Ara

Tasavvuf Ehlinin Kur’ân-ı Kerîm’i Dinleme, Okuma ve Anlama Çabaları

Tasavvuf Ehlinin Kur’ân-ı Kerîm’i Dinleme, Okuma ve Anlama Çabaları

Tasavvuf, kelime olarak, Kur’ân ve hadislerde geçmez. Ancak müessese olarak İslâm’ın özünde var olan bir ilim ve eğitim kurumudur. Diğer İslâmî ilimler gibi hicrî ikinci asırda tedvin edilmeye başlanmıştır. İslâmî ilimlerden kelâm, İslâm felsefesi ve tasavvuf, İslâm düşüncesinin üç sacayağıdır. Tasavvuf, bir dînî tecrübe birikimidir. Bu rûhî tecrübeyi değerlendirir­ken, oluşum sürecini tamâmıyla hâricî faktörlerde aramak doğru değildir. Fakat tasavvuf demek, İslâm demek de değildir. İslâm, Allâh’ın dînidir. Katıksız, eksiksiz ve her yönüyle mükemmel olan ilâhî dînin adıdır. Tasavvuf ise ilhâmını İslâm’dan alan; siyâsî, entelektüel, dînî ve ırkî özellikleriyle İs­lâm târihinin yaşanmış ve hâlen yaşanmakta olan bir ürünüdür. Hicrî birinci asırdan itibâren müslümanlar, fetihler sonucu farklı inanç ve kültür kodlarıyla karşılaşmışlardır. Farklı coğrafya ve farklı kültürlerin birikimlerinden istifâde etmişler ve İslâm düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasına gayret etmişlerdir. Kelâm, felsefe, fıkıh, hadis ve tefsir ilimlerinde olduğu gibi tasavvuf ilmi de târihî seyri içinde diğer ilim, medeniyet ve kültürlerle münâsebet kurmuş ve onlardan zaman zaman faydalanma yoluna gitmiştir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, tasavvuf ilminin farklı kültürlerden istifâdesi, ana konularda değil tâlî meselelerde ve usûl boyutundadır. Tasavvuf ilminin gâyesi, metodu, konuları, temel meseleleri ve mânevî tecrübesi Kur’ân iklimi ve peygamber çizgisi mihverindedir.1 İbn Haldun (ö. 806/1406), Tasavvuf ilminin, kaynağı ve gelişimi açısından Kur’ân ve sünnete dayandığını, İslâm’ın özünde bulunan bir ahlâk eğitimi olduğunu şu tesbitleri ile dile getirmektedir:

 

“Bu ilim, ümmet içinde sonradan ortaya çıkmış ilimlerden biridir ve aslı şudur: Aslında tasavvuf ehlinin tutmuş oldukları yol; sahabe, tâbiin ve onlardan sonra gelen ümmetin selefi ve büyükleri tarafından hiçbir zaman terk edilmemişti. Bu yolun temeli ibâdetlere kapanıp tamâmen Allâh’a yönelmek, dünyânın geçici nimetlerinden, süs ve ziynetlerinden yüz çevirmek, insanların genelinin yöneldikleri zevklere, lezzetlere, mal ve makâma sırt çevirmek, halvet ve ibâdete çekilmek için insanlardan uzaklaşmaktır. Evet, sahabe ve onlardan sonraki selef döneminde bu genel bir durumdu. Sonra hicrî ikinci yüzyıldan itibâren dünyâya ve dünyâ malına meyletmeler yaygınlaşınca ve insanlar dünyâ işlerine dalınca, eskisi gibi ibâdetlere yönelenlere sûfiye ve mutasavvıfa isimleri verildi.”2

Bu şekilde kendilerine asr-ı saadet dönemi müslümanlığını örnek alan sûfîlerin yaşadıkları telvîn-temkîn, fenâ-bakâ, zevk-şurb, kabz-bast, gaybet-huzur, cem’-fark, vecd-tevâcüd, tecrîd-tefrîd, kurb-bu’d, heybet-üns, sekr-sahv, müşâhede-mükâşefe, mahv-isbât gibi tasavvufî hâller; seyr u sülûk eğitimi sürecinde kat etmeye çalıştıkları tövbe, zühd, mücâhede, muhâsebe, murâkabe, sıdk, ihlâs, tevekkül, sabır, şükür, havf-recâ, takvâ-verâ’, fakr, rızâ, muhabbet ve ma’rifet gibi tasavvufî makamlar; azîmet, ruhsat, bey’ât, intisâb, duâ, edep, vird, firâset, basîret, fetih, feyiz, gayret, gurbet, halvet, havâtır, hikmet, himmet, hizmet, hürriyet, huşû, huzur, ihsan, ilhâm, irâde, istikâmet, kerâmet, sohbet, tevekkül, tevhid, vakt, velâyet ve zikir gibi pek çok tasavvufî ıstılah Kur’ân’dan menşe almaktadır.

  1. Sûfîlerin Kur’ân Okuma Edebi

Tüm bu tesbitlere göre, tasavvufun başlangıcı Hz. Peygamber’e (sav) kadar uzanmakta olup ilhâmını, Kur’ân’da bildirilen Allah kelâmından alır. Sûfîlerin Kur’ân okuma âdâbını şu şekilde sıralayabiliriz:

 

  1. Sûfîler, Kur’ân tilâvetini ibâdetin bir çeşidi sayarlar.
  2. Âyet ve sûreleri tekrar tekrar okuyarak Kur’ân’dan mânâ istinbat yoluna giderler.
  3. Hakîkatini bizzat tecrübe etmek kasdıyla Kur’ân okurlar.
  4. Sâdece zihinsel yetileriyle değil, ruhlarının bütün katmanlarıyla ve bütün melekeleriyle metni anlamaya ve hissetmeye hazır olurlar.
  5. Rûhen Kur’ân okumaya hazırlandıktan sonra, kendilerinde mânevî açılımları gerçekleştirirler.
  6. Derin bir murâkabe haliyle her okuyuşta lafızlar ve mânâları üzerinde tefekküre dalarlar.
  7. Bir âyetin mânâsını müşâhede etmeden bir diğerine geçmezler. Öyle ki sâdece bir âyet üç-dört gece sürekli tilâvet edilir. Hûd sûresi’ni altı ayda ya da Kur’ân’ın tamâmını otuz senede hatmedebilen sûfîlerden bahsedilmektedir.
  8. Huzûr-ı kalb ve bütün himmetleriyle kendilerini Kur’ân’a verirler.
  9. Kur’ân’ı kendi sınırlı akıllarıyla ya da bir müfessirin sözü doğrultusunda değil, Allâh’ın kendilerine bahşettiği bir ihsanla ve doğrudan Allah’tan anlamaya çalışırlar.
  10. Mutlak mânâda Kur’ân’ı, doğrudan Hakk Teâlâ’dan işitmeyi esas kabûl ederler.
  11. Hâl ve davranışlarıyla Kur’ân’ın hükümlerini korumaya gayret ederler.
  12. Onlara göre Kur’ân’ı ancak bizzat Kur’ân olanlar anlayabilir.3

Onun için Kur’ân tilâveti artık sıradan bir okuma ameliyesi değil, insanın zâhir ve bâtın yönleriyle yerine getirdiği küllî bir tilâvettir. Lisânın tilâveti olduğu gibi, bütün uzuvların da bir tilâveti vardır:

Lisânın tilâveti, Kitâb’ı tertîl üzere okumaktır;

Cismin tilâveti, gerekli amelleri tafsîlatıyla yerine getirmektir;

Nefsin tilâveti, ilâhî esmâ ve sıfatlarla ahlâklanmaktır;

Kalbin tilâveti, ihlâs ve tedebbürü şiâr edinmektir;

Rûhun tilâveti, tevhid bilincine ermektir;

Sırrın tilâveti, vahdet deryâsına dalmaktır;

Sırrü’s-sırrın tilâveti edebe riâyettir.

 

Sûfî bu şekilde tam bir tahakkuka yükselir ve artık ona bâtınından tilâvet eden bizzat Hakk’ın kendisidir; zîrâ o, artık Hakk’ın vücûdunda fânî olmuştur. Hakk Teâlâ kulunu bu makâma yükselttiği zaman, o kulunu beşerî varlığından soyutlar, bir gölge misâli onu kendi varlığından fânî kılar.4

 

  1. Sûfîlerin Kur’ân Dinleyişleri

Sûfîlerin Kur’ân-ı Kerîm ile olan bir başka münâsebetleri, onu dinlerken girdikleri derûnî hâller ve coşkunluklardır. İlk dönem sûfîlerinin semâ’ kelimesiyle, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlerken girdikleri derûnî hâl ve coşkuyu kasdettiklerini anlamaktayız.

Kuşeyrî (ö. 465/1073), Ebû Hafs Haddâd en-Nisâbûrî’nin (ö. 265/878) kendisine âit demir atölyesinde çalışırken bir hâfızın okuduğu Kur’ân âyetinden etkilenip kendinden geçiş sürecini anlatırken,5 Hucvîrî (ö. 465/1072) de imâmın arkasında namaz kılarken okunan bir âyetin anlamı karşısında nâra atıp kendisinden geçen Ebû Bekir Dülef eş-Şiblî’nin (ö. 334/945) menkîbesini nakleder.6 Ancak sûfîlere göre duyulan ses ve kavranılan anlayış ne kadar derin lâhûtî olursa olsun heyecanlanmamak, kendine sâhip olmak, coşmamak, nâra atmamak, kendimizi kaybetmemek ve hâlden hâle girmemek gerekir. Vecd (coşku) ve vâridlere (anlık doğuşlara) mahkûm olmak değil, hâkim olmak gerekir. Sûfîlere göre söz konusu davranışlar dervişin iç âlemini ortaya döktüğü için riyâ tehlikesi taşımaktadır.

İbrahim b. Edhem (ö.161/777), “Gökyüzü sıyrılıp alındığında…”7 âyetini duyar duymaz titremeye başlamış ve kısa bir müddet sonra kendinden geçmiştir. Fudayl b. İyâz (ö. 187/802) ise “Bu, Allâh’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.”8 âyetini duyunca ağlamaya başlamış ve şu sözleri söylemiştir: “Allâhım, sen bizi imtihan edersen rezil oluruz; günahlarımızı örten perdeler yırtılır.”9

 

  1. Sûfîlerin Kur’ân Hükümlerini Anlama ve Yaşama Çabaları

Kur’ân’ın anlamını bırakıp sâdece kelimelerini ezberleyen hâfızları ‘Kur’ân sandığı’ ve ‘Kur’ân mahfazası’ olarak nitelendiren Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye (ö.672/1273) göre, elbette Kur’ân dolu bir sandık, boş bir sandıktan iyidir. Ama önemli olan Kur’ân’ın anlamını düşünerek okumaktır.10

Kur’ân’ın sûreti ile derin mânâlarını bir araya getirmek ise, Hz. Peygamber (as) ve O’nun mânevî vârisleri için mümkündür. Öyleyse onların aydınlık yolunu tâkip etmek gerekir. Kur’ân’ın anlaşılarak okunması gerektiğini Mevlânâ şu şekilde beyân etmektedir:

 

“Resûlullâh (s.) zamânında sahâbeden her kim bir veya yarım sûre ezberlese, ezberinde bir sûre var diye insanlar ona tâzimde bulunurlar ve onu parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar Kur’ân’ı en güzel şekilde anlayıp hazmederler, âdetâ yer gibi okurlardı. Bir kimsenin altı veya on iki batman11 ekmek yemesi, elbette büyük bir iştir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin merkeb yükü ekmek yemesi dahi mümkündür. ‘Nice Kur’ân tilâvet edenler vardır ki, Kur’ân onlara lânet eder.’ îkâzı vârid olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır.12

Kur’ân’da yalnızca Allah ve âhiretten söz edilmez; Kur’ân aynı zamanda toplumun gündelik ve ahlâkî yaşamını da düzenler. Bu sebeple Kur’ân, yalnızca kelâmcıların ya da fakihlerin değil, aynı zamanda sûfî şâirlerin ve gönül ehlinin de anlatımlarını biçimlendirmeye yardım etmiş, tüm İslam dünyâsını canlı bir güç olarak sarmalamıştır. Pek çok müslüman, Kur’ân’ın Arapça anlamını bilmez belki ama onun saygı ve huşû uyandıran kudsî ve ulvî niteliğini hisseder ve onunla yaşar. Çünkü onlar belleklerini Kur’ân’laştırmışlardır. Kur’ân’la dirilmiş, Kur’ân’la huzûra ermişlerdir. Meselâ her Kur’ân okuyuşunda ve dinleyişinde ağlayan Habîb-i Acemî’ye (ö.130/747), “Sen İranlı bir şahsiyetsin, Kur'ân Arapça’dır. Onun mânâsını bilmiyorsun, o zaman ne diye ağlıyorsun?” diye sorulunca; “Evet öyle, benim lisânım Fârisîdir, fakat kalbim Arabîdir” der.13 İşte bizim de dilimizi ve zihnimizi Kur’ân diline âşinâ kılmanın yanında kalbimizi ve rûhumuzu da Kur’ân’ın mânâ dilini idrâk edecek hâle getirmemiz gerekir.

Dipnotlar:

1 Bkz. Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yayınları, Ankara 2007, s. 4-12.

2 İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed Hadrâmî, Mukaddime, çev. Halil Kendir, İmaj İç ve Dış Tic. A.Ş., İstanbul 2004, c. II, s. 669.

3 M. Mustafa Çakmaklıoğlu, İbn Arabî’de Marifetin İfadesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 320-321.

4 Çakmaklıoğlu, Marifetin İfadesi, s. 343.

5 Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri,, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik, Ali Abdülhamid Baltacı, Dâru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 69.

6 Ali b. Osman Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Arp. ter. Mahmud Ahmed Mâdî Ebu’l-Azâim, tah. İbrahim Dessûkî Dârü’t-Türâsi’l-Arabî, Kâhire 1974, s. 309.

7 Tekvir, 81/11.

8 Muhammed, 47/11.

9 Kara, Dervişin Hayatı, s. 19.

10 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, c. III, b. 1386-1400.

11 Batman: İki okka ile sekiz okka arasında değişen bir ağırlık ölçüsü. Okka ise 1283 gramdır.

12 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, ter. Ahmed Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, 3.Baskı, İstanbul 2002, s. 78.

13 Feridüddin Attar, Tezkiretü'l-Evliyâ, haz. Süleyman Uludağ, Erdem Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1991, s.102.

Mayıs 2018, sayfa no: 16-17-18-19-20

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak