Ara

Tasavvuf Ehlinin İrâdelerini Muhkem Kılma Çabası

Tasavvuf Ehlinin İrâdelerini Muhkem Kılma Çabası

İstemek, arzulamak, emretmek ve tercîhte bulunmak anlamlarına gelen irâde kavramı, tasavvufta hakîkatin çağrısına uymayı gerektiren kalpteki sevgi bağlamında kullanılmıştır. Kulun kendi irâdesini yok bilip Hakk’ın irâdesine bende olmak anlamındaki irâde makāmı, Allâh’a gitmeye azmedenler için güçlü ve kararlı bir niyete bürünmeyi zorunlu kılmaktadır. Her işin başı irâdedir. Kul irâdesi oranında amelinin hayrını görmektedir.

Her işin başı kabûl edilen irâdeyi kararlılık ve eylem tâkip eder. İlmi olan kimseye âlim denildiği gibi, irâde sâhibi kişilere de mürîd adı verilmektedir. Tercîhini Allah dâvâsından yana kullandığı için mürîd olarak adlandırılan kişi, Allah yoluna baş koyduktan sonra artık kendi cüz’î irâdesini değil Allâh’ın küllî irâdesini esas alır. Allâh’ın (cc) dilemesi karşısında kendi irâdesinden soyutlanan, yāni irâdesi olmayan anlamında mürîd adını alır.

İrâde sâhiplerinin en temel hasleti sıradanlıktan kurtulmalarıdır. Kendilerini gündelik hayâtın seyrine kaptıranların gaflet halleri, arzu ve ihtiraslarına kurbân olma durumları, bayağı tutkuların peşine takılma halleri irâde sâhiplerinde görülecek cinsten değildir. İrâde sâhipleri iyilik, güzellik, erdem, kalite, değerler ve adanmışlık yolunda karar kılan kimselerdir. Murâdı Allah olanlar kendilerini rehâvete kaptırmazlar, gayret kemerini kuşanırlar, azmedip çok çalışırlar, mücâdeleden geri durmazlar, kulluk yolunda çok çaba sarf ederler. Nefislerini ıslâh etmek, ahlâklarını güzelleştirmek ve amellerini kaliteli kılmak için çok çalışırlar. Nefislerinin, şeytānın ve çevrenin engellerini aşmaya çalışırlar. Her türlü zorlukları aşar, korkularından sıyrılır, şekil ve gösterişten kurtulur, onurlu bir yaşam sürmeye çalışırlar.

Vicdânı sızlamayanın, gönlü yanmayanın, gam yükünü yüklenmeyenin, yüreği tutuşmayanın, gayrete bürünmeyenin hiç irâdesinden bahsedilir mi? Ârifler irâde eğitimi alan müridlerin hasletlerini şu şekilde sıralamışlardır:

  1. Kurb-ı nevâfil hasleti, yāni nâfile ibâdetlere devâm ederek Allâh’ın sevgisini kazanmak.
  2. Ümmet bilincine sâhip olup ümmet-i Muhammed’in hayrına çalışmak.
  3. Başkalarının nazarında itibar kazanmak, görünür olmak ve başkalarının dikkatini çekmek gibi kendilerini gündelik hayâtın seyrine kaptırmak yerine kendilerini Allâh’a vermek, Allâh’ı tefekkür edeceği halvet, uzlet ve yalnızlık deneyimlerini düzenli bir şekilde gerçekleştirmek.
  4. Güçlü bir kazā ve kader inancı ile ilâhî takdîre boyun eğmek, başa gelebilecek her türlü sıkıntılara sabretmek.
  5. Allâh’ın buyruklarına uymayı nefsinin arzularına uymaya tercîh etmek.
  6. Başkalarının nazarlarından korunmak, başkalarının övgü ve iltifatlarını edinmekten hayâ etmek.
  7. Allâh’ın sevdiği işleri yapabilmek için olanca çabasını gösterebilmek.
  8. Kendisini Allâh’a ulaştıracak tüm sebeplere yapışmak.
  9. Heybet ve vakarını elden bırakmamak.
  10. Rabbine kavuşuncaya ve vuslat hâsıl oluncaya kadar korku, kaygı ve endîşe hâlini yaşamak.

Hâtemu’l-Esam (ö. 237/851) dervişi büyük dâvânın ferdi olarak görmektedir. Ulvî bir dâvânın iddiasında bulunan bu dervişin küçük hesaplar peşinde ve dünyevî çabalar uğrunda vaktini harcamasını felâket olarak değerlendirmektedir. Virdine, hizbine ve zikrine özen gösteren dervişin vaktini beyhûde bir şekilde geçiremeyeceğine dikkatimizi çeken Ebu Bekr Muhammed b. Ali Kettânî (ö. 322/933) şu üç husûsa müridlerin dikkat etmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır: Uyku iyice bastırmadan uyumamak, iyice acıkmadan yememek, zarûret hâlinde konuşmak. Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/909) beyânına göre Allah bir kişiye hayır murâd ettiği zaman onu, gösteriş için Kur’ân okuyan bir kurrâ değil, kendini Hakk’a adayan ve mahviyet sâhibi olan bir gönül eri kılar. Seyr u sülûk eğitimi alacak kişinin öncelikle irâdesinin sağlam olması beklenir. İrâdesi yerinde ve güçlü olmayanın dervişlik iddiası onu bedbahtlığa götürür. İrâdesi sağlam olan derviş sonunda vuslat makāmına ermiş olur. Ebu Bekr Muhammed el-Vâsıtî’ye (ö. 320/941) göre seyr u sülûk eğitiminin ilk makāmı, kişinin kendi irâdesinden soyutlanıp Hakk’ın irâdesine bende olmasıdır. Hakk’ın irâdesine teslîm olma derdindeki bir mürîd için en ağır gelen durumu Yahya b. Muaz (ö. 258/871), ağyâr ile düşüp kalkmak olarak görmektedir. Zîrâ ruhsatlarla değil azîmetle amel etmeye gayret eden ve fetvânın ötesinde takvâ çizgisine riāyet etmeye çalışan mürîdin irâdesine sâhip çıkması, dünyevî ihtiraslar peşinde koşmaması gerekir. Allah yolunun yolcusu, İslâm dâvâsının bayraktârı olan ve Peygamber Efendimiz’e (sav) uymanın derdini hedefleyen, bu uğurda kararlılığını ortaya koyan, güçlü irâdesiyle yol alan müridlerin ahvâli son derece dikkat çekicidir. Cüneyd-i Bağdâdî yaşantıları özel, hayat çizgileri ve öncelikleri belirgin olan irâde sâhibi müridlerin menkabelerini son derece ibretlik anlatılar olarak değerlendirmektedir. Toplumun yaşayan rol modeli olarak bu kalitedeki müridlerin menkabelerini anlatıp yaygınlaştırarak toplumun anlam haritasına sâhip çıkmak gerektiğini vurgulamaktadır. Hak dostlarının bu çok özel menkabelerini Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına benzeten Cüneyd-i Bağdâdî, irâdesinin seyrine koyulanları ümmetin seçkinleri olarak nitelemektedir.

İrâdesini ve tercîhini Allah’tan yana kullanan kişi, hiç Allah tarafından tercîh edilen bahtiyar bir kul olmaz mı? O nedenle sûfîler mürîdin aynı zamanda murâd olduğuna dikkatimizi çekmişlerdir. İnandığı değerlere ve öğrendiği hakîkatlere uygun yaşayanlara Allah (cc), bilmediklerini öğretecek ve onları has kullarından kılacaktır. Tasavvuf büyüklerine göre seyr u sülûk eğitiminin başında sâlik, mürîddir ama seyr u sülûk eğitiminin sonuna ulaşınca artık murâd adıyla anılmaya başlar. Mürîd olanlar mübtedîdir, murâd olanlar ise müntehî konumdadır. Mürîd yorgun ve bitkin hâlde bulunan, sıkıntı ve meşakkatlere göğüs geren derviştir. Murâd ise çekilen meşakkatlerin sonucunda Allâh’ın lütfuna mazhar olan, Allâh’ın kendisine özel bir ilgi ve tatlılıkla (rıfk) muāmele ettiği müreffeh sâliktir. Allâh’ın sevdiği kullarına muāmelesi farklı şekillerde gerçekleşir. Kimi kullarını cemâlî tecellîlerle, kimi dostlarını ise celâlî tecellîlerle imtihân eder. Seyr u sülûkun başında irâde kimliğine bürünenler genelde zorlu aşamalara mâruz kalırlar, dertlere duçâr olurlar, sıkıntılarla karşılaşırlar, acıların üstesinden gelmeye çalışırlar. Seyr u sülûk eğitiminin sonuna gelen murâd konumundaki Hak dostları ise bir anda hayır kapılarının açıldığını, huzur atmosferinin belirdiğini, bolluk ve bereket yağmurlarının yağdığını, hayâllerini süsleyen güzelliklere erdiğini görürler. İrâdesine sâdık kalanları zaferden zafere Allâh’ın nasıl erdirdiğine bizzat şâhit olurlar. Bu gerçekten hareketle Ebû Ali ed-Dekkâk (ö. 405/1014) der ki: Mürîd meşakkat ve sıkıntıları taşıyan kimse (mütehammil), murâd ise taşınan kimsedir (mahmûl). Üstâdı ed-Dekkâk’tan rivayetle Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö. 465/1073) mürîdin pozisyonunu Hz. Mûsâ (as), mürâdın konumunu Muhammed Mustafa (sav) örnekliğinde açıklamaya çalışır. Mûsâ (as) mürîd konumunda idi. Onun için “Rabbim, kalbimi aç” (Tāhâ, 20/25) demişti. Peygamberimiz (sav) murâd konumunda idi. Onun için hakkında; “Kalbini açmadık mı? Sırtına ağırlık veren yükünü indirmedik mi? İsmini yüceltmedik mi?” (İnşirah, 94/1-3) buyurulmuştur. Aynı şekilde Mûsâ (as): “Rabbim, göster bana zâtını, göreyim seni.” demiş ve Hakk Teālâ’nın: “Beni göremezsin” demesine muhâtap olmuştur (A’raf, 7/123). Hak Teālâ, Peygamberimize (sav): “Rabbini görmez misin gölgeyi nasıl uzattı!” (Furkân, 25/45) demiştir. Ed-Dekkâk, “Rabbini görmez misin!” ve “Gölgeyi nasıl uzattı” cümlelerinden maksadın mâhiyetini şu şekilde açıklamaktadır: “İstenmeden verilen ru’yeti kapalı olarak ifâde etmek ve bunu ehl-i bâtıldan korumaktır. Allah Mûsâ’ya (as) “Beni göremezsin” dediği hâlde, Peygamber Efendimize (sav) “Rabbini görmedin mi?” buyurmuştur. Bununla “gördün” demek istemiştir. Daha sonra dikkatlerimizi gölgenin uzatılmasına çekerek vukûa gelen ru’yetullah hâdisesini ehil olmayanlardan gizli tutmuştur.”

Cüneyd-i Bağdâdî mürîd konumunda olanları şerîat kapısının hakkını verenler, murâd konumunda bulunanları hakîkat kapısının hakkını verenler olarak nitelemektedir. Bâyezîd-i Bistâmî’ye (ö. 261/875) bir dostunu gönderen Zunnûn-ı Mısrî (ö. 245/859); “Bu uyku ve rahat ne zamana kadar böyle? Kāfile geçip gitti!” hatırlatmasını iletmesini söylemiştir. Bâyezîd-i Bistâmî de: “Git kardeşim Zunnûn’a de ki: Allah adamı o kimsedir ki gece sabaha kadar uyur, sonra da menziline kāfileden evvel ulaşır.” demiştir. Bu söz Zunnûn’a iletilince; “Bâyezîd’i tebrîk ederim. Bu bizim hâlimizin ulaşmadığı bir sözdür.” demiştir. Bâyezîd-i Bistâmî telvin hâlini yaşar, halden hâle geçer, sekr ve gaybet hâlinde huzur ve güven ortamına nâil olur. Zünnûn-ı Mısrî mârifet, hikmet, sahv ve temkin konumunda kararlı bir tavrın seyrine bürünür. Bistâmî’nin o özel deneyimini öğrenince hayranlığını dile getirir.

Tüm bu tespitlerden ortaya çıkan sonuca göre irâde, nefsânî arzularımızdan uzaklaşmak, Allah Teālâ’nın emirlerine uyma çabasına koyulmak, kaderin tecellîleri karşısında rızā makāmının gereğini yerine getirmektir. Abdullah b. Muhammed el-Mürtaiş’e (ö. 328/939) su üzerinde yürüyen bir velînin kerâmetinden bahsedildiğinde anlatılanları önemsemez ve şu cevâbı verir: “Allah Teālâ’nın kendisine hevâ ve hevesine karşı koyma gücü verdiği kimse su üzerinde yürüyenden daha büyüktür.” Konunun önemine dikkat çeken bir diğer isim Ahmed İbn Mesrûk (ö. 298/910) olup şöyle demiştir: İrâde basamaklarını muhkem hâle getirmeden mârifete tamah edenler, cehâlet içinde bulunur. Tövbe makāmını sağlam hâle getirmeden, irâde makāmına erdiğini söyleyen gaflet içinde bulunur.

Haziran 2025, sayfa no: 10-11-12-13-14

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak