“Bir gören bir daha görsem diye, Allah Allah
Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak.
Âteş-i aşkına bin kere yanıp İbrâhîm,
Görse eylerdi fedâ kendini kurbân olarak.”
Kemal Edip Kürkçüoğlu
İslâm dîninde kelime-i şehâdet en önemli sözdür. Şâhit, şehit, şehâdet, müşâhede kelimeleri aynı kökten gelir. Mü’minler kelime-i şehâdet getirirken, görmeden îmân ederler. Bu nedenle ümmet-i Muhammed’e sonsuz güzellikleri seyretme ihsânı verilmiştir.
Mîraç makāmı, Allâh’ı bâtınında müşâhede etmektir. “(Gözleriyle) gördüğünü, kalb(i) yalanlamadı.” (Necm, 11.) buyurulmuştur.
Mânevî hayâtın nihâî meyvesi, bekābillahdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Doğu da Batı da Allâh’ındır, her nereye dönerseniz Allâh’ın vechi oradadır.” (Bakara, 115.) buyurulmaktadır.
En yüksek makam Allâh’ı bilmek değil, Allâh’ı görmektir. Cemâl-i Bâkî’yi görmek için nefsi O’nda ifnâ etmek, yok etmek lâzımdır. Namazlarımızdaki secdemiz bu fenâya bir remizdir. “O’nun Cemâli hâriç her şey yok olucudur” namazdaki oturuşla temsîl edilir. Âbid (ibâdet eden kimse) secdedeki fenâdan sonra namazın “celse” oturuş kısmında İlâhî Huzûru müşâhede eder. Mükemmel denge, “istivâ” hâlidir, mutlak ebediyet kazanma anlamına gelen “Bekābillah”tır; Allah’la Allah’ta bâkî olma.
Hz. Mevlânâ görmek fiilinin inceliklerini şöyle anlatıyor: “İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü neyi görürse, değeri o kadardır insanın. Bir küp, boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir. Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur.”
“Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allâh’ın Cemâlini gördü. Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça “Semme vechullâh”ı nasıl bilebilirsin? Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Allah da öyle görünür.”
Allah bize, Kur’ân’da buyurur ki: “Ve ona katımızdan bir ilim öğrettik.” Allah Teālâ Âdem aleyhisselâm’a ilmini öğretti, ona Kendi ilminden verdi; “Ve Âdem’e bütün eşyânın -varlıkların- isimlerini öğretti.” (Bakara, 2/31) âyetinde Kendi sıfatlarının hepsini ve Esmâ-i Hüsnâ’sını ona nakşetti. Böylece Âdem aleyhisselâm Hakk’ın esmâsının aynası oldu. Saf aynasından Hakk’ın nûru tecellî etti. Celâleddîn Rûmî şöyle buyurmaktadır: “Bütün ilim ve eşyâ Hazreti Âdem’in göğsünde bulunurdu. Rabbi’nin kendisine esmâyı öğrettiği insanlığın atası her bir damarında yüz binlerce ilme sâhipti.”
İnsanın dünyevî varlığına, Rahîm-i Mutlak olan Allah tarafından Kendisini bulma ve sevme, Kendisini tanıma potansiyeli verilmiştir. Ancak bu aşk ile O’nun bilinmek murâdı bu dünyâda bizden zuhûr edebilir. Allâh’ın “Gizli bir hazîne idim…” beyânının iç mânâsı, bize bu dünyâdaki insan hayâtının maksadını ve kıymetini açıklıyor. O’nun bilinmek murâdı, kâinâtı ve içindeki her şeyi yaratmasının ardındaki sebeptir. Ahmed Samânî diyor ki: “Allah bütün mahlûkātı kudretinin bir tecellîsi olarak, ancak Âdem evlâdını aşkının bir tecellîsi olarak yaratmıştır. Diğer her şeyi el-Kavî isminin muhâtabı olarak, seni ise el-Velî isminin muhâtabı olarak yaratmıştır.”
Yaratmanın ana sebebi Allâh’ın bilinmeyi sevmesidir. Bu durum bize, insanın bu dünyâda ilâhî bir idrâke varma neşesini ve o gizli hazîneyi dünyâda bulabilmek mesûliyetini anlatıyor. Bu, O’nun bizi kemâle çağırmasıdır. Yāni, “Bilinmeyi murâd ettim” ifâdesi velâyet çağrısıdır, mîraç çağrısıdır, şehit olma çağrısıdır. Bu da rahmet ve merhametin, aşkın, nûrun ve ihsanların kemâlinin ancak insanın dünyevî varlığından zuhûr edebileceği mânâsına geliyor.
Ebû İbrâhîm Buhârî Müstemlî ref’ edilmesi îcâb eden perdeleri anlatıyor. Bu dört perdeyi kaldıramadığı sürece insan ne âşık olabilir ne de görebilir:
“Perdeler dörttür: Dünyâ, nefis, insanlar ve şeytan.” Bu dünyâ âhiretin perdesidir. Bu dünyâyla sarmaş-dolaş olmuş her kimse âhiret ipini salmış demektir. İnsanlar kulluğun perdesidir. Kendisini insanlardan çıkarı için meşgûl edip duran bir kimse kulluğu ve Rabb’e itāati terketmiştir. Şeytan dînin perdesidir. Onunla iyi geçinen her kimse dînini terketmiştir. Nefs de Hakk’ın perdesidir. Nefsin hevâlarına uyan her kimse Allâh’ı terketmiştir. Allah Teālâ buyuruyor ki: “Nefsinin hevâ ve hevesini kendisine ilâh edineni görmedin mi?”
Bu dünyâ âhiretin perdesidir. Hz. Mevlânâ, bu dünyânın ilâhî hakîkatin bir inkârı, bir reddi olduğunu söylüyor: “Bu kadar dünyevî olmamızın sebebi Huzûr-ı ilâhîden gaflette olmamızdır; ne paradır, ne kadın, ne libas. Bunu iyice anla!” Kişi bu dünyâda ve onun cezbediciliğinde kaybolduğunda Allah’tan uzaklaşır; kendi arzularına kul, şeytānın elinde oyuncak olur. Peygamber Efendimiz’e soruldu: “Yâ Resûlallah, dünyevîlik nedir?” Saadetle cevap buyurdu Efendimiz: “Seni gaflete atıp Rabbini unutturan her şey.” Dünyâya duyduğumuz muhabbet oranında mânâ gözlerimiz Hakîkat’e o kadar kapalı, o kadar kör demektir.
İnsanlar kulluğun perdesidir. Dîne kulluk yerine dîni kullanmaktayız. Allâh’a giden yol, sonsuz Cemâl ve Kemâl istikāmetine giden yoldur. İnsan rızā aramak, şifâ bulmak yerine menfaat, sevap kazanmanın peşinde. Hz. Mevlânâ: “Ekmeğe tâlip derviş karadaki balık gibidir. Şeklen balıktır ama denizden kaçmaktadır. Allâh’ı, kazanç uğruna sever. Nefsi, Allâh’ın Kemâl ve Cemâl’ine âşık değildir.” buyuruyor.
Şeytan dînin perdesidir. Resûlullah Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm, şöyle buyurur: ''Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zîrâ o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikāmet ehli âlimlerden al, istikāmetten sapanlardan alma!''
Şeytan kalbin kübrâ âleminin en büyük düşmanıdır. Onun en önemli maksadı kalbin hazînelerini, dengesini, güzelliğini ve saflığını çalmaktır. Şeytan, dîni değiştirmek ve yozlaştırmak için dînin kendisini kullanan en büyük düşmanımızdır. Ebû İbrâhîm Buhārî Müstemlî’nin buyurduğu gibi: “Şeytan dînin perdesidir; onunla iyi geçinen her kimse dînini terketmiştir.”
İslâmiyet, karşısına cehâleti hedef seçmiştir. Cehâlete karşı verilecek asîl mücâdelenin ilimle olduğunu görmekteyiz. Kâinat Efendimizin nûru ile aydınlatılmıştır. Bu nur gaflet ve bilinçsizliğin karanlıklarını en küçük zerrelerine varıncaya kadar ortadan kaldırmıştır. Dünyâ en tesirli temizliğe şâhit olmuştur. Bugün, sanki Peygamber Efendimiz'in dünyâyı teşrîfinden evvelki câhiliye devrine döndük.
Gaflet öyle bir hastalıktır ki, tevhîd nûrunu tamâmen söndürüyor ve kalbimizdeki Muhabbet-i Muhammedî'yi siliyor. Gaflete düşmek; maddeye yönelmek ve mânâyı terk etmektir.
Gafletten kurtulmak; ilâhî bilincin nûruna uyanmak ve aşkın şuuruna erişmek demektir. Gafletten kurtulmak; içtenliktir, ilimdir, sünnettir, ihramdır, aşktır, diriliktir, mîracdır, mukaddes olana hürmettir, ihlâstır, cesârettir, fedâkârlıktır, takvâdır, muhabbettir, güzelliktir, nurdur, dostluktur.
Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri aşağıdaki muhteşem şiirinde bizi uyanık olmaya çağırıyor:
“Ey güne gaflet içinde başlayan ve akşamleyin gaflet yoluna devâm eden. Senin durumun şaşılacak şey! Gözün gördüğü halde, apaçık yoldan nasıl da sapıyorsun. Ey binlerce mum olduğu halde yolu karanlık olan. Günahların çoktur. Onları göz yaşı ile yıka!”
Tefekkür edebilmek için şu ön şartları yerine getirmek gerekir:
-Kişi bir arınma, olgunlaşma sürecinden geçecek, bir nefis terbiyesi, bir temizlenme, iç yıkama geçirecek.
-Kendi zulmünden kurtulmaya çalışacak, Şeytānın vesvesesinden kurtulmaya çalışacak.
-Gaflet, cehâlet ve karanlıklarından kurtulacak.
-Kuvvetli bir arayış iştiyâkı içinde olacak; okumak iştiyâkı, bilmek iştiyâkı.... Sultan Veled Hazretleri, “Arayışın zevki olmasa ölürdüm” buyurmuştur.
-Dünyâyı kalbinden söküp çıkaracak.
-Gök sofrasına katılacak.
-Âhiret pazarına girecek.
-Sırât-ı müstakîm üzere olacak.
Hazret-i Şems bu hususta: “Kul, Allâh’ın kendisine kavuşmadığını ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah yolundan sapmış olur. Ondan sonra nefsi de dirilir, şeytan da... Allah yolunun nûru ile Allâh’ın zâtının rûhunu ayırmayan, dâimâ karanlıktadır ve körleşmiştir.”
Ahmed Sâmânî Hazretleri kalbin makāmı üzerine muazzam tefekkürün âlemini şöyle açmaktadır:
“Bir insanın nefsine bakacak olursak o, bulanık ve dağınıktır. Çamurlu, karanlık bir su ve kildir. Bu yüzden bütün sıfatlar onda cem olmuştur. Ancak, aşkın mekânı kalptir ve kalp, saf altındandır ve sadırdaki ummanın incileri ondadır, sırru’s-sır mâdeninin kırmızı yâkutu kalptir. Hiçbir el ona dokunmamış ve emânete ehil olmayan hiçbir nazar ona düşmemiştir. Allâh’ın Celâlini müşâhedeyle cilâlanmış ve Gayb’ın sâhibi onun üstüne mührünü vururcasına, onu gâyet parlak, şeffaf ve sâkin kılmıştır. Kalpte bütün bu özellikler birleştiği için Azîz ve Celîl Rabb’in ona muhabbeti vardır. O aşkın güzelliğini büyüklerin kalplerine tutmuş ve o târifsiz aşkın nûrunun izleri onların kalplerinde ortaya çıkmıştır. Böylece aşkımız O’nun aşkıyla yaşar ve O’nun aşkı bizde yaşar.”
Erhamü’r-Râhimîn olan Allâh’a gönüllerimizi vermedik. Bu nedenle hakîkat gönlümüze inmez. Kadir Gecesi tohumu yeşermez. Fahr-i Kâinât Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm buyurmuştur ki: “Öyle Kur’ân okuyanlar vardır ki okudukları boğazlarından aşağı geçmez. İşte o, dillere inen, ama kalplere inmeyen Kur’ân’dır.”
Biz en kutsal varlığımız olan kalbimizi işgāl altında bıraktık. Kalp; insanın aslî şuur merkezi, mânevî hakîkatidir, doğrudan Allah ile bağlantılıdır. Orası Allâh’ın tecellîgâhıdır ki hadîs-i kudsî’de, âlemlere sığmayan Allâh’ın kalbe sığdığı ifâde buyurulmuştur.
En büyük felâket ise âlemlere sığmayan Allah Teālâ’nın sığdığı kalbi ölü hâle getirmektir. Kalbi ölen insan yaratılmışların en sefîlidir, çünkü ilâhî nûrunu kaybetmiştir. Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allah Kur’ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: “Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar arasında en şerli ve zararlı olanı; kulağı duyduğu halde hakîkati işlemeye yanaşmayan, konuşabildiği halde dilini Allah için döndürmeyen ve aklı olduğu halde akıl yürüterek gerçeği bulamayan kişidir.”(Enfâl, 22.)
İslâm dîni; kalbi akılla, idrâki rahmet hazînesiyle, kulluğu ilâhî bilinçle, gözyaşını akılla birleştirir. O, aşk ve ilmin sonsuz birliğidir. Cebrâil Aleyhisselâm’ın ilâhî aklı ile aşk atı Burak'ın birliğidir. Rahmet Peygamberi dînin kemâlini, zâhirî ve bâtınî vahiylerin birliğini, maddî ve mânevî varlıkların tevhîdini getirmiştir; Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulduğu gibi: “Onlara hem âfâkda (kendi dışlarındaki âlemlerde), hem de kendi nefislerinde(enfüsde) delillerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 53.) “Kendi katımızdan bir ilim verdik.” (Kehf, 65.)
Netîcede, bu ümmetin şerefli fertlerinin hem akılları hem de gönülleri beslenmektedir. Zâhirî ve bâtınî bilgi arasında mükemmel bir denge kurulmuştur, ki bu da varlığın birliğine götürür. Bir yandan insanlık sonsuz mârifet nîmetlerine, yüksek bir idrâke ve sonsuz nurlanmaya ererek Hakîkat-i Muhammediyye’ye vâris olmuş, diğer yandan ahlâkın en yükseğine mazhar olarak ilâhî merhamet ve rahmet sıfatlarına ermiş; tevâzu, hayâ, hürmet, mahviyet gibi vasıflar kazanarak Nebevî ahlâkın irfan ve hikmet kanadına vâris olmuştur.
Bu birlik insan şahsiyetinin en güzel mücevherlerini meydana getirir. Var olan en yüce erdemler, en asil karakter olan ahlâk-ı Muhammedî ile uyuşmaktadır.
Ramazan ayı Allâh’ı müşâhede etme imkânı veriyor. Abdülkādir Geylânî hazretleri sohbetlerinde oruç açmanın da farklı derecelerinin olduğunu anlatmaktadır: “İlk mertebede, mü’min iftar vakti yemeğin tadına varır. Daha ileri mertebelerde orucun hazzı hilâli görmeyle yaşanır. Daha üst mertebede ise orucun hakîkî mânâsını bilenler, oruç açma neşesini cennete girip oradaki nîmetleri tattıklarında yaşarlar. Oruç açmadaki en büyük saâdet, Hakk’ı kalp gözüyle görmektir.” Böylece, Ramazan ayı boyunca mü’minler Allâh’ı müşâhede etme imkânı buluyor.
Bir gün, Hz. Mûsâ Allah’tan Kendisini göstermesini istedi ve Allah şöyle karşılık verdi: “Beni göremezsin ey Mûsâ! Ancak, Kıyâmet gününe yakın habîbim Muhammed’in ümmetine armağan olarak bir ay vereceğim ve o aya Ramazan denilecek. Oruç tutan ümmete oruçlarını açma esnâsında tecellî edeceğim. Seninle Benim aramızda yetmiş bin perde var iken, oruç tutan ümmet-i Muhammed ile Benim aramda oruçlarını açarlarken hiçbir perde olmayacak.”
Mart 2025, sayfa no: 22-23-24-25
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak