Kâinat kitâbından okuduğumuz ilâhî âyetlerden bir tânesi de tevhîddir. Zerreden küreye bütün kâinat tevhîd esâsı üzerine kurulmuş ve bütün zerreleriyle Allâh'ın vahdâniyetini haykırmaktadır. Ağaçtaki bütün meyvelerin bir tohumdan, insanların tek nefisten ve diğer varlıkların bir damla sudan çoğalmaları bize bu hakîkati haykırmaktadır. İşte çokluk içindeki bu vahdet kâinat var olduğu günden itibâren muhteşem bir uyum ve döngü ile devâm etmektedir.
Rabbimiz kâinattaki bu muhteşem uyumun, kesret içindeki vahdetin insanların sosyal hayatlarında devâm etmesi için kendisinin tek Rab olduğunu bildiren tek bir dîni göndermiş ve insanların tek bir ümmet olmalarını istemiştir. “Hakîkaten bu (bütün peygamberler ve onlara îmân edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin. (İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir.”1
Allah Teâlâ Enbiyâ sûresinde, farklı zamanlarda ve farklı bölgelerde dînini tebliğ etmek üzere birçok peygamber gönderdiğini haber verdikten sonra, bunların tebliğ ettiği dînin Allâh'ın birliği, yüceliği ve eşsizliği ilkesine dayanan tek bir din, ibâdete lâyık olan ilâhın da sâdece kendisi olduğunu bildirmiştir.2 Ayrıca Mü'minûn sûresinde insanların tek bir ümmet olduğu haber verilmektedir. “Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının» (denildi).”3
İslâm âlimleri 'ümmet'i iki mânâda kullanmışlardır. Birinci anlamda, son peygamberin gelişi ve İslâmiyet’in doğup Arabistan yarımadasının dışında duyulmasından itibâren bundan haberdâr olan bütün insanları ifâde eder. Bu insan kitlelerine “ümmet-i da‘vet, ümmet-i belâğ ” denilmiştir. Bu anlayış Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, Resûlullâh’ın bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı (Sebe’ 34/28; krş. el-A‘râf 7/158), âlemlere rahmet vesîlesi (el-Enbiyâ 21/107) bir elçi olarak gönderildiği şeklindeki beyanlara dayandırılmıştır. Resûl-i Ekrem’den nakledilen bir hadiste dünyâ var oldukça Cenâb-ı Hak tarafından İslâm dîninin sesinin çadırda, köyde ve şehirde yaşayan bütün insanlara duyurulacağı belirtilmiştir. (Müsned, IV, 103; VI, 4)4
Âlimlerin ümmet kelimesine verdiği ikinci anlam, “Hz. Muhammed’e îmân edip tâbi olan kitleler” (ümmet-i Muhammed) şeklindedir ve kelimenin yaygın kullanılışı da bu yöndedir; bu kitlelere de “ümmet-i icâbet” denilmiştir. Kur’ân’da yer alan “mûtedil ümmet” (el-Bakara, 2/143) ve “en hayırlı ümmet” (Âl-i İmrân, 3/110) ifâdeleri, ayrıca çok sayıdaki hadis rivâyetinde tekrarlanan ümmet kelimesi Muhammed ümmetini belirtmektedir.5
Bu anlamlardan anlaşılacağı üzere bütün insanlar sevgili Peygamberimizin ümmeti sayılmaktadır. Ancak insanlar Allâh'ın bu arzusunu şahsî ya da kitlesel zaaflarına yenilerek yerine getirememişlerdir. Bu da onların gerek ümmet-i da’vet ve gerekse ümmet-i icâbet içerisinde tefrîkaya düşüp dağılmalarına sebep olmuştur ve olmaktadır. Ümmetin birliğinin bozulmasının sebeplerini ve ümmet birliğinin önündeki engelleri şöyle sıralayabiliriz:
Irkçılık: Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrenseldir. İnsanların farklı renk ve dillerde yaratılması Allâh'ın büyüklüğünü gösteren âyetlerindendir. Allâh'ın fiillerindendir. “O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.”6 İşte bundan dolayı insanlar doğuştan getirdikleri; dil, renk, coğrafî ve fizikî farklılıklarından dolayı kınanamazlar. Kendileri de bununla övünemezler. Bundan dolayı Kur’ân üstünlüğü ırka değil “takvâ”ya vermiştir. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” Özellikle bu âyette “bütün insanlara” hitâp edilerek onların arasındaki tabii farklılaşmanın ilâhî bir fiil olduğu belirtilmekte ve bu fiilin hikmeti göz önüne serilmektedir. Tabii farkların karşılıklı tanışmaya ve oradan hareketle Allâh'ı tanımaya vesîle olması amaçlanmıştır. Tabii ferdî ve sosyal farklılaşmanın getirdiği özellikler birer üstünlük kaynağı olarak görülemez. Üstünlük irâdî olmayan tabii özelliklerde değil irâdî olan dînî ve ahlâkî duyarlıkla (takvâyla) bunun ürünü olan güzel fiillerde aranmalıdır.”7
Milliyetçilik, Kavmiyetçilik: Ümmet birliğini parçalayan en büyük etkenlerin başında etnik milliyetçilik yâni kavmiyetçilik gelmektedir. Son yüz yılda özellikle ümmet coğrafyasında milliyetçilik akımları desteklenmiş, başta Osmanlı imparatorluğu olmak üzere bütün ümmet paramparça hâle getirilmiştir. Maalesef günümüzde de ırk temelli ve İslâm’a aykırı menfî milliyetçilik akımları ile ümmet en büyük tefrîkasını yaşamaktadır. Bu zehirli akımın ilacı İslâm kardeşliğidir. İslâm kardeşliği bu ümmeti bir arada tutan en büyük çimentodur. Ya asr-ı saâdetteki kardeşlik bilinciyle ayağa kalkarız ya da bölünmüşlüğümüz, parçalanmışlığımız devâm eder.
Mezhepçilik Taassubu: Hukûkî anlamdaki farklı yaklaşımlar olarak değerlendireceğimiz mezhepler bu ümmet için rahmet olarak değerlendirilmektedir. Hem hukûkun işlevsel olmasını sağlamakta hem de güncel fıkhî konulara çözüm üretmektedir. Ehl-i sünnet mezhepleri arasındaki muazzam uyum ve ihtilaflar bu ümmete rahmet olmuşlardır. Ancak Hâricîler, vehhâbîler ve Şia gibi mezhepçilik ekseninde hareket eden farklı grup ve akımlar ümmet için azap olmuşlardır. Bu da ümmetin birliğine zarar vermelerini berâberinde getirmiştir.
Meşrep-Cemaat Taassubu: Meşrep, İslâm’ı daha güzel yaşamak ve İslâm’a hizmet etmek için aynı kaynağa gönül veren, mizaç ve karakteri birbirine yakın olan kimselerin meydana getirdiği sosyolojik oluşum demektir. Bu anlamda meydana gelmiş birçok meşrep vardır. Kaynağını sevgili Peygamberimizin sahabe arasında oluşturduğu özel kardeşlikten alan bu yapılanma da ümmet için rahmettir. Ancak meşrebin hak olması için İslâm’ı yaşamanın ve İslâm’a hizmetin ön planda olmasının yanında kendileri gibi olan diğer meşreplerin dışlanmaması, hor görülmemesi, tekfir edilmemesi gerekir. Aksi takdirde meşrebin öncelenmesi ve sâdece kendilerini hak olarak görmeleri ümmet içinde tefrîkaya sebebiyet vermek demektir. Bu da rahmet değil azap olur. Böyle bir durum Ümmetin birliğinden çok tefrîkasına sebebiyet verir.
Siyâsî Basîretsizlik (Dünyâ Siyâsetinde Rabbânî Ölçülere Uymama): Bir Müslümanın dünyâda meydana gelen gelişmelere İslâm’ın gözlüğüyle bakması gerekir. Bu sevgili Peygamberimizin sünnetidir. Dünyâdaki gelişmeleri bu ümmete katkıları çerçevesinde değerlendirmesi ve ona göre tavır alması gerekir. Filistin’de meydana gelen gelişmeler bize şunu tekrar göstermiştir ki küfür tek millettir. Bütün kâfirler birbirlerinin lehine ve Müslümanların aleyhine karar almaktadırlar. Öyle ise müslümanların da dünyâ siyâsetinin gidişâtında Müslümanların yâni ümmetin birliği için karar almaları ve müslümanların safında yerlerini almaları gerekmektedir! Ama gelin görün ki basîret ve firâset yoksunu müslüman idâreciler dünyevî menfaatleri için kâfirlerin yanında yer alıp ümmetin birliğini bozabilmektedir. “Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedirler. Şimdi sen onları bir zamâna kadar gaflet ve sapıklıkları ile başbaşa bırak! Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar.8
İlâhî emir ve emânet olan liyâkati, denge ümmeti olma özelliğini kaybetme: “İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Resûl'ün de size şâhit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allâh'ın hidâyet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin îmânınızı aslâ zâyi edecek değildir. Zîrâ Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.”9
Evet Allah bu ümmeti yeryüzüne denge ümmeti kılmıştır. Ancak bu ümmet şu anda bu özelliğini kaybetmiştir. Bu pâyeye yeniden lâyık olmak için gayret göstermelidir. Aksi takdirde şu âyetin muhâtabı olacağımızı bilmemiz gerekir: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla berâber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah îmân edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.”10
Yazımızı Hz. İbrâhim (as)’ın arzuladığı ümmet için yaptığı şu duâsıyla bitirelim: “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itâat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabûl et; zîrâ, tevbeleri çokça kabûl eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin.”11
Dipnotlar
1 Enbiyâ 21/92-93
2 Kur'an Yolu Tefsiri, 3/ 698-699
3 Mü'minûn 23/ 52-53
4 Halil İbrahim Bulut, “Ümmet” TDV İslâm Ansiklopedisi 2012 (İstanbu)42/ 308-309
5 Bulut, age
6 Rûm 30/22
7 Recep ŞENTÜRK, Kadir CANATAN “ırkçılık”, TDV İslâm Ansiklopedisi 1999 (İstanbul) 19/ 124-131
8 Mü'minûn 23/ 52-54
9 Bakara 2/ 143
10 Bakara 2/213
11 Bakara 2/127
Şubat 2024, sayfa no: 16-17-18-19
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak