ise Allah sevgisi daha güçlü bir sevgidir…”15 Müşrikler, önderlerine ve liderlerine kayıtsız şartsız itâat edip onların emirlerine ve yasaklarına göre davranırlar. Allâh’a (cc) itâat eder gibi onlara itâat gösterip boyun eğerler.16 Sorgulamazlar. Bu davranış İslâm’a göre şirk sayılmış ve Allah Teâlâ tarafından yasaklanmıştır. Îmânın gereği olarak, hiçbir varlığın Allâh’a (cc) denk kabûl edilmemesi istenmiştir. Mü’min olmak ancak bu talebe uymakla gerçekleşir. Sâdece inanç alanında değil, hayâtın hiçbir alanında hiçbir varlık veya kurum Allah (cc) yerine, hayâtın merkezine konulmamalıdır.

  1. Erbâbı Reddeder

İslâm dînine göre mutlak anlamda Rab (Rabb), yalnızca Allah Teâlâ’dır. Rab isminin anlam alanına bakıldığında bu önermenin doğruluğu daha açık görülür. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’tan (cc) başka varlıkların hem rablik iddialarını apaçık bir inkâr olarak değerlendirir hem de rubûbiyyet iddiasındaki sapkın insanlara bağlanmanın yanlışlığı üzerinde durur. Çünkü Rab; varlıkların her türlü maslahatlarını üstlenen17, benzeri olmayan efendi, verdiği nîmetler ile mahlûkatın durumlarını ıslâh eden, yaratma ve emretmenin sâhibi18, terbiye eden, idâre eden, kemâle erdiren, in’âm eden, kayyım, bir şeyin üzerinde hak sâhibi olandır.19 Tüm bu sayılanlar mutlak anlamda Allâh’a (cc) özgüdür. Bu sebeple Yüce Allah (cc), hakkında yanlış kanâat sâhibi olan müşriklere kendisini Mekkî âyetlerde er-Rabb ismiyle tanıtmıştır. Bu ismin anlamını iyi anlayan bir mü’min, ne hemcinsi olan başka bir insanı rab olarak kabûl eder20 ne bir monarkı, firavunu21, ne din büyüklerini22 ne de melekleri.23

Kur’ân-ı Kerîm, kendisini insan hayâtının yegâne mâliki olarak gören otoriteye tam teslîmiyetin bir nevi kulluk olduğunu vurgulayarak, mü’minleri dikkatli olmaya çağırmıştır. Bu sebeple de siyâsî otoriteyi böyle bir çerçevede temsil eden firavun ile İsrâiloğulları arasındaki ilişkiye çokça yer vermiştir. Firavun ve siyâsî ekibine mutlak itâat gösteren kimselerin bu davranışlarının bir nevi tapınma olduğunu ifâde eden Kur’ân, mü’minlerin yaşadıkları dönemin yetki sâhibi kişilerine karşı takınmaları gereken durumlarına dikkat çekmiştir. Sâdece siyâsîlerin değil âlimlerin de rab edinilmesini şiddetle reddeden İslâm, onlara itâat ve bağlılığın sınırlarını çizmiştir.

Hz. Peygamber (sav), Mescid-i Nebî’de Tevbe Sûresi’nin 31. âyetini okurken Adiyy b. Hatem, boynunda altın bir haçla çıkagelmişti. Rasûlullâh’ın (sav) okuduğu âyetin anlamı şöyledir: “(Yahudiler, aşırı bir saygıyla bağlanıp yücelttikleri din adamları olan) hahamlarını ve (Hristiyanlar, aynı şekilde kendi) râhiplerini (verdikleri her hükmü -Allâh’ın kitâbına uyup uymadığını araştırmadan- doğru kabûl ederek, onları) Allah’tan ayrı birer Rab konumuna getirdiler, zâten Meryem oğlu Îsâ Mesih’i de (Allâh’ın oğlu îlân ederek açıkça ilâh edinmişlerdi.) Oysa onlara (kutsal Kitapta) kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan tek bir Tanrıya kulluk etmeleri emredilmişti. (Fakat onlar, “eşi ve ortağı olan, kulları arasında seçilmiş bir topluma ayrıcalıklı davranan ve düşünceyi yasaklayan” bir tanrı inancı oluşturdular. Hayır! Gerçekte) Allah onların (tasavvur ettiği noksan sıfatlardan münezzehtir, ilâhlık mertebesine yücelterek Allâh’a) ortak koştukları her şeyin üzerinde ve ötesindedir, çok yücedir!”24

Adiyy b. Hatem bu âyeti işitince Hz. Peygamber’e (sav), “Biz, din adamlarımıza tapmıyoruz.” demiştir. Bunun üzerine Rasûlullah (sav), “Din adamlarınız bâzı haramları helâlleştiriyor; bazı helâlleri de haramlaştırıyor. Siz de onlara tam bir teslîmiyetle itâat ediyorsunuz ki işte bu, onları rab edinmek, onlara tapmaktır.” buyurmuştur.25 Adiyy b. Hatem’in de belirttiği gibi, din adamlarına yapılan kulluk/ubûdiyet gerçek anlamda bir ubûdiyet değildir. Onların helâl ve haram tâyin etmelerine kayıtsız ve şartsız bağlanmalarından dolayı bu ifâde kullanılmıştır ki26 amaç insanları kullara kul olmaktan sakındırmaktır. Din adamlarına ve âlimlere kulluk, onlara haddinden fazla kıymet vermek, hak olmayan fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrinden çıkarılmayan şahsî görüşlerini, hevâ ve heveslerine uymanın mahsûlü olan keyfî fetvâlarını ve irâdelerini revaçlandırmaktır, ki bu durum aynı zamanda şirktir. Onların Allâh’ın (cc) emirlerine muhâlif olduğu açık olan hatâlarına bile itâati uygun görmek; kısacası, “Allah (cc) ne diyor” diye düşünmeden, Yüce Allâh’ın (cc) emrine uymayı hesâba katmadan bu kimselere tâbî olmak Allâh’ı (cc) bırakıp başkalarına tapmaktır.27 Kelime-i tevhîdi bilerek tasdîk ve ikrâr eden bir Müslüman böyle bir yanlışa düşmez. Allâh’a (cc) karşı oluşturulan her türlü rablik iddialarını reddeder. Özellikle Allâh’ın mehârimine el uzatılan laik hukuk sistemlerinin hâkim olduğu yerlerdeki Müslümanların bu âyetin anlam alanına göre hayâtını her an hesâba çekmesi, âkıbeti için çok önemlidir. Zîrâ insanları ve kurumları ilâh edinenler ebedî hüsrâna düşerler. Kelime-i tevhîdi kabûl eden bir mü’min, önce gönlünü tezkiye eder. “Lâ” diyerek her türlü şirkten kalbini arındırır. Sonra da tahliye olan, îtikâdî ve amelî şirkten temizlenen kalbin Yüce Allâh’a (cc) îman, itâat ve teslîmiyetle süslenmesi gerekir.

Dipnotlar

1 Furkan 25 / 43; bak: Câsiye 45 / 23.

2 Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, II / 393.

3 Yâsîn 36 / 60-65.

4 İbrâhîm 14 / 35.

5 Bak: Şuarâ 26 / 28-32.

6 Bak: Mü’minûn 23 / 47.

7 Zümer 39 / 29.

8 Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’ân, V / 104.

9 İsfehanî, Müfredat, s. 521.

10 Taberî, Cami’u-l Beyan, III / 21.

11 Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, I / 292.

12 Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’ân, I / 331.

13 Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’ân, V / 33.

14 İsfehanî, Müfredat, s. 796.

15 Bakara 2 / 165.

16 Zemahşerî, Keşşaf, I / 209.

17 İsfehanî, Müfredat, s. 336.

18 Taberî, Câmiu’l-Beyân, I / 91-92.

19 Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyet, s. 90.

20 Bak: Âl-i İmran 3 / 64.

21 Bak: Şuarâ 26 / 29.

22 Bak: Tevbe 9 / 31.

23 Bak: Âl-i İmran 3 / 80.

24 Tevbe 9 / 31.

25 İbni Kesîr, Tefsiru’l Kur’ân-i’l Azim, II / 333.

26 Mâturîdî, Te’vilât, c. IV, s. 357.

27 Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, IV / 216.

Ağustos 2020, sayfa no: 8-12

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak