Ara

Tefekkür - 2

Tefekkür - 2

Âlem, bilinmek aşkından doğmuştur. İslâm dîni en yüksek ahlâk standartlarını ve en yüksek düşünce ekolünü temsîl eden kemâle olan çağrıdır. O, ilâhî tevhîde îmândır. İslâm, aşkın kemâline çağrıdırBir hadîs-i kudsî’de “Gizli bir hazîneydim ve bilinmeyi murâd ettim.” buyurulmaktadır. “Bilinmeyi murâd ettim” kısmı, insâniyet kemâline olan dâveti temsîl etmektedir. İslâm, inananları en yüksek mânevî derecelere ermeye, rûhun kuvvesini beden üstünde kāim kılmaya dâvet eder.

Düşünce ekollerinin en yücesi, “tevhîd ilmi” olan “tasavvuf” ihsân edilmiştir. En yüksek şuur seviyesi, insanın erebileceği en yüce ve herşeyi kuşatan ilimdir. Allah bize, Kur’ân’da bahsedildiği gibi: “Ve ona katımızdan bir ilim öğrettik.” İslâm dîni aşkın kemâline götürecek potansiyeli bünyesinde taşımaktadır. Bu potansiyel tevhîd ilmi olan tasavvuf, yāni bütünüyle hayât-ı mânevîdir. Mânevî hayâtın sonsuz derinliği ve sonsuzluğu ilmidir bu... Ebediyetin sonsuzluk âlemlerine, rûhun mi’râcına, ilâhî hikmet nûruna ve rûhun ilham almasına götüren yoldur bu...

Allah Teālâ’nın bizlere bahşetmiş olduğu en büyük ihsan; bizleri, İslâm nûrunun vârisleri olma şerefine eriştirmesidir. Hazret-i Mevlânâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Oğul, cana gıdâ akıl nûrudur. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur. O candan başka bir şeyle beslenip yetişmez insan. Bir kerecik nûr yemeğini yedin mi, ekmeğin başına da toprak saçarsın, tandırın başına da.”

İnsâniyetinin kemâline ermiş bir kimsenin karşısında durmak, ondaki ilâhî nurlara muhâtap olmak demektir. Bizler, Muhammedîler olarak, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek olan İslâm nûrunun vârisleriyiz.

Allah Teālâ’nın nûrundan hâlâ bîhaberiz. Celâleddîn Rûmî bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Her insandaki mevcut güzellik aslî kaynağına döner; o nurdan yoksun beden ise hakîkat âlemindeki itibârını yitirir, çürür ve çirkinleşir.”

“Seçilmişin gözünde, aşk muazzam bir ebedî nurdur. Halbuki sıradan insan onu yalnızca biçim ve şehvet olarak görür.” 

Bir mü’minin hayâtı her zaman tehlikelerle karşı karşıyadır. Bunlar, Hakk’ın ortaya çıkmasına ve İslâm’ın nûrunun parlamasına engel olan şeylerdir. İslâm nûrunun kıymetini bilmememiz ve gerektiği gibi sāhip çıkmamamız büyük bir eksikliktir. Bu emâneti büsbütün sāhiplenmediğimiz sürece hiçbir işi başarıyla tamamlayamayız.

İlâhî nurdan yoksun olup kendi karanlık şuurları tarafından perdelenmiş olanlar hakkında Hazret-i Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Bu sözlerin kemâline sınır yoktur, ama mahrum ruhların gözünde birer fantezi gibidirler. Felsefeci, şeytānın varlığını inkâr ediyor; halbuki şeytān onu her dem ayrı oynatıyor. Şeytānı görmedin mi? O zaman dön de kendine bak! Eğer şeytan tabiatlı değilsen neden yüzün bu kadar kara?!”

Mü’minin asıl görevi, Allâh’ın nûrunu almaya hazır hâle gelmektir. Başarısının zirvesi Haşir Gününde Allâh’ın nûrunun karşısında durabilmektir. Hz. Mevlânâ kelâm-ı mübârekleri ile “Âdem saf nur ile gördüğünden dolayı isimlerin rûhu ve esrârı ona göründü” buyurmuştur.

 

“Mü’min, mü’minin aynasıdır.” hadîs-i nebevîsini tecrübe etme saādeti verilmiştir. Kalpteki ilâhî aynadan insan kendi nefsini bilir hâle gelir. Kendi varlık aynasında Rabbini, kendi nefsini ve mahlûkātı seyreder. O zaman ilâhî sıfatlar onun saf kalb aynasında parlamaya başlar. İhlâs aynasının parlaklığı ilâhî sırların sonsuzluğunu yansıtmaya başlar. Allah Teālâ, Kur’ân-ı Hakîm’de: “Kalb, gördüğünü yalanlamadı.” (Necm, 53:11) buyurmuştur.

Hz. Mevlânâ'nın hikmet incileri ile: “Sûretten geçip gönlünü arıtan kişi, gayb sûretlerine ayna olur. Şüphe yok, sırrımızı anlar; çünkü mü’min, mü’minin aynasıdır.”

Tefekkür edebilmek için, algımızın temizlenmesi lâzım. Zerre kadar iyilikle zerre kadar kötülüğü birbirinden ayırabilmemizi sağlayacak kadar saf bir bakış kazanmamız lâzım. Kalbimize şeytānın ve meleğin ziyâretlerini birbirinden ayırabilecek kadar saf bir bakışa ihtiyâcımız var. Sağlıklı gözler ve sağlıklı bir zihin için mücâdele vermek gerekir. Beden sağlığından ziyâde psikolojik sağlık ve akıl sağlığı önemlidir. En katı şartı, eşyâyı netlikle, farklı bir görüşle, hakîkate dâir saflaşmış bir bakışla olduğu gibi sezebilmektir.

Daha güzel görmek için iç temizlik gerekir. Hz. Mevlânâ iç temizlik hakkında şöyle buyurmaktadır: “Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik, artıkça artar. İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez.”

Varlığımızın köklerini keşfedip oraya ulaşabilmek için, tefekkür etmek gerekir. Kişi tefekkürle, araştırarak, kendini arındırarak, halden hâle geçerek gerçek yuvasına, özünün, rûhunun mekânına doğru seyahat eder. Anayurdumuz, geldiğimiz yer, varlığımızın esas hakîkati var. Kaynakta, aşkın tükenmez hazînesi var. Orası hakîkat-i Muhammedî’nin toplandığı yerdir. Bu kudsî bir alandır. Bu mekân tam bir uyum ve rızā meydanıdır. Gizli olan ne varsa ortaya çıkacak ve kapalı olan açılacaktır. Pınar başına vardığında ve içtiğinde, Allâh’ın hediyeleri, nîmetleri, ihsanları sonsuz bir şekilde fışkıracaktır. Her nefeste Cenâb-ı Hakk’ın birliğine şâhitlik edebileceğiz. Bütün yaşamdaki kutsallığı keşfedebilecek ve eşyânın mübârekliğini her an müşâhede edebileceğiz.

Allah bize yaptıklarımızdan dolayı cezâ vermiyor, O’nu unuttuğumuz için bize ızdırap veriyor, O’nu zikir ve duā etmemiz için, O’nu hatırlamadığımız ve O'na yönelmediğimiz için, O’nu okuyup, dinlemediğimiz için, O’nu tefekkür etmediğimiz için bize ızdırap veriyor. Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allah Teālâ'yı unuttuğumuz için, idrâk etmiyoruz, görmüyoruz, anlamıyoruz; kör, sağır, dilsiz kalıyoruz.

Günümüzde dünyânın, Allâh’ın rahmet, bereket, lütuf ve sonsuz güzelliğinin bir yansıması olduğunu idrâk edemiyoruz. O’nun lütuflarını görmemek, bu dünyâyı âhirete tercîh etmektir. O’nun lütuflarını görmemek, karanlığı hidâyet nûruna tercîh etmektir. “Oku…” emrine itāat etmek yerine, şeytānın vesveseler ile beynimizi uyuşturmasına izin veriyoruz. Özellikle İslâm āleminin problemlerinin asıl sebebi tefekkür etmememiz, bize verilen herhangi bir nîmetin aracılarında kalıp, onun Allah’tan geldiğini göremememizdir. “Akıl Sāhibi” olamadığımız için bize gelen nîmeti Rahmân’dan bilmiyoruz ve böylece aynı nîmet, bizi gaflete hattâ şeytāniyete sürüklüyor.

Bugün insan, insânî değerlerini felce uğratıyor, kendisini fıtratından mahrum bırakıyor. İnsan gibi bir kutsal varlığın dünyevîleşmesi felâketlerin kaynağıdır. En büyük problem cehâletimizdir. Kendi güneşimizi kapatan bir bulut gibiyiz. Halbuki insan hayâtı tümüyle içsel bir mesele. Tüm problemlere çözüm, içe dönmektir, sûreti, yüzeyi terk edip mânâ iklimlerine girmektir.

Velîlerin şâhı Hz. Ali bin Ebî Tālib (kv) bizlere bir tembihte bulunuyor:

“Çâre içinizde, ama siz bilmiyorsunuz. Hastalık sizden geliyor, ama siz görmüyorsunuz. Sizler, harfleri, sırları beyân eden apaçık bir keşif kitabısınız. Küçük bir bedenden ibâret olduğunuzu sanıyorsunuz; hâlbuki en büyük dünyâ sizin içinizde inkişâf ediyor. Eğer kendiniz hakkında tefekkür ederseniz, kendinizin dışında olana ihtiyaç hissetmeyeceksiniz; ama siz tefekkür etmiyorsunuz.”

Modern toplumda insanoğlu içsellik boyutunu yitirdi. Dünyâ zarâfetini, vizyonunu, çekiciliğini, kudsiyyetini, aşkını ve güzelliğini kaybetti. Mânâ ve kıymetini yitirdi, hassâsiyet ve inceliğini yitirdi.

Şâhit oluyoruz ki insan varlığının derûnî bir hakîkati olmasına rağmen, insanların büyük çoğunluğu zāhire odaklanmışlardır. Muhammedî bir vâris için işâretler içimizdedir. İslâm’ın sınırsız güzelliklerinin idrâkine varmadığımız ve onları yaşamadığımız zaman dîni dışsallaştırmış oluruz. Şeytān, Âdem aleyhisselâm’a secde etmedi, O'nun nûrunu görmedi. Sâdece çamur ve su gördü, halîfetullâh’ı göremedi. Hayâtımızdaki bereket ve kutsallığı göremiyorsak, İslâm’ın rûhunu ve özünü yaşamıyoruz demektir. Bu şekilde şeytānın görüşüne vâris oluyoruz.

Kendimizle dürüstçe yüzleşmek en önemli amacımızdır. Düşünmekten korkan, kendiyle yüzleşmek istemez. Gerçeği görmek istemez. Hesâba çekilmek, nefis terbiyesi almak istemez, sorumluluk taşımak istemez. Hakîkati görmek istemeyen hakîkatten kaçar, karanlığı tercîh eder. Sonuçta şirke düşer, bencil ve câhil olur.

Kur’ân-ı Kerîm’de gaflet ve karanlık şöyle târif edilmektedir: “Onlar hakîkatin sesini dinlemekten kaçan sağırlar, dillerini doğruya döndürmeyen dilsizler ve Allâh’ın yüceliğini görmekten korkan körlerdir. Bu sebeple de akıl yürütmez, gerçeği bulamazlar.” (Bakara, 2:18)

Hakîkati görmek istemeyenler aslında hiçlikten korkarlar. Hazret-i Mevlânâ bu konuda muazzam yorumlarda bulunmaktadır: “Tüm dünyâ yanlış yola sapmış. Zîrâ yokluktan korkuyorlar, hâlbuki onların sığınağı odur.”

Kendisi ile yüzleşmeyen bir mü’min Rabbü’l-ālemîn tarafından mükâfatlandırılmayacaktır. Cenneti kazanma fırsatını kaçıracaktır. Âhiretini kazanma fırsatı bulamayacaktır. Ölümsüzlüğünü kazanma şansını kaybedecektir. Îmânın nûru ve aşkın gücüne erişemeyecektir.

Mânevî yoldaki yolcu için her şeyden önce kendini bilmek gelir. Kendimizi bilmek bizi Erham-ür-Râhimîn olan Rabbimiz’e getirir. Fahr-i kâinât Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm etkili bir tavsiye vermiştir: “Kendini (nefsini) bilen Rabbini bilir.” ve “Kendinle başla.” En büyük ilim, insanın kendi nefsini bilmesidir, kendini bilmek rûhumuzun nûruna varana kadar varlığımızın katmanlarına nüfûz etmek demektir. O zaman perdeler kalkar ve O’nun nûruna O’nun nûruyla bakarız. Kendimizi bilmek Rabbimizin Cemâl’ini bilmemizi ve görmemizi mümkün kılacaktır.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî şöyle gözlemlemiş: “‘O, sizinle berâberdir.’ müjdesi O'ndan gelir. Bu müjdeyle gönülden kıvılcımlar saçılır. Kendini bilmediğin için rahat değilsin sen. Kendini bir tanısan, başka kapı çalmazsın sen.”

Kendini bilmek kişinin kendisiyle barışık olması, iç huzûra, dengeye, güvene, selâmet ve özgürlüğe ulaşmasıdır.

En büyük sorunlarımızdan birisi; mânâdan uzağız. Mânâdan uzak olmak, çocuğundan uzakta kalan anne olarak sembolize edilir. O anneliğin mânâsını kaybetmiştir. Bu mânâ yoksunluğu bütün ilişkilere yansıyor; öğretmenin öğrenciye, zevcin zevceye, doktorun hastaya vb...

Dr. Haluk Nurbaki bu hususta şöyle demiştir: “Aslında İslâm dünyâsının içine düştüğü, özellikle son dört asırdır geçirdiği bunalım, mânâya karşı düştüğü yanılgıdır. Ne yazık ki birçokları mânâ sırrını hep yanlış senaryolarda oynamaya kalkmış, bu yüzden Efendimiz’le arasındaki cereyan kesilmiştir. Öyle olunca da; ne mânâ, ne maddede motoru çalıştırabilmiş, teklemiş durmuştur.”

 

Râbia el-Adeviyye'nin mübârek sözleri: “Gönlümü dünyâya gönderdim, geri geldi. Âhirete gönderdim, geri geldi. Mânâ alemine gönderdim, geri gelmedi!”

Musîbetlerin çağrısı tefekkürdür. Tefekkür ettiğinde tüm dertlerin derman olduğunu, tüm kayıpların kazanç olduğunu, her türlü sorunları çözmüş olduğunu, her türlü hastalığın şifâ olduğunu, her türlü sıkıntının, bunalımın, rahatsızlığın özgürlük olduğunu ve ölüm ânında aslında ölümsüzlüğe eriştiğini öğrenmiş olursun.

Tefekkür ettiğimizde Zü’l-Celâl-ve’l-İkrâm bizim üzerimize bin bir hikmetler yağdırmaktadır. Tefekkür ettiğimizde mânâ denizi açılıyor ve hidâyet nûru yansımaya başlıyor. Tefekkür etmek kalbi yumuşatır, sadrı genişletir, göz açılır ve sükûnet, huzur, ferahlık, esenlik elde edilir. Tefekkürsüz insan Allâh’ın lütfundan mahrum kalacaktır.

Şubat 2025, sayfa no: 24-25-26-27

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak