Allâh’a inanmak, O’nun herşeyin yaratıcısı ve sâhibi olduğuna sorgusuz suâlsiz inanabilmek. O’ndan (cc) gelen her emri kalpte hissetmek, dille tasdîk etmek. Bu kul olabilmenin en güzel hâli olsa gerek.
Yüce Allah âyet-i kerîmede şöyle târif eder o muttakî kullarını: “Allâh’a îmân edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lutfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” (Nisâ, 175.)
Sevmek Yaradan’ın rızâsı için olursa değerlidir. O’nun (cc) için sevmeyi bilenler çeşit çeşit engellerle dolu çetrefilli ve yorucu olan hayat yolculuğunda iyiye ve güzele ulaşabilmek için, öncelikle kalplerinde sevgi ve muhabbet bahçelerini yeşertirler. İşte hayâl ettiğimiz, bizim de olsun diye çaba sarf ettiğimiz o bahçelerde, kalplere önce Kur’ân âyetleri işlenir nakış nakış. Âyetlerin vahyedildiği, bize yol gösterici tebliğ edici olarak gönderilenin (sav) sevgisi ile nefes alır ruhlar. Resûlullâh olur dikenli yollarımızın rehberi, Kur’ân olur kalp pusulamız. O iki cihan serverine (sav) âşık yürekler, onu severken hiçbir kalıba ve şekle koymadan severler. Çünkü O (sav) yaşadığı her anla, ümmetine bıraktığı güzel ahlâk vasıfları ile târif edilebilendir.
Ne yazık ki bugünlerde şeytânın çırakları Resûlullâh’ı (sav) şekle sıkıştırıp âdetâ O’nu bir kalıba koyarak gençlerin masum zihinlerini zehirlemeyi, tertemiz gönül bahçelerine fitne kargaşa tohumu ekmeyi arzulamaktadırlar.
O hâinler bilmiyorlar ki; Resûlullâh’ın (sav) ümmetinin O’nu sevmesi için şekline ve şemâiline ihtiyâcı yoktur. O güzeldir, Gül Nebîdir (sav); O’nun yolundan giden, sâdece ismine âşık, ismine sevdâlı nice yürekler vardır. O kocaman yüreklere sâhip sâlihler ve muttakîler asırlar öncesinde de vardı, bugün de var.
Asırlar öncesinden gelen saf tertemiz bir gönül dokunur gönlümüze. O’nu (sav) görmeden seven, dâvet ettiği hak dîni şüphe etmeden kabûl eden; Muhammed Mustafâ (sav) ismine sevdâlanmış, yüreğini O’nun (sav) yüreğine koyan bir gencin kıssasıdır bu. Sanki asırlar öncesinden gelmiş bir selâm gibi dokunsun gönüllerimize.
Peygamberimiz (sav) İslâm’ı tebliğle emrolunduğu zaman birçok pâdişahlara, sultanlara, şahlara mektup yazıp onları îmâna dâvet ediyor, elçiler gönderip fikirlerini soruyordu. O zaman birçok hükümdarlar bu mektuba müsbet cevap verip Peygamber Efendimiz’e (sav) hediyeler göndererek memnûniyetlerini izhâr ederlerken, birçokları da ya gelen elçiyi öldürüyor yâhud birçok ezâ ve cefâ ettikten sonra elindeki mektubu yırtarak elçiyi eli boş gerisin geriye gönderiyordu. Bunlardan İran Şâhı Peygamber Efendimiz (sav)’in mübârek mektubunu yırttığı gibi gelen elçiyi de öldürtmüştü. Fakat Cenâb-ı Allah da onun cezâsını bizzat kendi oğlu vâsıtasıyla verdi. Oğlu babasını tahtından indirdikten sonra onun cesedini o parçalanan mektup gibi parça parça ettirdi. Kendisine mektup gönderilen Rum Hükümdârı Herakliyus ve Mısır Hükümdârı Mukavkis ise gelen mektuba karşılık hediyeler göndermişler fakat İslâmiyet’i kabûl edemeyeceklerini bildirmişlerdi.
Bunlardan kendisine mektup gönderilen Arap kabîle Reislerinden Habbab isminde birisi daha vardı ki, kendisine mektup getiren elçiyi hayli hırpaladıktan sonra serbest bıraktı. Önünde duran mektubu da eline bile almak tenezzülünde bulunmadan adamlarına: ‘Kaldırın şunu önümden, atın bir yere’ diye emir verdi.
Mektubu derhal sultânın önünden aldılar, fakat yırtıp atmadılar. Diğer evrakla berâber onu da sarayın hazînesinde bir sandığa koydular.
Bu küstah, kendini bilmez sultânın Habbab isminde bir de oğlu vardı. Daha yaşı genç, babasının yerine sultan olmaya hazırlanan, ne isterse kendisinden esirgenmeyen, sarayın tek oğlu idi. Bir gün sarayın hazînesine girdi. Orada evrâkı karıştırırken sandık içine saklanmış olan mektubu gördü. Büyük bir dikkatle alıp okudu. Fakat hayret! Okudukça içinde bir ateş hissediyor, tekrar tekrar okuyordu.
‘Bu mektubu buraya niye koymuşlar acaba? Ne güzel bir mektup bu, hem Allâh’ın elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dînine dâvet ediyor, hem de dînine girmek isteyenlerden hiçbir şey talep etmediğini bildiriyor. Ne güzel sözler bunlar, demek bizim tek yaratıcımız var, O'nun da yeryüzünde bir elçisi var’ diye söyleniyordu kendi kendine.
Çünkü Mektûbu Şerifte: “Ey hükümdar! Kendini insanlara Allah olarak taptırma! Senin ve bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allâh’a îmân et ki dünyâ ve âhirette kurtuluşa erişesin. O tapındığınız putlar ve siz cehennemin ateşi olmaktan kurtulun” diye yazılı idi.
Henüz genç yaşta olan Habbab, mektupta târif edildiği üzere orada îmân ederek, “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühü.” diyerek şehâdet getirdi.
Mektubu okuyup îmân ettikten sonra bu hâlinden babasına bahsetmek istedi ise de babası onu konuşturmuyor, hemen sözünü keserek: ‘Oğlum sakın ona aldanma, sen zevk-ü sefâna bak, sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. Öyle kim olduğu belli olmayan birisine inanırsan kendine yazık edersin’ diyerek kendince nasihat ediyordu.
Fakat Habbab'ın kafasına girmiyordu böyle sözler, o bir kere inanmıştı Allâh’a ve O’nun Resûlüne. (sav) Oğlunun dâvâsından dönmediğini gören babası, ona bizzat kendisi cezâ vermek istedi. Ayakları altına alarak, öldürmeye kastedercesine dövmeye başladı. Öyle çok dövüyordu ki, elinden vezirleri zor aldılar. Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi, bir de cellâtlarına: Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın; îmânından dönmez, bizim yolumuzu kabûl etmezse de en sonunda kellesini kesin, diye emretti.
Cellâtlar alıp götürdüler, öyle işkenceye tâbî tuttular ki dille târifi mümkün değil. Üç-dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su içirmiyorlar: ‘Ya dîninden dönersin yâhud bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz’ diyorlardı; ama ona hiçbir şey tesir etmiyor, “Lâ ilâhe illallah” diyor başka bir şey demiyordu.
Üç dört gün süren işkenceden sonra hâlâ dâvâsından dönmediğini görünce, artık îdâmına karar verdiler. Fakat îdâmı ile görevlendirilen cellâda öyle bir uyku gelmişti ki, ne yaptı ise uykudan kurtulamadı. Habbab ise kalın zincirlerle bağlanmıştı. O anda olmasa bile; yarın mutlakâ îdâm edilecekti. Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tâbi tutulan, her tarafı kan revân içinde kalan Habbab; Allah'tan başka yardım isteyecek kimse bulamıyordu.
Ellerini Allâh’a açarak şöyle yalvardı: “Yâ Rabbi! Hâlim sana mâlûm, ben sana inandığım, senin Resûlün Hazreti Muhammed'e (sav) inandığım için bu ezâya tâbi tutuluyorum. Beni bu belâdan ancak sen kurtarırsın. Öleceğim için değil, Kâinâtın Nûru Habîbin Muhammed Mustafâ'yı (sav) görmeden bu âlemden gideceğim için hüzünlüyüm. Beni, ismine âşık olduğum Resûlüne bir an önce kavuştur da, ondan sonra ne olursa olsun Yâ Rabbi!” diye yalvarmaya başladı.
Onun, bu hulûs-i kalp ile yalvarışı arş-ı âlâyı titretmişti. Cenâb-ı Hakk hemen Cebrâîl Aleyhisselâmı göndererek, dileğinin yerine getirilmesini temin etmesini emretti. Cebrâîl Aleyhisselâm geldi, Habbab'ın bağlı olduğu zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. Zincirden kurtulan Habbab, hiçbir şey düşünmeden olduğu hâliyle Medîne tarafına koşmaya başladı. Öyle gidiyordu ki sanki rüzgâr esiyordu; yetmiş konaklık mesâfeyi bir gecede aldı.
Yırtılmış elbiseleri, kan-çamur içinde kalmış vücûdu ile Medîne’ye erişti. Fakat nasıl bulacaktı mahbûbunu? Medîne'nin sokaklarından birinde ağlayarak gezerken Amr bin As’ı (ra) gördü.
Amr; “Evlâdım nedir senin bu hâlin? Sen âşık olmuş birisine benziyorsun. Derdini bana anlat ki açsan sana yemek getireyim, çok perişan bir haldesin. Günlerdir yemek yememiş bir hâlin var” deyince ve genç delikanlı: “Hayır, benim arzuladığım ne yemektir ne de başka bir dünyâ malı” diye cevap verince anladı Amr bin As (ra) onun Peygamberimize ve O'nun yoluna âşık olduğunu.
“Ben Hazreti Muhammed'e (sav) îmân etmiş bir Müslümanım, sırrını bana söyle kardeşim. Kimseye söylemeyeceğime dâir söz veriyorum” deyince Habbab eline sarılarak: “Beni Hazret-i Muhammed'e (sav) götür” dedi.
Tam bu esnâda Cenâb-ı Hakk (cc) Cebrâil’i (as) göndererek Peygamberimiz’e haber vermiş, uzaklardan bir misâfirinin geldiğini ve karşılamasını tâlim buyurmuştu. Peygamberimiz (sav) orada bulunan ashâbıyla berâber, Medîne sokaklarından huzûruna gelmekte olan Hazreti Habbab'ı karşıladı. Ona sadâkatinden dolayı iltifatlar etti.
“Hoş geldiniz fedâkâr oğlum Habbab” diyerek kucakladı, bağrına bastı.
Hani ayrılıklar ve acılar bâzen asıl kavuşmanın habercisidir ya işte sana olan ümitsiz sevdâm, yaralı yüreğim, benim için yokluğunda varlığına kavuşmak gibi olsun Yâ Resûlallâh (sav).
Ya Resûlallâh; hani sizi çok seven, herkesin dîvâne diye bildiği, Yemenliler’in develerine çoban yaptığı ama Sen’in (sav) gül kokulu hırkanla şereflenen, seni görmeden sen olan, rûhu rûhunuzla buluşan, o Sen kokulu sevdiğin Veysel Karânî (ra) gibi işte ben de öyle seveyim sizi Ey Nebî (sav).
Şu geçici güzelliklerle dolu, nefsî duygularla süslenmiş dünyânın, Senin ruh hamurumuza işlenmiş aşkını ve muhabbetini bize unutturmasına, kalbimizi kaydırmasına izin vermeyelim, Seni çok analım. Senin sevgin bizim dertlerimizin dermânı, Senin muhabbetin yalancı aşklarla doldurduğumuz kalplerimizin ilâcı, yolumuzun rehberi…
Yâ Resûlallâh ne olur sîretimiz de sûretimiz de Sen olsun. Yüreğimdeki yangın köz köz söz olsun; Senin aşkın, sevdân biz âciz ümmetine bahar, yüreğimize yol olsun. Sizi anlatamadığım sevdâm bana hem dert hem şifâ olsun. Sizinle ben yok olsun, ben ben değil Siz olsun, sonsuz salât ve selâmlar Size olsun.
Nuriye Eycan
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak