Yûnus eger derviş isen terk eyle küllî dünyâyı
Dünyâ eger Uçmagısa dervişlere zindân olur
Yûnus Emre
Halvetî geleneğinde Yûnus Emre’nin, o çok bildiğimiz Hacı Bektaş Veli dergâhına buğday istemek için gitmesi ve oradan Tabduk Emre dergâhına gönderilmesi, kendisine dağdan odun getirme görevi verilmesi ve onu tâkip eden diğer olayların anlatıldığı hikâyesinden farklı bir hikâyesi vardır. Buna göre Yûnus Emre, verdiği bir fetvâ konusunda yanılır ve bunu ortaya çıkaran Tapduk Emre’nin ilim ve irfan mertebesini anlayarak ona derviş olmak ister. Tapduk Emre ise ona, eğer bu yola girmek istiyorsa bulunduğu kadılık makâmını ve sâhip olduğu malı mülkü terk etmesini şart koşar. Yûnus bu şartları kabûl ederek onun dergâhında namsız nişansız biri olarak dervişlik eğitimine başlar.
Bu menkîbe yâni yolun başında ilk imtihanın “terk” olması bir hayli mânidar görülmekte ve bütün zamanlardaki insanlar için de önemli bir ders içermektedir. Şimdi duruma yakından bakarak önce terk edilmesi istenenlere bakalım. Bunlardan biri kadılık diğeri mal-mülktür. Yâni bir insanın elde etmek için yıllarını verdiği şeylerdir bunlar. Peki bunların terki neden istenmektedir? Demek ki Tapduk Emre, Yûnus’la aralarında geçen fetvâ meselesinde Yûnus’un tutumunu ilmin ve maddiyâtın verdiği gurûra bağlamaktadır. Ona göre, Yûnus’un engeli bunlardır. Tasavvufta “boşalmadan dolmak olmaz” diye bir kural vardır. Demek ki Yûnus, içindeki kendisinin hakîkatle buluşmasına engel bu iki şeyden kurtulmalıdır ki boşalan yere hakîkat yerleşsin. Burada konunun anlaşılması için Şemseddin Sivasî Hz.lerinin şu iki beyti de elbette hatırlanmalıdır:
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûn olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişah konmaz sarâya, hâne mâmûr olmadan
Bu iki beytin anlamını da verelim ki mesele daha iyi anlaşılsın: “Herşeyden uzak olmadıkça kişi Hakk’a kavuşamaz, gönül pürnûr olmadan da hazîne açılmaz. Gönülden Allah’tan gayrısını çıkar ki Hakk tecellî etsin. Çünkü hâne mâmur olmadan pâdişah saraya girmez.”
Terk, işte bunun için yolun başındaki en önemli imtihandır. Nitekim öyle olur. Yûnus Emre’ye ilk ders olarak “bilmem” virdi verilir. Bilmem demek, gönlünde ve zihninde yük, engel olan şeylerden kurtulup özgürleşmektir. Yûnus Emre de, bu dersi ihlâsla yapar ve sonunda bırakın ilmi, malı mülkü, kendi varlığını bile unutacak hâle gelir hattâ adını bile unutur, adını soranlara “bilmem” cevâbını verir. Böyle bir eğitimin netîcesinde de “Derviş Yûnus” yâni “Bizim Yûnus” olur. Çünkü mâsivâdan yâni “İnsanı Allah’tan uzaklaştıran herşey”den kurtulmuştur. Zâhirî bilgiler ve maddî şeyler yâni ağyar gönülden çıkarılmış, gönül hânesi asıl sâhibinin teşrîfi için hazır hâle getirilmiştir. O’nun teşrif ettiği gönül ise hakîkatle aydınlanmış bir gönül olacaktır. Kendini bilince Rabbini de bilir hâle gelen bir gönüldür bu.
Bu menkîbe bugüne ne söyler, şimdi de ona bakalım. Biz fânîler, fânî değilmişiz gibi var oluş değerimizi hep maddî şeylerle, makamla mevkiyle sağlamanın derdindeyiz. Kendimizce bireysel mutluluğumuz, cemiyet içindeki statümüz; hep sâhip olduklarımıza ya da olacaklarımıza bağlıdır. Bizi onların değerli kıldığına/kılacağına inanırız. Böyle bir kanâat, hemen hepimize benimsetilmiş bir anlayıştır. Gâye bunlar olunca da onları elde etmek için çaba harcarız. Sonunda elde edebiliriz de… Fakat yine de istenilen mutluluğu ve huzûru yakalayamayız. Zîrâ bu anlayış bizi haddinden ve hakkından fazla “dünyâperest” yapmakta, benlik ve bencillik duygumuz bizi esir almaktadır. Oysa bizim asıl gerçekliğimiz bedenimiz değil rûhumuzdur. Ruh ise geldiği ve gideceği yeri özlediğinden fânî olanlarla, bu dünyâda bırakacaklarımızla mutlu olamamakta, huzur bulamamaktadır. Zîrâ tutsaktır. Yûnus Emre bu yüzdendir ki:
Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık iken, gitmez gönül darlığı”
diyerek bu konuda bütün zamanların insanlarına en büyük îkâzı yapmaktadır. Modern insan sâdece bu beyitteki anlayışa odaklansa, onu benimsese, içselleştirse aslında mesele kalmayacaktır.
Bu durum ve tutum, tasavvufun “terk-i dünyâ” ilkesinin bir gereği olarak da görülebilir. Ne var ki bu kavram ve bu tavır, kimi yanlış anlamaları da berâberinde getirmektedir. Yâni çalışma ve herşeyi boşver. O zaman soru şudur: Boşverilecek bir dünyâya neden gelmiş olalım ki?.. Mâdem burası imtihan ve olgunlaşma yurdudur öyleyse imtihânın bir parçası da pekâlâ malla, makamla ilgili olanıdır. Buradaki inceliği şöyle anlamak gerekir: “Dünyâda olmak ama dünyâperest olmamak”. Yâni kazanmaksa kazanmak, hayat ne tür ihtiyaçları ortaya çıkarmışsa onları temin etmek için çalışmak. Ama tek bir şartla… Bunları hayâtın gâyesi yapmamak. Bunları kalıcı değerler olarak görmemek. Eğer bunlar insâniyet yolunda ayak bağı ise onları terk edebilme cesâreti gösterebilmek. Üstelik bu bağı sâdece zâhirde koparmak da yetmez, gönlün de bunlara yabancılaşması gerek. Eğer gönülde bunların sevgisi varsa zâhirde fakir olmanın bir değeri yoktur.
Yûnus Emre, işte bunu başardığı için kâmil insan olmanın örneği oldu. İbrahim Ethem tâcını tahtını terk ettiği için görünüşte dünyâ sultanlığını kaybetti ama gönlünü asıl sâhibine yâni Allâh’a âit kıldığı için kendisi de bütün gönüllerin sultânı oldu. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri de Yûnus’unkine benzer bir olayı yaşar. Üftâde hazretleri kendisine derviş olmak isteyen Hüdaî Hazretlerine “Sen mal mülk sâhibisin, burası ise yokluk kapısıdır.” der. O da kendisini öğrenciliğe kabûl ederse dediği herşeyi yapacağını söyler. Üftâde hazretleri de kadılığı bırakıp sırma kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını ister. O da denileni yaparak yokluk kapısında var olmanın sırrına erer.
Örnekler elbette çoğaltılabilir. Bir kez daha belirtmek gerekirse, mesele terk kavramının doğru anlaşılmasıdır. Bunu doğru anladıktan sonra dünyâ kadar malımız da olsa, en yüksek mevkilerde de olsak bunlar hakîkat yolculuğunda engel olmaktan çıkar. Demek ki varlık da yokluk da öncelikle kalple alâkalı bir meseledir. Bilinir ki kıssalar hisse içindir. Hisse ise gerçekliği kanıtlanmış sözlerdir. Öyleyse gerek kendimize gerekse çocuklarımıza, öğretmensek öğrencilerimize bu terk kavramını doğru anlatmamız gerekiyor.
Tabii terkle iş bitmiyor. Bir de teslîmiyet var. Terk eden yeni yolunda ilerleyebilmek için teslîmiyet içinde olmalıdır. Teslîmiyet tutsaklık demek değil rızâ ve kabûl hâlidir. Yâni özgürce verilmiş bir karardır. Teslîm olunan bizi kendi yöntemleriyle bu yolda yürütecek ve varılması gereken noktaya iletecektir. Bu da insanın kendini inşâ etme bilgisine ve bilincine sâhip olmasıyla olasıdır. Bugünün insanı evler şehirler inşâ ediyor ama kendini inşâ diye bir meselesinin olduğunu ne yazık ki hatırlamıyor bile. Bu yüzden varlık içinde darlık ve yokluk yaşamakta, asıl varlığın terk ve teslîmiyet olduğunu bilmemektedir. Bunu mektep-medrese eğitiminin vermesi elbette mümkün değildir. Çünkü modern eğitim tâlime dayalı olup terbiye etme kavramına hayli uzaktır. Haksız da sayılmaz. Terbiye ancak ehil bir mürşid eliyle gerçekleşebilir. Değilse bu yolda kâr yerine ziyan söz konusu olur. Kazanmak isterken olanı da kaybetmek riski her zaman vardır.
Yeni zamanlarda insanoğlunun bu aslî ihtiyâcı kişisel gelişim kitaplarındaki öğretilerle karşılanmaya çalışılıyor. Bunlarda yazılı olanlar hayat anlayışımıza yeni bir pencere açıyorlar ama o pencereden meselâ sâdece bulunduğumuz yerin dışarısını görebiliyoruz. Oysa daha ileride koca bir dağ var. Asıl görülmesi gerekenler orada. Fakat bu zorlu dağ yolculuğuna nasıl çıkacağız, kim çıkaracak? Asıl soru bu işte. Kişisel gelişim anlayışı seküler bir temele dayalı olduğu için hedef de seküler bir özellik taşır. Yâni başarı odaklıdır. Başarmışsan mutlusun. İyi güzel de bu yolun ahlâkı, usûlü olması gerekmez mi? İşte bunlar için irfan ehlinin sözlerine, hallerine, tecrübelerine ihtiyaç var. Onlar, kişisel gelişim kitaplarının bize vermekten âciz kaldığı nice bilgileri verecek bir hazîne durumundadırlar.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak