Prof. Dr. Kadir Özköse
Tasavvufta âlemin özeti ve anahtarı (muhtasaru’l-âlem ve fihristü’l-âlem) olarak görülen insan, üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın cemâl ve celâl sıfatlarının her ikisinin tecellî ettiği bir varlıktır. Buna bağlı olarak insanda karşıtlıklar, meleklik ve hayvâniyet, erdem ve sefahat hep iç içe geçmiş durumdadır. İnsandaki bu karşıtlıklar tasavvufî gelenekte ruh ve nefs başlığı altında toplanmıştır. Ruh cemâl tecellîsinin eseri, nefis ise celâl tecellîsinin eseridir.
İnsan büyük bir ülkeye (memleketü’l-insâniyye) benzetilecek olursa kâlb bu ülkenin idâre edilip yönetildiği saray gibidir. Nefis ve ruh ise insanın vücud mülkünde hükümranlık sevdâsında olan iki sultan adayıdır. Kâlb sarayını ele geçiren kendi istekleri doğrultusunda bedeni yönetir. Tasavvufun gâyesi insanın vücud mülkünde rûhu kâlb üzerinde hâkim kılmak, nefsi de bu hâkimiyetin altına sokmaktır. Zîrâ ruh kâlbe hâkimiyetini kurunca, kâlb bedeni ona göre yönetir. Ruh vâsıtasıyla aldığı ilâhî feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Böylece insanın vücud mülkü mâmur, müreffeh, huzur ve erdemle dolu ideal bir ülke misâli kâmil hâle gelir. O kişi de insan-ı kâmil olur.
Uyguladıkları metot ve usûlleri bakımından tarîkatlar rûhânî ve nefsânî olmak üzere ikiye ayrılır. Her ikisinde sonuç itibâriyle tahakkuk ettirilmek istenen gâye aynı olmasına rağmen insanların mizaç ve meşrep farkı, toplumsal yapı gibi hususlar bu tür bir ayrımı doğurmakta, her insan da kendisine uygun olan yöntemden daha ziyâde istifâde edebilmektedir.
Rûhânî tarîkatlarda zikir genellikle “hafî”dir. Sâlik bu yolda kâlbin letâif denilen mânevî latîfelerini etkin hâle getirir ve kâlb, rûh, sır, hafî, ahfâ, letâif-i nefs, letâif-i küll, nefy ü isbat, murâkabe mertebelerini aşarak seyr ü sülûkunu tamamlar.
Nefsânî tarîkatlarda ise esmâ-i hüsnâdan seçilen isimlerin cehrî olarak zikredilmesi esastır. Her mertebede sâlik, zikrettiği ismin mânâsına uygun davranış ve erdemlere alıştırılır. Bu açıdan bu tür tarîkatlara esmâ tarîki de denilir.
Nefsânî tarîkatlarda sâlik, atvâr-ı seb’a adı verilen nefsin yedi mertebesini tamamlayarak sülûkunu tamamlar. Bu yedi mertebenin her birinde sâlik sırasıyla Allâh’ın yedi ismini (lâ ilâhe illallâh, hû, hakk, hayy, kayyûm, kahhâr) mürşidin belirlediği sayıda zikreder. Her mertebenin de bir seyri, âlemi, hâli, mahâlli, vâridi, şâhidi ve nuru bulunmaktadır.
Şehvet,[1] hevâ,[2] lağv,[3] gilzat-kasvet,[4] hıkd, gıll/kin,[5] huşûnet/sertlik,[6] ikrah,[7] vefâsızlık-ihânet,[8] gazab,[9] gayz,[10] zulüm,[11] kibir ve ucub nefsin tabiatında bulunan belli başlı hastalıklardır.
Tasavvuf terbiyesine seyr u sülûk adı verilmektedir. Seyr u sülûkun başı seyr ilallâhtır. Seyr ilallâh, tezkiye edilmemiş bir nefsten tezkiye edilmiş nefse, şer’î olmayan akıldan şer’î akla, kâfir, münâfık, fâsık, hasta ve katılaşmış kâlbden, sağlam ve mutmain kâlbe, Allâh’ın yolundan uzaklaşmış, kulluğunu unutmuş ve bu kulluğu araştırmamış bir ruhtan Allâh’ını bilen, O’na karşı kulluk görevini yerine getiren bir rûha, şer’î ölçülerine bağlı kalmayan bir cesetten, Allâh’ın hükmüne tamâmen râm olan bir cesede intikâl etmektir.
Hakîkate ulaşmada bireyin önünü kesen birtakım engeller vardır. Bunlara hicab adı verilir. Uzaklaştırılması, kişinin önünden kaldırılması gereken her şey hicaptan ibârettir. Sûfîlere göre bu perdelerin aslı dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklit ve günahlar. İslâm tasavvufunda bu perdelerin açılmasını sağlamak için seyr u sülûk eğitimi veren tarîkatlar genelde şu şekilde tasnif edilmektedirler:
1. Tarîk-ı Ahyâr: Önem sıralaması bakımından riyâzât ve mücâhededen çok namaz, oruç ve Kur’ân okumak gibi şer’î emirlere riâyeti sağlamak sûretiyle vuslata ermeyi hedefleyen tarîkatlardır. Bu meşrebde olanların gâyeye ulaşmaları diğerlerine nisbetle uzun solukludur.
2. Tarîk-ı Ebrâr: Mücâhede ve riyâzâtın ızdıraplı yolculuğu ile ahlâkı tezhîb, kâlbi ağyardan tasfiye ve nefsin doymak bilmeyen kahredici arzularına muhalefet etmek sûretiyle sâliklerini Hakk’a erdiren tarîkatlar.
3. Tarîk-ı Şüttâr: “Ölmeden evvel ölüm” üzerine kurulan bu tür sülûk tarzı, “usûl-ı aşere” denilen; tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, dâimî zikir, mahviyet, teveccüh, sabır, murâkabe, rızâ basamaklarını adım adım aşarak bunları birer rûhî meleke hâline getirmeye çalışan tarîkatlar.
Sûfîlere göre, nefis eğitiminin faydalı olabilmesi için mürîdin buna karşı istidatlı (yatkın) olması gerekir. Eğer mürid bu konuda istidatlı olmazsa, nefis eğitimi onda hiçbir başarı meydana getiremez. Çünkü nefis eğitimi sâdece engelleri giderebilir, perdeleri ortadan kaldırabilir ve istidatları saklayan örtüyü açabilir. Oysa engellerin ortadan kalkması doğrudan doğruya arzu edilen sonucu gerçekleştirmez. Eğer nefiste bu istidat yok ise nefis ile ilgili eğitim ona saadet sağlayamaz, ancak selâmet (dirlik) sağlayabilir.[12]
Perdelerin kaldırılmasında kişinin istidâdı kadar virdine riâyeti de bir o kadar önemli bir husustur. Zîrâ sûfînin hayatında günlük virdler, onun günlük azığıdır. Bu azığı ihmâl etmesi doğru değildir.[13]
“Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” diye sorulduğunda İmam-ı Şiblî (ö.334/945) şu açıklamayı yapmıştır: “Bir köpek. Onu bir gün, bir su kıyısında susuzluktan neredeyse ölmüş bir hâlde iken gördüm. Su içmek için suya eğilince sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu, onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı; ‘öteki köpek’ kaybolmuştu. Köpek, kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum bana bir köpeğin davranışı ile gösterildi.[14]
Bir gönül erinin ifâdesiyle nefsi kendi elinde kar gibi erimeyenin elinde din, kar gibi erir.[15] Nefsine karşı uyanık olmayan, nefsinin arzularını reddetmeyen ve nefsânî isteklerinin peşinde koşanlar nefsin ağına düşmüşlerdir. Zîrâ insanın en büyük hapishânesi nefsidir. O hapishâneden çıkan kişi ebedî rahata girecektir.[16]
Elmalılı Vâhib-i Ümmî Halvetî (ö. 1004/1595) kişinin kendi nefsini bilmesi gerçeğine şu dizeleriyle dikkat çekmektedir:
Halk içinde dervişe ceng ü cidâl lâzım değil
Var iken nefsi anın gayrı kıtâl lâzım değil
Ölmeden ölmek budur kim uymayasın nefsine
Var ise aklın senin halka cidâl lâzım değil
Sözümüz budur bizim ayne’l-yakîn hakka’l-yakîn
Anladınsa nefsini gayrı kemâl lâzım değil
Sana isbât yetme mi ölmezden evvel öldüğüm
Anlayan âşıklara gayrı misâl lâzım değil
Vâhib’e irşâd eden bu tevhîd-i Hakdır bugün
Hasb-i hâlim var iken taşrada kâl lâzım değil.[17]
Zünnûn-i Mısrî’nin tesbitiyle söyleyecek olursak nefisle mücâdele istikâmet üzere yaşamanın olmazsa olmaz şartıdır.[18] Tasavvuf erbâbı, görünür tarafını mücâhede ile süsleyenin iç âlemini Allâh (c.c.)’ın müşâhede ile güzelleştireceğinden bahseder. Nitekim Allah (c.c.) buyurmuştur: “Bizim uğurumuzda mücâhede edenleri yemin olsun ki; yollarımıza hidâyet edip iletiriz.”[19] İbrahim b. Edhem (ö.161/777), şu altı geçidi geçmeden sâlihlerin mertebesine varamayacağımızı belirtmektedir:
a. Nimet kapısını kapatıp şiddetin kapısını çalmak
b. Büyüklenme kapısını kapatıp tevâzû kapısını açmak
c. İstirahat kapısını kapatıp cehd ve gayretin kapısını açmak
d. Uyku kapısını kapatıp uykusuzluk kapısını açmak
e. Varlık iddiası kapısını kapatıp mahviyet kapısını açmak
f. Tûl-i emel kapısını kapatıp ölüme hazırlanma kapısını açmak.[20]
Nefsiyle mücâdele etmek isteyen dervişlere Eşrefoğlu Rûmî (ö.874/1469) şu çağrıda bulunmaktadır:
Nefsi zindan eylegil dâim riyâzethânede
Kim halâs olup gidesin sen dahi ol hanade
Tak riyâzet zencirin boynuna nefsin aşk ile
Tâ ki nefsin devlerin getiresin îmâne de
Bend edip nefsi bırak açlık susuzluk çâhına
Zikr kılıcın ele al gir yola merdâne de
Evliyâ vü enbiyâ Hak yola böyle girdiler
Nefslerin kahrettiler kıydılar hem câne de
Çünkü câne kıydılar külli hevesden geçtiler
Lâ mekândan da ileri gittiler seyrâne de
Bend edip salmaz isen nefsi riyâzet çâhına
Sen anın bendindesin hiç düşmegil gümâne de
Kim ki nefsi bağlayıp kılmadı kendüye mûti
Nefse firkatte giriftâr oldu ol şeytâne de
Nefs-i emmâre diler emrinde dâim olasın
Hiç itâat etmeyesin ol yüce Sultân’e de
Eşrefoğlu Rûmî kim nefsi müselman ettiyse
Mürşid-i hâdi olur cinne hem insâne de
Sûfîlere göre nefisle cihâdın silâhı ibâdetler, zikir, tesbih ve duâdır. Riyâzât (riyâzetler) ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu sûretle nefsi inceltmektir. Mücâhede ve riyâzât birbirine yakın anlamda iki kavramdır. Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzât ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücâhede, devâmı riyâzât, netîcesi müşâhededir. Nefs ile mücâhedenin genelde kabûl edilen görüşe göre üç riyâzât özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bâzan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.[21]
XVI. yüzyıl Klâsik Türk Edebiyâtının Azerî şîvesi sanatkârları arasında yer alan Hatayî‘nin aşağıdaki dînî-tasavvufî şiirinde, Hak yolunda yürürken pîrleri Hatayî’ye nasîhat ederler. Şöyle ki:
Vardım kırklar yaylasına
Gel berü hey can dediler
Yüz sürdüm ayaklarına
Gir işte meydan dediler.
Kırklar bir yerde durdular
Yerlerinden yer verdiler
Meydana sofra serdiler
El lokmaya sun dediler.
Erenler gönlü ganîdir
Yuduğu kalbi arıdır
Gelişin kandan berîdir
Söyle ey ihvan dediler.
Gir semaa bile oyna
Silinsin pak olsun ayna
Kırk yıl bir kazanda kayna
Daha çiğsin yan dediler.
Düşme dünyâ mihnetine
Tâlib ol Hak Hazretine
Âb-ı Kevser şerbetine
Parmacığın ban dediler.
Gördüğünü gözün ile
Söyleme sen sözün ile
Andan sonra bizim ile
Ol sen de mihman dediler.
Şah Hataim nedir hâlin
Duâ edip kaldır elin
Kesegör gıybetten dilin
Cümlemiz yeksan dediler.
[1] Âl-i İmran,3/14-15; Nisa,4/27; Meryem,19/59.
[2] Casiye,88/23; Maide,5/70; Necm,53/23, Nisa,4/135, Sad,38/26, Şuara,26/15, Necm, 53/3-4.
[3] Muminun, 23/1,3, Furkan, 25/72, Kasas, 28/55.
[4] Bakara, 2/74, Âl-i İmran, 3/159.
[5] A’raf, 7/195.
[6] Âl-i İmran, 3/159; Zümer, 39/23.
[7] Bakara, 2/256; Yunus, 10/99, Maide, 5/99;Şura, 42/48.
[8] Maide,3/1;Saff, 61/3-4.
[9] Hûd, 11/75;Saffat,37/101.
[10] Âl-i İmran, 3/134.
[11] Lokman, 31/13;Bakara, 2/231;Nahl, 16/118;Kasas,28/16;Talak, 65/1;Hûd, 11/101;Âl-i İmran, 3/108,182.
[12] İmam Gazâlî, el-Munkızu mine’d-Dalâl Şerhi, haz.Abdulhâlim Mahmud, İstanbul 1990, s. 263.
[13] Said Havva, Ruh Terbiyemiz, İstanbul 1986, s. 183.
[14] A.Rıza Arastesh ve Enis A. Sheikh, “Sufizm: Evrensel Benliğe Giden Yol”, Sufi Psikolojisi Benliğin Ruhu, Ruhun Bilgeliği, yay.haz. Kemal Sayar, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 41.
[15] Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi Benliğin Ruhu, Ruhun Bilgeliği, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 9.
[16] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 97-101.
[17] Elmalılı Vâhib-i Ümmî Halvetî, Dîvân-ı İlâhiyât, Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı – Ahmet Ögke, H Yayınları, Ankara, 2012, 403/1-5, s. 455.
[18] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 151.
[19] Ankebut, 69.
[20] Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri, Risale-i Kuşeyrî,trc. Ali Arslan,Arslan yayınları, İstanbul 1980, s. 151.
[21] H. Kâmil Yılmaz, “Tasavvufla İlgili Soru ve Cevaplar”, el-Lüma’, Istanbul 1996, s. 513.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak