Ara

Târihimizi Prangalardan Kurtarmak

İsmail Çolak

Yıllarca resmî ideoloji doğrultusunda “üretilen” resmî târih, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan hâdiseleri aslından saptırarak ele aldı ve tahrif etti. Yakın târihimizi tartışmalı, anlaşılmaz ve bulanık bir alan hâline getirdi; bilinmezliğe ve hattâ “hiçliğe” mahkûm etti. Cumhuriyet târihi boyunca genel anlamda Osmanlı, özelde de başta Sultan II. Abdülhamid ve Vahdeddin olmak üzere neredeyse bütün pâdişahlar ağır ithamlarla anıldı ve tâbir yerindeyse linç edildi.

Genç nesiller, ilim adamları, târihçiler, aydınlar ve nihâyet toplumun büyük kesimi onlarca yıl “Osmanlı düşmanlığı” ile yetiştirildi; zihinler inşâ edildi, beyinler yıkandı. Bütün bunlar, Osmanlı’nın külleri üzerinde yeni bir Cumhuriyet inşâ etme sürecinde yeni devleti ve rejimi yerleştirme çabalarının mahsulüydü. Bu süreçte yeni rejimi ikâme etmenin en muhkem istinatlarından olması hasebiyle Osmanlı aleyhinde olumsuz bir atmosfer, ideolojik yargılar ve “sunî” bir resmî târih anlayışı ihdâs edildi.

Bilhassa doksanlı yıllardan beridir yapılan yeni ilmî araştırmalar ve yazılan eserlerle gördük ki siyâsî-ideolojik taarruz ve tahrîfatların izleri târih ilminin şahâdeti ve sunduğu yeni vesikalar ışığında aydınlatıldıkça ortaya şaşırtıcı, ezber bozan, “öğretilmeyen/gizlenen” bambaşka bir yakın târih çıkmaktadır. Bu yeni dönemde, yakın târihimize dâir yıllarca zihinlerde biriken şüphe bulutlarının izâle edilmeye, birbirinden çetrefilli soru yumaklarının çözülmeye başladığını memnûniyetle müşâhede etmeye başladık. Ancak bu alandaki çalışmaların, ilmî mahfillerdeki tartışmaların bittiğini söylemek için vakit henüz çok erken. Târih mahkemesi, bir kısım konularda son hükmünü daha vermemiştir; diğer bir kısım hususlarda va’zettiği hükümler ise henüz ilmîlik ve resmîlik vasfına bürünememiştir.

ISMARLAMA TÂRİH VE GEÇMİŞİ HİÇLEŞTİRME

Cumhuriyetle beraber değişen siyâsî-ideolojik beklentiler ve tercihler istikâmetinde, târihî bütünlük ve devamlılık içerisinde Osmanlı’ya ve pâdişahlara yönelik bakış ciddî mânâda hasâra uğramıştır. Cumhuriyet târihi boyunca Osmanlı’nın son dönemi ve ilk dönem Cumhuriyet târihi, toplumdaki siyâsî-ideolojik cepheleşmelerin, sürtüşmelerin ve mücâdelelerin aracı ve âleti hâline getirilmiştir.

Târihimizin bu dilimi maalesef bir hâinler ve kahramanlar resmigeçidine dönüştürülerek karartılmıştır. Sanki birilerinin kahramanlığını vurgulamak ve göklere çıkarmak için diğerleri hâin olmak zorundaymış gibi tuhaf bir anlayış etkisini hâlâ korumaktadır. Olaylara ve şahsiyetlere hep ak-kara, yerme-methetme zâviyesinden bakma; gri tonları, farklı yaklaşımları görmezden gelme hâlâ devam etmektedir. Bu neden kaynaklanmıştı? Yakın târihin ideolojik kurgulara ve siyâsî kaygılara dayalı olarak yazılmasından/“yazdırılmasından” kaynaklanmaktaydı. Târihe ve târihçilere devamlı sûrette yapılan siyâsî müdahaleler ve sipârişlerden ileri gelmekteydi. “Lâzım olan” bir târih üretilmesinden; inandırılması ve propaganda edilmesi gereken çarpık târih anlayışından türemekteydi.

Dünyâca ünlü târihçimiz Prof. Kemal Karpat’ın konuyla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Resmî târih, bilhassa devletin siyâsî amaçlarını gerçekleştirecek bir târih… Bizde de yapılan bir yerde tüm târihi Cumhuriyet’le başlatmak, önceki geçmişi yok saymaktır.” Tarihçi Prof. Şükrü Hanioğlu’nun tespitleri de aynı noktaya işâret etmektedir: “Türk resmî ideolojisi sâdece Cumhuriyet öncesi rejimi eleştirmekle kalmamış, tüm Osmanlı geçmişini Türk târihinin olağan gelişme sürecini bozan karanlık bir çağ olarak mütâlâa etmiştir. Bunu sağlamak için, bir yandan Orta Asya ve Anadolu’da Osmanlı öncesi parlak geçmişler yaratılırken diğer yandan da Osmanlı’dan koparak, ona isyân ederek doğduğu savunulan bir Cumhuriyet kutsanmıştır. 1938 sonrasında bu tez bir ölçüde yumuşatılarak devamlılık tezi bazı sınırlamalarla benimsenmiş ve Osmanlı geçmişi târihimiz içine yeniden alınmakla birlikte devr-i sâbık (eski devir) vurgusu ön plâna çıkmıştır.”

Yıllarca genç nesillere resmî târihin onayından geçen öyle olumsuz bir Osmanlı ve pâdişahlar portresi çizildi ki, herhalde târihteki hiçbir devlet başkanı “hâin, satılmış, işbirlikçi, uşak, mandacı” türü ağır hakâret ve iftirâlara muhatap olmamıştır. Resmî târih ve resmî ideoloji, Abdülhamid ve Vahideddin gibi pâdişahları devletin ve rejimin selâmeti için kurban etmiştir. Aslında bu düşmanlık, onların şahsında topyekûn Osmanlı’ya ve temsil ettiği değerlere karşı oluşmuş ideolojik fobinin ürünüdür. Cumhuriyet’in ilk döneminde, toplumun ve genç nesillerin zihinlerinde inşâ edilmeye çalışılan olumsuz Osmanlı imajını pekiştirmek maksadıyla târih kitaplarından ders kitaplarına, sinema filmleri ve tiyatro oyunlarından okul piyeslerine kadar geniş bir yelpazede yayın yapılmıştır.

1935 yılında gençliğe hitâben yazılan “Gençliğe İnkılâp Vecizeleri” isimli esere baktığımızda döneme damgasını vuran ve âdetâ furya haline gelen Osmanlı/padişah düşmanlığını görmek mümkündür: “Zâlim pâdişahların boyunduruğundan kurtulan Türk ulusu, pâdişahları atmakla dâhilî istiklâlini, Lozan ile de hâricî istiklâlini kurtarmıştır.”

O dönemde sahnelenen tiyatro oyunları ve piyeslerde propaganda edilen Osmanlı aleyhtarlığına misâl vermek gerekirse; 1934 yılında Nüzhet Haşim Sinanoğlu tarafından kaleme alınan “Sakarya” adlı dramda pâdişahlar hakkında şu ağır isnatlara yer verilmiştir: “Osmanoğlu âilesinin yıllar geçe geçe melezleşen, dönmeleşen pâdişahları, bir hilâfet kaygısıyla bu milleti bugüne kadar ortaçağa bağlı tutmuşlardır. Bütün müesseseler, ortaçağ müesseseleri olarak kalmıştır… Ne, o Osmanlıca denilen dilin, ne o büyük Osmanlı şâirlerinin, ne de Bizans bozması şarkıların bu milletle alâkası yoktur. Pâdişahla berâber bütün bu tesisler, bütün bu tesislerin içindekiler bit gibi parazittirler; sâdece bu milletin kanını emmişlerdir.”

Cumhuriyet döneminde yaygınlaşan buna benzer oyunlar, piyesler ve sinema filmleri ile topluma sunulan menfî Osmanlı tiplemeleri ve aşağılayıp alay eden dil ve üslûp hakkında M. Nuri Gençosmanoğlu’nun o yıllarda dile getirdiği şu tepki oldukça anlamlıdır: “Dünkü târihimizi batırmak için tertip edilmiş birtakım maskaralıklar var ki, bilmeyerek yapılan bu komplolara acımamak elden gelmiyor. Sinema filmleriyle dünyânın her tarafına yayılan “Aynaroz Kadısı”, “Bir Kavuk Devrildi” gibi çirkin propagandalara, atalarımızı kaba saba bir soytarı kılığına sokan karikatürlere bir son vermeliyiz. Bu hafifliklerin, bugünkü mâsum yavrularımızı zehirlemekten, yabancı milletleri bizi güldürmekten başka ne faydası var? Bu acıklı manzaralar önünde millî gurur biraz şahlanmalıdır.”

Aslında bu noktada resmî târih ve onun yazıcıları bakımından Osmanlı ve pâdişahlarla ilgili gerçek târihin hükmünün, târihe ve insanlığa karşı rezil olmanın hiçbir kıymeti yoktu. Önemli olan Osmanlı’yı temsîlen onların “hâin/kızıl” olarak anılmalarında devlet ve rejim hesâbına büyük faydalar olduğuydu. Hattâ bu düşmanlık önemli sigortalardandı. On yıllarca, geçmişine ve ecdâdına hakâret eden ne kadar haramzâde yetiştirirsek o kadar saltanat tehlikesinden ve irticâ vehminden kurtuluruz diye düşünülmüştü. Aksi olursa, Osmanlı hayranlığı ve eski rejim hortlar; devletin ve rejimin varlık temelleri sarsılır zannedilmişti. Hâlâ ulusalcı-laik kesimlerde, derin devlet kanallarında bu ideolojik tortular ve direnç etkisini korumaktadır.

İDEOLOJİK BARİYERLERİ NASIL AŞACAĞIZ?

Şu hâlde bu ideolojik duvarlar, yaftalar ve önyargılar nasıl kırılacak? Târihimizi; tartışma, çatışma ve ideolojik kamplaşmalar doğuran bir alan olmaktan nasıl kurtaracağız? Türkiye’nin; Osmanlı, yakın târih, Vahideddin ve Abdülhamid gerçeğiyle büyük bir soğukkanlılık, tarafsızlık, ilmî ciddiyet ve insânî-vicdânî duyarlılıkla yüzleşmesi, günâhı-sevâbı ile kabûllenmesi bu sorunun birinci cevâbıdır. Resmî târihin yapay ve ısmarlama tezlerinden, ideolojik yaftalarından, Osmanlı’yı ve pâdişahları öcü gibi gösteren ezberlerinden nesillerimizi kurtarmamız da ikinci cevâbıdır. Çünkü bunlar yıllardır, geçmişe düşmanlık duyan, târihi ve kimliği ile kavgalı; köksüz ve târihsiz bir neslin üremesine sebep olmuştur.

Târihi; siyâsîler, siyâsî partiler, hükümetler ve bürokratlar değil, bırakalım târihçiler, ilim adamları yazsın. Târihi, siyâsî-ideolojik cepheleşmelerin, hesaplaşmaların ve sürtüşmelerin silahı ya da kalkanı olmaktan çıkaralım. Devlet ve toplum olarak, hiçbir siyâsî ve ideolojik kaygının esîri olmadan gerçek bir Vahideddin ve Abdülhamid açılımına, gerçek bir Osmanlı açılımına, hâsılı gerçek bir târih ve yakın târih açılımına şiddetle ihtiyâcımız vardır.

Ancak resmî mercilerin ve onların güdümündeki kurum, kesim ve kişilerin, henüz bilimsel târih ile yüzleşip onu hazmedecek olgunluk, genişlik ve tahammül noktasında olmadıkları da bir realitedir. Son yıllarda olumlu adımlar atılsa da ve bizleri ümitlendiren ve yüreklendiren gelişmeler yaşasak da, bunun için biraz daha zamana ihtiyâcımız olduğu muhakkaktır. İdeolojik tortular, propagandalar ve resmî zihniyete uygun öğreti ve anlayışlar hâlâ varlığını devâm ettirmektedir. Osmanlı, Vahideddin ve Abdülhamid ile problemi olan kesimler şunu iyi anlamalı ve kabûllenmelidir: Cumhuriyet’i savunmak ve sevmek, Osmanlı, Vahideddin ya da Abdülhamid düşmanı olmayı gerektirmez. Bugün kimsenin eski düzeni geri getirmek gibi bir gayreti ve iddiası yoktur. Reddi mirasta, Osmanlı ve Vahideddin-Abdülhamid düşmanlığında diretmek faydasızdır. Yakın târihle, Osmanlı ve pâdişahlarla çatışmaktan, “hâin, işbirlikçi, kızıl” paranoyasından kurtulmalıyız.

Ne zaman ki târih üzerindeki ideolojik vesâyetler, baskı ve dayatmalar kalkar; târihçiler özgürce istedikleri konuyu hiçbir müdahale, baskı ve yönlendirme olmadan rahatça araştırma, tartışma, yazma ve onun hakkında hüküm bildirme noktasına gelir; devlet, toplum ve kamuoyu ortaya çıkan sonuçları ideolojik kaygı ve yargılardan arınmış bir şekilde kabûllenme ve benimseme noktasına gelirse, işte o zaman târih de değişmeye ve aslî mecrâsına oturmaya başlar.

Bu noktada şu kanaatin altını kalınca çizmeliyiz: Türkiye’nin, 21. yüzyılda dünyâ üzerinde hak ettiği yeri almasının; ideal barış, istikrar ve büyüme hızını yakalamasının bir şartı da kendisi ve kimliği ile barışması, rûhunu/benliğini dokuyan kodlarla yeniden kuşanmasıdır. Buna erişmesinin bir yolu da Osmanlı’yla ve yakın târihle barışmasından, kökleriyle bütünleşmesinden geçiyor. Tanzimat’tan beridir târihimizle ve kendimizle kavga etmekten vazgeçmeliyiz. Artık yeni nesilleri, karartılan değil parlak geçmişimizle; karamsarlık/atâlet aşılayan değil şevk/moral veren, değer kazandıran pozitif târihimizle tanıştırmamız ve ondan istifâde ettirmemiz şarttır.1

 *Tarihçi-Yazar

 

Dipnot:

1) Bu makalenin konusu kapsamında daha geniş malumat için şu eserlerimize müracaat edebilirsiniz: Cumhuriyetin Gizli Tarihi (2 Kitap), İstanbul, 2013/2014, Gül Nesli Yayınları; Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası, 8. Baskı, İstanbul, 2014, Nesil Yayınları; Son Osmanlı Vahdeddin, 5. Baskı, İstanbul, 2011, Nesil Yayınları; Osmanlı’nın  Gizli Tarihi, 12. Baskı, İstanbul, 2013, Nesil Yayınları.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak