Ara

Sûfîlerin Ma’rifetullâh’a Erme Çabası

Sûfîlerin Ma’rifetullâh’a Erme Çabası

Sûfîler sevgiliye kavuşmanın aşk ile olacağını ama kavuşma (vuslat) gerçekleştikten sonra aşk’ın yerini “mârifet”e bırakacağı­nı söylerler. Bu açıdan, sûfî şâirlerin kendilerini “âşık” olarak ta­nımladıkları gibi “ârif” olarak da tanımladıkları görülür. “Hakk’ı yine Hakk ile bilen” kişiye ârif denilmektedir. Bu “biliş” beş duyu organı ile olan bir biliş tarzı değil, bilen ve bilinen berâberliğinde oluşan bir yakîn hâlidir (Kılıç, (2004), Sûfî ve Şiir, s. 100).

Tasavvufta irfan, mârifet, ârif, ma’rûf, târif ve taarruf gibi kavramlar üzerinde önemle durulur. Sûfîler teorik ve nazarî akılla Allah ve gayb âlemi hakkında doğru dürüst bir bilgi edinmenin mümkün olmadığı kanâatini taşırlar. İrfan ve mârifet amelden, fiilden, uygulamadan, tecrübeden, yaşamadan ve tatmadan çıkarılan bir bilgidir. Bu bilgi dînî ve metafizik konularda akıl, fikir ve mantıktan çıkarılan bilgiden daha doğru, daha açık ve daha tatminkârdır (Uludağ, Dört Kapı Kırk Eşik, s. 104-105).

Tasavvufî makamların zirvesi muhabbet ve mârifet makamlarıdır. Bunlar birbirinin tamamlayıcısı sayılır, kimi zaman muhabbet kimi zaman da mârifet daha üstün görülür. Gazâlî'ye göre mârifetsiz muhabbet mümkün değildir. Çünkü insan ancak tanıdığını sever. Bu gerçekten hareketle, kâmil mutasavvıflar için genel olarak ârif tâbîri kullanılmıştır. Tasavvuf ehlinin çoğu “Krallar bir kente/memlekete girdiler mi onu perîşân ederler. (Neml 34) âyetinin tefsîrinde “kral” ifâdesini mârifet olarak yorumlamışlardır. Çünkü ilâhî olarak ilhâm edilen bu bilgi, Allah'tan başka herşeyi kalbin içinden söküp atar. “Allâh’ı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. Zîrâ Allâh’ı tanımak yâni mârifet, mâsivâyı inkârın tâ kendisidir. Mâsivâyı ve ağyârı inkâr etmek de onu tanımaktan ibârettir. O’ndan başkasını tanımak, O’nu inkâr etmektir.” (Hucvirî, (1996), Hakîkat Bilgisi, s. 171) diyen Hucvîrî, ârifin halktan alâkasını koparmış ve Hakk’la irtibat hâlinde olan zât olduğuna dikkat çeker. Ârifin kalbinde, zihninde mâsivânın ilgi duyulacak ve önem verilecek kadar değeri yoktur. Yine aynı şekilde Cüneyd-i Bağdâdî “mârifet nedir?' sorusuna şu cevâbı vermiştir: “Allah yücedir ve O’nun azameti asla ihâta edilemez. O büyüktür ve celâli idrâk edilemez. Dolayısıyla mârifet bu iki kanâat arasında, yâni hürmet ve heybet duyguları arasında gidip gelmesidir.” (Schimmel, (1999), İslamın Mistik Boyutları, s. 136).

Mârifet ve irfan kavramı terim anlamıyla insanın okuduğu, dinlediği, gördüğü, mânevî ve rûhî tecrübe ile kazandığı, keşf ve sezgi ile müşâhede ettiği fikir, kanâat ve anlayış demektir (Uludağ, (1995), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 271; Cebecioğlu, (1997), Tasavvuf Terimleri, s. 399; Sağıroğlu, (1993), Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 217).

Istılah olarak ise mârifet; rûhânî halleri yaşayan, mânevî ve ilâhî hakîkatleri tadan sûfîlerin iç tecrübe ile vâsıtasız olarak elde ettikleri bilgiye verilen isimdir (Uludağ, (1995), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 347; Cebecioğlu, (1997), Tasavvuf Terimleri, s. 486).

Gümüşhânevî’ye göre gerçek mârifet, her türlü zenginliği bir tarafa koyup Allah ile berâber olmanın zenginliğine ermektir (Gümüşhanevî, (1979), Velîler ve Tarîkatlarda Usûl, s. 229).

Muhâsibî (ö.243/857) bu gerçeği önceden beyan kılmış, mârifeti kalbin fiili olarak nitelemiştir. Muhâsibî’nin ifâdesiyle sûfî mârifete sâhip olunca kalbi aydınlanır, bu aydınlık sûfînin bütün uzuvlarına yansır. Çünkü sûfî; düşüncesi, eylemleri ve ahlâkıyla tamâmen bu ilimle hareket eder (Muhâsibi, (1988), Âdâbu’n-Nüfûs, s. 51; (trs.), er-Riâye, s. 388).

Diğer bir ifâdeyle mârifet, Allâh’a saygının kalpte yer etmesidir (Sülemî, (1981), Tasavvufun Ana İlkeleri, s.124). Mârifet’i ‘herhangi bir şeyin delâlet ve alâmet vâsıtasıyla bilinmesi’ şeklinde târif eden Kelâbâzî ((199), Bahru’l-fevâid, s. 303),mârifetullâhı ise “Allâh’ı birlemek, O’nu kadîm olan ve şerîki olmayan olarak bilmek” diye yorumlamaktadır (Göktaş, (2007), Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 137-138). 

Zâhirî ilim ile mârifet arasındaki ayrım, Ebû Hüreyre’nin Hz. Peygamber’den naklettiği ilim tasnîfine kadar dayandırılabilir. Tasavvuf târihinde hicrî üçüncü ve dördüncü asırlardan îtibâren sülûkun, mârifet elde etme metoduna dönüştüğü görülmektedir (Afîfî, (1996), Tasavvuf, s. 80). Tasavvufun ilgi alanı daha ziyâde rûh ve işlevleri olduğu için zâhirî bilgi, başka bir ifâdeyle tartışma temeline oturtulan düşünce, yaşanılan hâli algılamaya yönelik çabada tâlî bir unsur olabilmektedir. Ancak buradan zâhirî ilmin reddedildiği sonucuna varılmamalıdır.

Kalbe âit bir ilim olan ve insanın kendini bilmesi anlamındaki mârifet konusuna atıflar, insanlık târihinde oldukça eskiye dayanırken, insanın kendini bilmesi, en yüce erdemlerden biri sayılmıştır. Mârifet, zâhirî bilgi gibi kesbî olmayıp kalbin tasfiyesi netîcesi enbiyâ ve evliyâya verilen vehbî tarzda bir ilimdir ki Çerhî bu kavrama, Allâh’ın varlığının bilgisianlamını da verir. Mârifet için bâtinî ilim, ilm-i ledünnî, kalp ilmi gibi ifâdeler de kullanılmıştır (Haksever, (2005), Yakub-ı Çerhî, s. 235).

Kalbin verdiği bilgiye mârifet ve irfan, aklın verdiği bilgiye ilim denilir. Mârifetin kaynağı sezgi, keşf ve ilham, ilmin kaynağı ise istidlaldir. Mârifet bir şeyi görerek, tadarak, yaşayarak ve tecrübe ederek elde edilen tasavvufî bilgidir. Kaynağı kalb, rûh, sır, ilham ve keşiftir. İlim, zâhirî ilimler hakkında aklın verdiği bilgiye sâhip olmaktır; kaynağı akıl, his organları, nazar ve nakildir (Sülemî, (1981), Tisatü’l-Kütüb, s. 17; Çatak, (2007), Şihâbeddin Sühreverdî, s. 132). Arberry ise mârifeti, sâlikin kalbî hareketlerinin tamâmına hâkim olduktan sonra Allah tarafından kalbine konulan, makamdan hâle geçişin tamamlandığını gösteren bir bilgi çeşidi olarak tanımlar (Arberry, (1956), Sûfîsm, s. 78).

Sûfîler ilim ile mârifet arasındaki farkları şu şekilde sıralamışlardır:

  1. Akıl ilimle bil­mek, ilim mârifetle bilmek, mârifet Hakk ile bilmektir.
  2. Mârifet kişinin bilmediğini bilmesidir. Mutlak hakîkatin bilgisinin yanında bilgisizliğin farkında olmaktır. 
  3. Eşyânın zâhiri ile ilgili bilgilere ilim, eşyânın bâtı­nını ve iç yüzünü keşf etmek sûretiyle elde edilen bilgilere mârifet denilir.
  4. Allah; ilmi halka, mârifeti ise evliyâsı­na tahsîs etmiştir.
  5. Vücûd ve vuslattan önceki bilgiye ilim, son­rakine mârifet adı verilmiştir.
  6. Mârifeti kemâl hâline ula­şan kulun kendi sıfatlarından tamâmen fânî olmasıdır.
  7. Mârifet, Allâh’ın kadri hâriç bütün kadr ve kıymet­leri hakîr bulmak, Allâh’ın kadri yanında başka bir kadir ve değer görmemektir.
  8. İlim küllîdir, mârifet cüz’îdir. İlim kānun ve kurallar şeklinde ifâde edilen genel ve temel bir bilgidir. Mârifet ise genelin parçaları hakkındaki daha özel ve ayrıntılı bir bilgidir.
  9. Mârifetin zıddı inkâr, nekre, yâni tanımamayken, ilmin zıddı cehâlet, bilmeme ve bilgisizliktir. 
  10. İlim bir şeyi ‘ilme’l-yakîn’ bilmek, mârifet ise o şeyi ‘ayne’l-yakîn’ ve ‘hakka’l-yakîn’ tanımaktır. Sûfîler mârifet denilince gereğine göre amel edilen ilmi kasdederler. Dolayısıyla ilmiyle amel etmeyen bir kimse âlimdir ama ârif ve ehl-i irfan değildir (Uludağ, (2010), Dört Kapı Kırk Eşik, s. 105-106).

Sûfîler hakîkat ve şerîat, bâtın ve zâhir, sadırlara dayalı bilgi ve satırlara dayalı bilgi arasında dâimâ ayırım yapmışlar ve birincisinin ikincisin­den daha üstün olduğunu ifâde etmişlerdir. Bu çerçevede Bâyezid-i Bestâmî'nin zâhir âlimlerine yönelik söylediği “siz ilminizi ölülerden, biz ise, hiç ölmeyen diriden (Allah’dan) aldık” sözü, sûfîlerin referansı olmuştur. Onlar bilgiye ulaşma amacıyla kitap okumaktan ziyâde mücâhede, zühd ve nefis tezkiyesi yapmanın mârifetullâh’a (Allâh’ı bilmeye) daha çabuk ulaştıracağı görüşündedirler. Bunun bir sonucu olarak da kitap okumayı, genellikle mürîdlerine pek tavsiye etmemiş­lerdir (Kartal, (2003), Abdülkerîm Cîlî, s. 326-327). Örneğin Cîlî, bāzı sûfîlerin müridlerine hakîkat kitaplarını incelemelerini neden yasakladıklarını şu şekilde açıklamıştır: “Bu yasak, tamâmen anlayışı kıt olan insanların hatâya düşmelerini engelleme amacına yöneliktir. Şöyle ki, anlayışı eksik olanlar, sûfîlerin sözlerini ya onların kastettiği mânânın tersine yorumlayarak kullanırlar ve dolayısıyla he­lâk olurlar, ya da kitapları anlamak adına ömürlerini adarlar, fakat hiçbir sonuç elde edemezler. İşte bu sebeple, sûfîlerin kitaplarını anlayışsız insanların hiç­bir hakîkate ulaşamadan incelemelerini engelle­mek için böyle bir yasak vaz’edilmiştir. Şu halde denilebilir ki, sûfîlerin kitaplarını okumaktan men', genel değil özeldir. Anlayışlı mürîdlerin, sûfîlerin kitaplarını okumaları tavsiye edilmiştir.” (Kartal, (2003), Abdülkerîm Cîlî, s. 328-329)

Gerçek bilgiye ulaşmanın yolunun tezkiye oldu­ğunu düşünen Cîlî, mürîdin kalbinde ilâhî esintilerin oluşması için aynı zamanda büyük sûfîlerin sohbetlerini dinlemenin ve kitaplarını okumanın önemli bir yer tuttuğu inancındadır. Bu bağlamda o, üç büyük sûfînin sözlerini nakleder. Bunlardan birincisi Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö.297/909) “Semâda bizim ilmimizden daha yüce bir ilim olduğunu bilsem, oraya yolculuk yapardım” sözü, ikincisi Ahmed er-Rifâî’nin (ö.578/1183) öğrencilerine yönelik “Bu ilmi öğreniniz. Çünkü zamânımızda Hakk'ın cezbeleri azaldı.” tavsiyesi, üçüncüsü ise Cîlî’nin görüşlerine çok önem verdiği şeyhi İsmail el-Ceberitî'nin {ö.806/1403): “Şeyhimiz bir gün bāzı ihvânımıza şöyle demişti: 'Şeyh Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'nin kitaplarını okumalısınız.' Bunun üzerine bir öğrenci, 'Allâh'ın bana o bilgileri feyzle aktarmasını beklesem, olmaz mı?’ şeklinde görüş belirtince, şeyh, ona; 'Beklemek istediğin şey, şeyh’in (İbnü'l-Arabî'nin) kitaplarında sana bildirdiğinin aynıdır1 diye cevap vermiş­ti.” sözüdür. Bu noktada Cîlî’nin vardığı sonuç şudur: Mürîdin, hakîkate ulaşmış büyük sûfîlerin kitaplarını okuması ve incelemesi, ilâhî kapıların onun kalbinde açılması için büyük önem taşır. Ancak sûfîlerin kitaplarını okumak, keşfin oluşması için yalnızca bir vâsıtadır (Kartal, (2003), Abdülkerîm Cîlî, s. 326-328).

Sâlik'in sülûkundaki amacı hakîkate ulaşmaktır. İbnü'I-Arabî gibi kâmil zâtların ortaya koyduğu hakîkat­ler, kendi sülûkleri ve hâlis amellerinin sonucudur. Yâni söz konusu sûfîlerin kitaplarındaki bilgiler, sülûkun hedefi olan hakîkate ulaştık­tan sonra yazılmıştır. Dolayısıyla bunlar, bize ilâhî hakîkat kapılarını açar. Hâlbuki sâlik, ‘hakîkate henüz ulaşmamış kişi’ demektir. Şu halde kâmil zâtın kābiliyeti ile mürîdin kābiliyeti arasında büyük fark vardır. Eğer mürîd, söz konusu kitaplarda ortaya konulan mes'eleleri tam olarak anlarsa, onun bilgisi ile kitabın yazarının bilgisi aynı sevi­yede olur ve o, yazarın anladığı her şeyi anlama melekesini kazanır. Sonuç olarak, Cilî'ye göre, büyük sûfîlerin kitaplarını okumak, sâliki kısa yoldan hakîkate ulaştırır (Kartal, (2003), Abdülkerîm Cîlî, s. 326-328).

Eylül 2021, sayfa no: 16-17-18-19

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak