Ara

Sünnetin Rehberliğine Başvurmadan İslâm’a Ulaşılmaz

Sünnetin Rehberliğine Başvurmadan İslâm’a Ulaşılmaz
Müslümanca yaşamın gündelik hayâta geçirilmesi, etkinliklerimizin gündelik hayatta Müslümanca bir karşılık bulması husûsunda başat yol gösterici Allâh Resûlü’nün (sav) uygulamalarıdır. Allâh Resûlü’nün uygulamasını rehber olarak kabûl etmeden Kur’ân’ın öngördüğü ilkelerin hayâta nasıl aktarılması gerektiği husûsunda başka hiçbir kaynak, başka hiçbir yol gösterici bulmamız söz konusu olmasa gerek. Büyük İslâm yorumcularının hâlen yol gösterici olarak kabûl görüyor olması, onların Kur’ân-ı Kerîm yanında bilhassa Sünnete dâir yorumlarının öne çıkmış olmasıyla açıklanabilir. Onlar son tahlilde reylerini bu yönde rehber ittihâz ettikleri Sünnete dayandırmak sûretiyle oluşturuyor. Salt kendi kafalarının kendilerine telkin ettiği keyfî kanaatlere dayanarak değil... Resûlullâh’ın Sünnetinin belli bir parçasını oluşturan Hadîs-i Şerifler dünyâsında minicik bir gezinti bile bize şu husûsu telkin etmede yeterli olabiliyor: Bu Hadîs-i Şeriflerden her biri bir diğeriyle interaktif bir ilişki içinde bulunuyor. Birinin rehberliğini esas kabûl ederek yola koyulan biri kendini tüm Hadîs-i Şeriflerin kavşağında bulmakta gecikmez. İşte Örnek: Ümmü Seleme’den (Allâh Ondan râzı olsun) rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (sallallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Siz dâvâlaşmak üzere benim yanıma geliyorsunuz. Olabilir ki, sizden biri delilini daha güzel anlatır fakat diğeri böyle yapmaktan âciz kalır. Bu sebeple bir kimseye kardeşinin hakkını vermiş olursam, ona ancak ateşten bir parça koparıp vermiş olurum!” (Buhari, Şehadet 27; Müslim, Akdiye 4, zikredildiği yer: Riyazüssalihin). Bu cümle, birbiri içinde anlamları saklıyor. Anlaşıldığı kadarıyla cezâî değil fakat husûsî bir hukuk ihtilâfıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu gibi meselede hâkim, hâlen evrensel olarak kabûl görmüş bir ilkeye göre taraflardan birine delil getirme husûsunda yardımcı olmaz, ona yol göstermez. Çünkü burada herkesin haklarını dermeyân etmekte veya susmakta kendi çıkarını herkesten daha çok bildiği varsayımı işler. Mezkûr Hadis bir kere bu evrensel ilkeyi dile getiriyor ve dâvâyı çözümlerken ancak tarafların öne sürdüğü delillere bağlı kalarak çözümleyeceğini dermeyân ediyor. Aynı zamanda tarafları bu hususta uyarıyor ve uyanık olmaya dâvet ediyor. Dâvânın ispâtı zımnında taraflardan birinin salt delil getirmekte acze düşmesi sebebiyle “hakîkate” uymayan bir karar istihsâl edilmişse bunun sorumluluğu hâkime değil taraflara müncer olur. Öte yandan taraflara ateşten bir parça, yâni cehennem uyarısı yapılarak haksızlığın önüne geçiliyor. Böylece bu bir tek Hadis’te hem hukuk usûlüne dâir bir temel ilkenin dile getirildiğini, hem de ZÂHİR ile BÂTIN arasında fark olabileceğinin ifâde edildiğini görüyoruz. Hukuk usûlü açısından dermeyân edilen gerçeklik şu ki hâkim tarafların delilleriyle bağımlıdır. Onun verdiği karar salt hakîkati değil fakat tarafların hâkim önünde dermeyân ettiği delillerin gösterdiği gerçekliği ifâde etmektedir. Yani zâhir (hâkimin karârıyla ortaya çıkan gerçeklik) ile bâtın (salt hakîkatin kendisi) burada evrensel düşünce târihinin iki anahtar kelimesini oluşturuyor. Grek felsefesinden günümüze kadar (İslâm düşünce târihi de içinde olmak üzere) düşünce târihinin özeti bu iki anahtar kelimenin mazharında mündemiçtir. Platon’dan öncekileri hesâba katmasak bile Platon’la birlikte ideler âlemi ve onun izdüşümü veya yansıması olan içinde yaşadığımız bu dünyâ, biri bâtındaki hakîkati, öteki zâhirdeki gerçekliği ifâde ediyor. Kant, bu iki kavramı numen ve fenomen kavramlarıyla dile getiriyordu. Whitehead’in sözünü tekrarlarsak Batı felsefe târihi Platon’a düşülmüş dipnotlarından ibârettir. Karl Marks da aslında zâhirdeki iddiasına rağmen, temelde Platoncu çizginin uzantısıdır ve o çizgi günümüze kadar devâm edip gelmektedir. Onun jargonunda ideler âlemi ile gerçeklik âlemi altyapı üstyapı kavramlarıyla ifâde ediliyor. Nasıl ki Kant da aynı kavramları numen ve fenomen olarak ifâde etmişse... Şuraya gelmek istiyorum: Allâh Resûlü’nün Hadislerinden her biri dikkatli bir tahlîle tâbi tutulduğunda, bir başına bir hayat düzeni kurmaya yeterli olduğu kadar bir düşünce dizgesi meydana getirmeye de müstaiddir. Allâh Resûlü’nün şerefli Hadislerinin her biri öteki Hadislerle birarada düşünülebilir, onların her biri birbirinden bağımsız olarak belli bir dünyâ görüşünün şekillenmesine yol verir. “İşçinin ücretini alnının teri soğumadan veriniz” meâlindeki Hadis ile “Ey Ebuzer, çorba pişirdiğinde suyunu bolca koy ki komşularınla paylaşasın!” meâlindeki şerefli Hadîs son tahlilde âdil bir bölüşüm düzeninin tesisinde aynı ölçüde müşir olmaya adaydır. O’nun şerefli Hadislerinin her birinden, başka Hadisler’de ifâdesini bulan gerçekliklere ve Kur’ân’ın anlamına yol bulmak mümkündür. Çünkü bu Hadislerin her biri geniş bir anlamı, mümkün olan en kısa cümleyle ifâde etme maharetindedir. Bu durum da Allâh Resûlü’nün her an tecellî eden mûcizeleri cümlesindendir. Bu itibarla İslâm'a, onun rûhuna ve pratiğine ulaşmak, artı, Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla kavramak isteyen kimse bu işi Hadîs-i Şeriflere müracaat etmek sûretiyle başarabilir. Onların her biri efrâdını câmi, ağyârını mâni özelliği yönünden birer belâgat şâheseri olarak sanki bir kânun kitabından fışkırmış cümleler hâlindedir. Hadîs-i Şerifler, gerek gündelik hayâtımızda gerek hukûkî ilişkilerimizde hiçbir beşer yasasının ulaşamayacağı ölümsüz ilkeleri öngörmektedir. Sünnetin, dolayısıyla Hadîs-i Şeriflerin rehberliğinden yoksun bulunsaydık bugün İslâm'ı, hayatta yaşanan bir din olarak görmemiz imkân dâhilinde olmayacaktı. Rasim Özdenören (Ekim 2016)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak