Ara

Tasavvufta Dervişin Önceliği

Tasavvufta Dervişin Önceliği

Tasavvufta dervişin yegâne önceliği Allâh'ın rızâsını kazanmaktır. Derviş yapıp eylediklerinden, tutum ve davranışlarından Allâh'ın râzı olacağı kul hâline gelmeyi aslî dert edinmektedir. Allâh'ın takdîri nimetler bahşetmesi de olsa, belâ ve musîbetlere mâruz bırakması da olsa derviş Rabbinden gelen her şeyi candan kabûl eder. Tam bir teslîmiyet ve tevekkül hâline bürünerek ilâhî rızâyı elde etmeye çalışır. Nefs-i râziye ve nefs-i marzıyye mertebelerini kat eden derviş kemâl kazanmış, Allâh'ın rızâsına meftûn olmuştur, başına gelen her türlü musîbeti teslîmiyet şuuru içerisinde karşılar, Allâh'ın irâde, takdir, fiil ve eylemlerinden tam bir hoşnutluk hâli içerisinde olur. Rızâ makāmına ulaşan derviş Allah’tan başka hiç kimseden bir beklentiye koyulmaz, kimseden bir şey istemez, tam bir terk psikolojisine bürünerek her şeyden soyutlanmaya, eşyâya bel bağlamamaya, hevâ ve heveslerinden kaçınmaya çalışır. Yaşanan fenâfillâh hâli, arzulanan vuslat çabası ve özlenen ilâhî sevgi dervişi rızâ makāmında gayretkeş olmaya sevk eder.

Dervişin kendi irâdesini terk edip ilâhî irâdenin gereğini yerine getirmesi demek olan rızâ hâli, kalbin huzur ve sükûnunu sağlayan en temel faktördür. Allâh'ın (cc) ezelde kendisi için takdir ettiklerini en hayırlı tercih olarak gören derviş rızâ makāmında Rabbinden hoşnut konuma gelir. Başa gelen her şeyin Allah’tan geldiği şuurunda bulunan derviş geçmiş, gelecek ve ânın olaylarını içselleştirmesi, içten kabûllenmesi nedeniyle ileri düzeyde bir ruh sağlığına kavuşmuş olur. İnsanın ruh sağlığını bozan stres ve depresyon gibi ruhsal hastalıklar, kişinin içinde bu­lunduğu durumdan memnûniyet duymayışından kaynakla­nır. Rızâ hâlini yaşayan dervişin ne stresi ne de depresyonu olur. Hakk’ın her türlü tecellîsinden hoşnût olan derviş, her durum ve şartta Hakk’a dayanma ve O’ndan başkasının desteğine başvurmama çabasında olur. Teslîmiyet, tevekkül ve rızâ ölçütleri dervişin mānevî benlik dönüşümünde önemli bir yer tutar. Gerçekleştirilen mānevî benlik dönüşümü ile derviş, ilâhî benlikle bütünleşmeye çalışır, her durumda Hakk’a dayanmaya çalışır.

Allâh'ın otoritesine boyun eğen, Allâh'ın kendisine verdiği garantiye güven duyan ve olay­lar karşısında tedbîri elden bırakmayan derviş, hem rızâ makāmının hakkını vermeye hem de tevekkül ehli olmaya çalışır. Kulun Rabbinden hoşnut olma durumu rızâ makāmını, Allâh'a güvenip dayanması tevekkül makāmını beyan kılmaktadır. Hoşnut olmadığınız bir kaynağa dayanmanız mümkün olmadığı gibi, dayanmadığınız kaynaktan da hoşnut olmanız mümkün değildir. Sûfîler rızâ ve tevekkülü aynı tutumun iki boyutu olarak algılamışlardır.

Ahmed b. Muhammed el-Cizîrî (ö. 1050/1640) sabır meyvesinin tatlılığına dikkatimizi çekmektedir. Melâ-yı Cizirî bizzat kendisinin yaşadığı bütün acı ve kederleri, dertleri için bir “şifa kaynağı” olarak görmektedir. Sevgilin elinden gelen bütün iğne ve neşterleri sevinçle karşıladığını belirten Mela, onun elinden aldığı “acı ilaçları” aşkla içtiğini ve bu ilaçların çok faydalı olduğunu söylemektedir. Bu tesbitlerini hekimlerden öğrendiğini şu şekilde açıklamaktadır: 

Muhakkak sabır meyvesi çok tatlıdır, üstâdımız bize böyle haber verdi.

İşte bundan dolayı bütün derdleri gönlümüzde mutluluk vesîlesi kıldık.

Habîbimizin kalbimize vurduğu neşter ve iğneleri,

Ben tek tek ve berâber derdlerime şifâ bildim.

Âşık onun gam-ı sâyesi için câm taleb etti,

Zîrâ çok akıl içerir o, biz bunu hakîmlerden öğrendik.

İbrâhim Tennûrî (ö. 887/1482) rızâ makāmına ermek için mücâhede ve riyâzet ehli olmak gerektiğini, bir ömür boyu mücâdeleden geri durulmamasını hatırlatmaktadır. Tennûrî, tasavvufî ahlâkın gāyesini rızâ makāmına ermek olarak görür. Ona göre, Allâh'ın rızâsından öte kazanç yoktur. Allâh'ın rızâsını elde etmeye mâni olacak bir engeli kabûl etmez. Yûnus Emre gibi o da Allâh'ın lütfunu da kahrını da hoş görmekte ve şöyle seslenmektedir: 

Câna cefâ yâ kıl vefâ,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Ya derd gönder, yâhud devâ,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Hoşdur bana senden gelen,

Ya hil'at ü yâhud kefen,

Ya tâze gül yâhud diken,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Gelse celâlünden cefâ,

Yâhud cemâlünden vefâ,

İkisi de câna sefâ,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Ger bağ u ger bustan ola,

Ger bend ü ger zindan ola,

Ger vasl u ger hicran ola,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.
 

Ey Pâdişâh-ı lem-yezel,

Zât-ı ebed Hayy-ı ezel,

Ey lutfı bol kahrı güzel,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

Ağladursan zârı zârı,

Virürsen cennet ü hûri,

Lâyık görür isen nârı,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.
 

Gerek ağlat gerek güldür,

Gerek dirilt gerek öldür,

Bu âşık hem sana kuldur,

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) ihlâs ve rızâ makāmına erişmenin yolunu tecellî-yi ef’âl, tecellî-yi sıfat ve tecellî-yi zât mertebelerine ermek şeklinde değerlendirmektedir. Bu tecellîleri gerçekleştirenler âriflerin müşâhedelerine mazhar olurlar. Mānevî makamlar bir bir kat edilirken henüz kemâle ermemiş dervişler gördükleri mānevî hâllerden dolayı cûş u râha gelirler, kendilerinden geçerler, tasavvuf yolunun aşılması gereken kimi merhalelerini maksada dönüştürürler. Mānevî hallere kanıp vecd hâllerinden ötürü kerâmet iddialarında bulunmaya kalkışırlar. Şâhit oldukları müşâhede ve tecellîleri gāye hâline getirirler. Böylesi şaşkın hâllere düşenler vehimler dünyâsından kendilerini kurtaramaz, kendi hayâl âlemlerinde çakılıp kalırlar. Yaşanan bu sıkıntılı durumlar dervişi şerîatin kemâlâtından mahrum bırakır. Buna göre ihlâs makāmına varmak ve rızâ mertebesine erişmek için böylesi hal ve vecdleri geçmek gerekmektedir.

İmâm-ı Rabbânî ihlas ve rızâ makamlarına erişmek için tam on sene çalıştığını söylemektedir. Her türlü kazanımını Peygamber Efendimizin sünnetine uymakla elde etmiştir. Şerîatin ilkelerine gereğince riāyet ederek hakîkat yolunun yolcusu olduğunu dile getirmektedir. Tasavvufî hâllere aslâ kanmadığını, kerâmetlere aldanmadığını, vecd hâllerine bürüneceğim diye sorumluluklarından kaçınmadığını, şeriatın hakîkatine erişmekten başka gāyesinin bulunmadığını özellikle vurgulamaktadır.

Allâh'a karşı hüsn-i zan beslemek gerektiğini dile getiren Mehmed Şâkir el-Halvetî (ö. 1269/1852) konuyu Ebû Sehl es-Sulûkî (ö. 387/997) örneğinde özetlemeye çalışır. Ebû Sehl es-Sulûkî’yi vefâtından sonra kimi tasavvuf erbâbı rüyâlarında çok güzel hallerde görürler. Ona bu duruma nasıl ulaştığını sorarlar. Onun da; “Bu güzelliklere Rabbime hüsn-i zannım ile nâil oldum.” cevâbını verdiğini nakletmektedirler.

Rabbine hüsn-i zan besleyen, ihlâsa bürünen, tevekkülle yoğrulan, teslîmiyet derdinde olan, gayret ve mücâhede yolunu seçen derviş rızâ makāmına erişmek için Allâh'ın emir ve yasaklarına uymada son derece titiz davranır. Farzları, vâcipleri, mendup ve müstehapları, helâl ve sünnetleri tam uygular. Haramlardan, yasaklardan, mekruhlardan, kötülüklerden, günahlardan, isyandan, taşkınlıktan, kul hakkı yemekten son derece kaçınır. 

Râzı olmak sevmenin, sevmek güzeli görmenin sonucudur. Güzeli görme, sevme ve râzı olma bir bütün­dür. Bu bütünün parçalara ayrılması mümkün değildir. Ya üçü birden bulunur veya hiçbiri bulunmaz. Rızâ makāmına erişen derviş yaratılanı hoş görür Yaratandan ötürü. Yırtıcı hayvanların, haşere­lerin, zararlıların, akrep gibi zehirleyici canlıların, hastalıklara sebep olan ve gözle görülmeyen mikropların varlığını bile rızâ hâliyle karşılar, kabûllenir, bunların yaratılışında birtakım hikmetlerin ve yararların olduğunu, hiçbir şeyin abes olarak, boş yere ve sebepsiz yaratılmadığını düşünür. “Rabbimiz! Bunları boşuna yaratmadın.” der. İmam Muhammed Gazâlî’ye (ö. 505/1111) göre bu âlem yaratılması mümkün olan âlemlerin en güzelidir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), bu âlemi Hakk’ın tecellîlerinden ibâret görür. Bu âleme, var olması mümkün en güzel âlem nazarıyla bakar.

Özetle rızâ hâlini yaşayan derviş iyimserlik duygusuna bürünmektedir. Rızâ boyutunda âlemi seyre dalan sûfîler hayrın da şerrin de varlığını bilmektedirler. Bu âlemde hayrın çokluğuna şerrin azlığına dikkatimizi çekmektedirler. Hayrın küllî, şerrin cüz’î olduğunu beyan kılmaktadırlar. Hayrın aslî, dâimî ve kalıcı olduğunu düşünürken, şerrin ârızî, geçici ve iğreti olduğuna inanmaktadırlar. Hayır, hayır olduğu için vardır; şer ise hayrın anlaşılmasına araç olduğu için vardır ve onu tamamlar. Geniş açıdan varlıkları ve olayları anlamaya çalışan sûfîler, âlemi her hâliyle güzel ve iyi görürler. Âlemin ve ondaki olayların karşısında rızâ çerçevesinden yaklaşım sergilemektedirler. Zerreden küreye âlemin tüm yaratılışını Allâh'ın takdîri ve irâdesi sonucu görmektedirler. Bundan dolayı O’nun kazāsına, kaderine, takdîrine, irâdesine, tercîhine ve yaratmasına rızâ göstermişlerdir. Meleğin de şeytānın da, cennetin de cehennemin de, elemin de hazzın da, sıhhatin da hastalığın da yaratılmasını âlemin bütünlüğü içinde düşünmüşlerdir. Rızânın bu şekilde anlaşılmasına yaratma ile ilgili rızâ denir. Âlemin böyle yaratılmasına, içindeki tabiat kānunlarına ve bunun sonucu olan olaylara rızâ göstermişlerdir.

Eylül 2023, sayfa no: 6-7-8-9

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak