Ara

Tasavvufî Şiirler Nasıl Okunmalı?

Tasavvufî Şiirler Nasıl Okunmalı?

Sevdiğim söylemez isem

Sevmek derdi beni boğar

Yûnus Emre (ks) 

Şiirin tasavvufta çok özel bir yeri olduğu ve mutasavvıf şâirlerin çoğunun şiirler söyledikleri hepimizin mâlûmudur. Bu anlamda edebiyatımızda Ahmet Yesevî’den Yûnus Emre’ye, Mevlânâ’dan Eşrefoğlu Rûmî’ye, Niyâzi Mısrî’den Hacı Bayram Velî’ye kadar çok sayıda isimden söz edebiliriz. Karşımızda çok sayıda mutasavvıf şâir olduğu gibi yine çok sayıda eser de vardır. Bunların bu çağda da okunması ve anlaşılması gerektiğini sözün başında söylememiz gerekir. Zîrâ buna şiddetle ihtiyâcımız vardır. Seküler hayat bizi mâneviyat iklîminden kopardı. Böyle bir dünyâyı yeniden inşâ etmek için bu isimlerin ve eserlerinin karşımızda büyük bir imkân olduğu/olacağı ortadadır.

Tasavvufun Kendine Has Terminolojisi Vardır

Burada öncelikle tasavvufî şiirler adına şiir dediğimiz diğer metinlere dâir birkaç söz söyleyelim. Herhangi bir şiir kitabında metinler şâirlerin duygularını dile getirirler. Bunlar hepimizde müşterek duygular olduğu için anlamada fazlaca zorluk çekmeyiz. Meselâ Câhit Sıtkı’nın “Memleket isterim/Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun/Kuşların çiçeklerin diyârı olsun” hepimizin kolaylıkla anlayabileceği mısrâlardır. Okuduğumuz şiir bundan daha yoğun sanatlı/mecazlı anlatıma sâhip olsa da durum değişmez. Zîrâ bu mecazlar da günlük dile girmiş ifâdelerdir. Bunun için Yahya Kemal’in şu beytine bakalım: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.” Bu ifâdede “demir alma”nın ayrılmak, “meçhûl yer”in âhiret olduğu kolayca anlaşılabilir. Hattâ söz konusu bir şiir tamâmen soyut tarzda yazılsa bile edebiyata, edebî sanatlara, imge bilgisine vâkıf biri bunu da anlamakta zorlanmaz. Bunun içinde Ahmet Hâşim’in şu mısrâlarına bakalım: “Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller/Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller/Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?” Burada “Arza eğilip sürekli kanayan güller, ateş gibi ağaç dallarında öten kanlı bülbüller ile suların yanması” kolayca anlaşılabilecek imgelerdir. 

Tasavvufî şiirlere gelince; bu anlama durumunun böyle olamayacağı âşikârdır. Çünkü bu metinlerde kelimelerin bir kısmı her ne kadar günlük dildeki mânâlarıyla kullanılıyor olsa da onları tasavvufî metin hâline getiren asıl özellik, ilk ya da sonradan günlük iletişimin bir zarûreti olarak kazandıkları yan anlamların ötesinde bu metinlerde kazandıkları terim (ıstılah) anlamdır. Bu anlam özel mâhiyette olup “bir ilim, sanat, meslek veya uzmanlıkla ilgili kavramları” belirtir. Tasavvuf bir inanış ve anlayış sistemi olduğu için ona âit terimler de vardır. Bu sebeple günlük dildeki kelimeler tasavvufî şiirde terim (ıstılah) mânâsıyla kullanılır. Metni anlamak, yorumlamak için öncelikle bu kullanılan kelimelerin terim mânâlarını dikkate almak gerekir. Şâyet böyle yapılmazsa diyelim Yûnus Emre’nin bir şiirini okuyorsunuz, “miskîn” kelimesini günlük dildeki düşkün, fakir, âciz mânâsında anlarız. Oysa bir adım daha ileri gidip bu kelimenin terim mânâsını yâni tasavvufta kazandığı mânâyı bilmek gerekir. Bunu yaptığımızda bu kelimenin “Allah karşısında aczini, yokluğunu bilen gönül eri, gerçek zenginin Allah olduğunu ve kendisinin O’na karşı mutlak ihtiyaç içinde bulunduğunu bilen derviş” mânâsında kullanıldığı, böyle anlayıp yorumlamak gerektiği görülür. Miskinlik böyle anlaşıldığında sözlük mânâsından hayli uzağa düşerek ulaşılması gereken bir makam olarak anlaşılır. Yûnus Emre bu durumu “Miskinlikte buldular, kimde erlik var ise” şeklinde anlatır. Demek ki şâir, bağlısı olduğu tasavvuf anlayışı içerisinde kelimeyi terim mânâsına büründürmüştür.

Bu durum terim mânâsında kullanılan “aşk”, “dünyâ”, “âhiret”, “ölüm”, “dost”, “düşman”, “ibâdet”, “ahlâk” gibi hemen her kelime için böyledir. Meselâ ölüm günlük dilde “Bir canlıda hayâtî fonksiyonların tam ve kesin olarak sona ermesi” mânâsındadır ve bu şekliyle insana korku verir. Oysa ölüm bir mutasavvıfın anlayış dünyâsında "ecel şerbetiyle tatlandırılan ve sevgili olan Allâh'a kavuşmak için bir aracı" niteliğindedir ve hiç de korkulacak bir olgu değildir. Bu yüzden Hz. Mevlânâ ölümü Rabb'ine, sevgiliye kavuşma gecesi olarak düşünür ve bu geceyi “Şeb-i Arus” (Düğün Gecesi) olarak adlandırır. Yûnus Emre “Yûnus öldü diye salâ verirler/Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez” derken ölüme günlük dildeki mânâsından öte bir mânâ yükler. 

Aynı durum kalb (gönül) kelimesinde de görürüz. Bu kelime günlük dilde “Vücuttaki kanı akciğerlere ve akciğerlerden döndükten sonra tekrar vücûda sevkederek kan dolaşımını sağlayan organ” mânâsına gelirken, her ne kadar zamanla “İnan, sevgi ve nefretin, iyi-kötü bütün duyguların, anlayış seziş ve duyuşun kaynağı” şeklinde bir mecaz mânâ kazanmış olsa bile tasavvufta yine Yûnus Emre’nin diliyle söyleyecek olursak “Çalab’ın tahtı”dır. Beytullah’tır. “Bu vücûdun şehrine her dem giresümgelür/İçindeki Sultânın yüzün göresümgelür/İşitirem sözünü göremezem yüzünü/Bir dem yüzün görmeğe canım veresümgelür” söyleyişindeki gibi Allâh'ın tecellî ettiği yerdir. Bu yüzden Erzurumlu İbrâhim Hakkı “Gönülde eyle sefer ger Hudâ’yı istersen” diyerek bu durumu dile getirir. Kelime bu şekilde anlaşıldığında bu kelimenin geçtiği bir şiiri daha doğru anlama ve yorumlama imkânı bulmuş oluruz.

Dost kelimesi de bu anlamda çok özel bir kelimedir. Günlük dilde “Birini riyâsız ve samîmî duygularla seven, her bakımdan kendisine güvenilen kimse” mânâsında iken tasavvufta Allah, kimi zaman da kişiyi Allâh'a götüren mürşid mânâsında kullanılır. Biz kelimeyi bu şekilde anlarsak mânâsının Niyâzi Mısrî’nin “Geldim o dost ilinden koka koka gülünden/Niyâzî'nin dilinden çağırırım dost dost” ifâdesinde dostun Allah, Yûnus Emre’nin “Ben yürürüm ilden ile dost sorarım dilden dile” ifâdesinde mürşid mânâsına geldiğini görürüz. 

Şathiyeler Mânâ Yüzü Örtük Metinlerdir

Bu durum bizi "mutasavvıf şâirler şiirlerinde sâdece özel mânâlı kelimeler kullanmaktadırlar" gibi bir netîceye elbette götürmemelidir. Ne var ki tasavvufî şiirlerin asıl mânâ dünyâsı böylesi özel mânâlı kelimelerle ifâde edilmektedir. Hattâ şathiye adı verilen şiirlerde neredeyse bütün kelimeler böylesi özel mânâlarda kullanılır. Meselâ Yûnus Emre’nin “Çıktım Erik Dalına anda yidüm üzümi/Bostan ıssı kakıdı dir ne yirsin kozumu” beytiyle başlayan şiiri bu durumun en tipik örneğidir. Bu şathiyeyi şerh edenlerden Niyâzi Mısrî bu beyitte geçen üzüm ve koz(ceviz) kelimelerine şu şekilde anlam vermektedir: Erik ile şerîat, üzüm ile tarîkat, ceviz ile hakîkat kastedilmektedir. Tabii kelimelere bu özel mânâlar verilirken elbette onların gerçekliğinden de istifâde edilmektedir. Niyâzi Mısrî’nin erikle şerîatı anlatması eriğin dışının yenip içinin (çekirdeğinin) yenmemesinden dolayıdır. Yine aynı şekilde üzüm bütünüyle yenildiği için bâtına (tarîkata) misâldir.

Durum böyle olunca da, bir mutasavvıf şâirin dîvânını okuyacaksak eğer yanıbaşımızda bir Tasavvufî Terimler Sözlüğü mutlaka bulundurulmalıdır. Yine edebiyattaki belli başlı anlam sanatları hakkında da bilgi sâhibi olunmalıdır. Çünkü metinler her şeyden önce birer şiirdir yâni birer edebî metindir. Bu tür metinleri nesir türü yazılardan ayıran en temel özellik ise edebî sanatlardır.

Tasavvuf Kāl Değil Hâl Meselesidir

Tasavvufî şiir metinlerini anlamada daha özel bir konudan da bahsedilmelidir. O da şudur: Tasavvuf kāl değil hâl ilmidir. Kaal mâlûm söz, hâl ise “İlâhî bir lütuf olarak sâlikin kalbine gelen his ve bunun ruh ve bedenine yansıması” mânâsındadır. Yâni bir tasavvufî şiir, şâirin kalbine doğan mânevî duyguların ifâdesidir. Çünkü gönlündeki mânevî hâlin bir zaman sonra dışarı çıkmak gibi bir mecbûriyeti vardır. Bunu anlamak için Yûnus Emre’nin “Sözüm ay gün için değil/Sevenlere bir söz yeter/Sevdiğim söylemez isem/Sevmek derdi beni boğar” dörtlüğünü hatırlayabiliriz. Şâir, sevdiğini nasıl nasıl söylemezse boğulur. İşte şiir bunun önüne geçer. Bu noktada tek imkân kelimelerdir. Şâir, o gönüldeki hâli kelimelerle ifâde eder. Ama onlara özel mânâlar yükler. Fakat kelimeler bir kap hükmündedir. Bu yüzden kaba takılmamak, yâni kelimeleri günlük dilden öte bir şekilde okumak anlamak gerekir. 

Bu durumu sâdece şâirin şahsî konusu, kendi derdinin ifâdesi olarak da göremeyiz. Zîrâ bu şiirler aynı zamanda irşad şiirleridir. Muhataplarına şâirinin yaşadığı hallerden hareketle tasavvufî anlayışı kazandırmak gibi bir gāyesi de vardır. İşte tasavvufî şiirle muhatap olanlar, o metinlerde kendilerine seslenen bir mürşidin varlığından da haberdâr olmalıdırlar. Ama bu da yetmez. Mâdem esas olan hâl meselesidir, okuyucunun da o hâlle hâllenmek gibi bir derdi olmalıdır. Başka bir deyişle mutasavvıfların dîvânları, sâdece evlere girip orada okunan değil gönüllere girip asıl mânâları anlaşılmaya çalışılan eserler olarak görülmelidir. Bu yaşantı ve duygu özdeşliği şiir anlamı için belki de en temel şarttır. Nurettin Topçu’nun dediği gibi meselâ “Yûnus’u ancak Yûnuslaşarak anlamak mümkündür.” Tasavvufî metinlerle değişip dönüşmek gāye olmalıdır. O zaman bu gāye ve buna bağlı gayretle umulur ki “Yûnus miskin çiğ idik piştik elhamdülillâh” dörtlüğündeki hâl de okuyanlara nasîb olur. Böylece bu tür şiirlerin okunması, mânâlarıyla hâllenilmesi, böylece dervişlik ahlâkına, kimliğine sâhip olabilme niyet ve gayreti bu yolda atılmış kıymetli bir adım olacaktır. 

Nisan 2024, sayfa no: 42-43-44-45

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak