Târih boyunca İslâm’ın yayılmasındaki en temel etken Müslümanların temsil kâbiliyetidir. İslâm’ın güzelliklerini şahsında bütünleştirmiş olanlar sözlerinden çok davranışlarıyla İslâm’ı başkalarına takdîm etmişlerdir. Bâtıl inançlara sâhip olanlar ya da mensup oldukları inanç dünyâsının darboğazında yaşayanlar hakîkati idrâk ettikleri ve sahîh inanç yapısıyla karşılaştıkları zaman gerçekle yüzleşme imkânı edinmişlerdir. Hidâyet Allah’tandır. Ancak İslâm’ı temsîl edenlerin İslâm’a lâyık söylem ve tavır sergilemeleri farklı inanç zümrelerinin İslâm hakkındaki önyargılarını gidermelerini sağlayacaktır. Asr-ı saâdet döneminde işletilen müellefe-i kulûb sistemi ile başkalarının kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenmiştir. İnsanların İslâm hakkındaki önyargıları kırılmaya ve İslâm’la aralarında örülmüş olan duvarlar yıkılmaya çalışılmıştır. İnsanların otorite baskısı ve zorlamayla din değiştirmelerine çalışılmamış; gönülleri kazanılmaya, şüpheleri izâle edilmeye, tereddütleri cevaplandırılmaya, İslâm hakkında doğru ve yerinde bilgiler sunulup iknâ yoluyla İslâm’ı anlamalarına çalışılmıştır. (Bayram, “Siyâsal İhtidalar”, Dünyâ Siyâsetinde Afrika 5, 2018:143-144)
İslâm dünyâsında târih boyunca özellikle sûfîler, İslâm’ın tebliği konusunda çok özel çaba sarf etmişlerdir. Sûfîler sözlü dâvet ve irşaddan çok, fiilî ve temsîlî dâveti tercîh etmişlerdir. Tasavvuf erbâbı süslü ve yaldızlı söylemlerden çok; etkileyici yaklaşımları, dikkat çeken davranışları, gönüllere tesir eden nefesleri, uyarıcı ve uyandırıcı yaklaşımlarıyla bireylerin uyanışına çalışmışlardır.
Sûfîlerin İslâm'ı tebliğlerinde başarılı olmalarını sağlayan faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz:
- Benimsedikleri müsâmaha kültürü
- İnandıklarını yaşama gayretleri
- Lafa değil çalışmaya önem vermeleri
- Yolculuk yapmanın insanı mânevî açıdan geliştirdiği kanâati ve bu sebeple çok uzak yerlere seyahat yapmaları
- İslâm'ın fıtrata hitâb eden evrensel yönünü anlamaları
- Sevgi yöntemini esas almaları
- İnsan psikolojisini çok iyi bilmeleri
- Sabır ve metânet ehli olmaları
- Zühd ehli ve kanaatkâr olmaları, dünyâlık beklentilerinden ve çıkar kavgalarından uzak yaşamaları, başkalarından dünyevî beklentiye koyulmamaları
- Allah'tan başka kimseden korkmamaları, güçlü bir tevekkül, teslîmiyet ve tefvîz gücüne sâhip olmaları. (Cebecioğlu, İmâm-ı Rabbânî Hareketi, 1999:16)
Kimi sûfîler İslâm’ın tebliğini sistemli bir çalışma programına bağlamışlardır. Bunun en açık örneği Hallâc-ı Mansûr’dur (ö. 309/921). Gemi yolculuğuyla 905 târihinde Gucerat’a giden Hallâc-ı Mansûr, oradan Sind’e ve İndus Vâdisi'ne yolculuk yapmıştır. Daha sonra da Horasan, Türkistan ve Turfan’a özel seyahatler yapmıştır. Gittiği yerlerde putperest zümreleri İslâm'a dâvet etmiştir. (Schimmel, Tasavvufun Boyutları, 1982:68-69) Onun bu çabaları sonucu İslâm'a giren Hind Müslümanları Mansûrî lakabıyla anılmıştır. (Altıntaş, Tasavvuf Târihi, 1986: 74)
Hallâc-ı Mansûr örneğinde sûfîler dünyâ görüşleri, insan anlayışları, ahlâkî meziyetleri ve yaşam tarzları sebebiyle Uzak Doğu, Güneydoğu Asya, Hindistan, Türkistan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli ve Afrika’da ihtidâ olaylarında öncü rol oynamışlardır. İhtidâ olayları sûfîlerin söylemlerinden çok tasavvufun özel yapısından kaynaklanmaktadır. Tasavvuf eserlerinin elden ele dolaşması, tasavvuf klasiklerinin hâlen ilgi uyandırması, sûfîlerin tesis ettiği geleneklerin ilgiyle tâkîb edilmesi, âyîn-i şerîflerin ve zikir meclislerinin cezbedici atmosferi, teşekkül eden muhabbetli derviş cemâatleri gerek geçmişte gerekse günümüzde farklı din mensuplarının ihtidâ etmelerinde temel etken olmuşlardır. (Uludağ, “Mevlậnậ ve Mevlevîlik”, Tasavvuf, 2007:8/20, 229-230)
İnsanı muhatap alan, gönül merkezli bir felsefe geliştiren, içe bakış sanatıyla insanlık cevherine sâhip çıkmayı hedefleyen, Yaratan’dan ötürü yaratılmışlara merhametli davranmayı öngören tasavvuf disiplini, gönüllerde inkılap oluşturmayı, gönüllerin cûş u râha gelmelerini ve kalb huzûrunu sağlamayı hedeflemiştir. İnsanlığın ortak sorunlarını çözümlemek, herkesin ortak dertlerini dindirmek, her türlü farklılıkları tevhîd potasında eritip insanlık hamurunu yoğurmak, insana sâhip çıkıp yaşatmak, hiçbir insandan umûdu kesmemek tasavvufun temel ilkesi olmuştur. Mizaç ve tabiatların farklılığını dikkate alan tasavvuf, her insana özel bir yaklaşım sergilemeyi ve birebir eğitimle nâkıs insanları kâmil şahsiyetlerle buluşturmayı başarmıştır. İnsanı insana ayna kılmayı hedefleyen tasavvuf, âlemi rahmet pazarına dönüştürmeye çalışmıştır. Gönül dâvetiyesi ile evine dönen insana kendi asâletini ve fıtratını koruma eğitimi veren tasavvuf, insanı bir bütün olarak ele almış, onun ihtiyaçlarını dâimâ göz önünde bulundurmuştur. (Kara, “Mevlậnậ ve Mevlevîlik”, Tasavvuf, 2007: 8/20, 235)
Spekülatif yaklaşımlardan, cedel ve münâkaşa üslûbundan, zihin karmaşası ve ideolojik yaklaşımlardan, dışlayan ve ötekileştiren bir söylemden uzak kalan sûfîler, kendi doğrularını dayatmayı değil hakîkatin keşfini hedeflemişlerdir. Kalbin arınması ve nefsin tezkiyesi sonucu devreye giren mânevî sezgi ve mükâşefe yoluyla muhataplarındaki insanlık potansiyelini işlevsel kılmaya çalışmışlardır. Özü îtibâriyle bir aşk, muhabbet ve irfan yolu olan tasavvufla sâdece rasyonel kimliğe bürünmekten ve metafizik gerçekliği aklın dar kalıpları içerisine sokmaktan kaçınmışlar, rûhun aydınlatılmasına ve gönüllerin tasfiyesine koyulmuşlardır.
Tasavvuf insanı önemsemektedir. Çünkü insanın gönül dünyâsı, ilâhî hakîkatin tecellîgâhıdır. İnsanın yetkin ve kozmik varlık olduğunu düşünerek onu ilâhî makâma yaklaştırmak istemiştir. Tasavvuf ‘aşkın Tanrı’ felsefesinden çok Allâh’ın insana şah damarından daha yakın olduğunu benimsemiş ve ‘içkin Tanrı’ felsefesiyle kulun Rabbine kurbiyetini önemsemiştir. İnsandaki ilâhî cevherin küfür, şirk, isyan ve zulüm perdeleriyle Hakk’tan uzaklaşmasını büyük bir mahrûmiyet olarak gören sûfîler, kendi içlerinde taşıdıkları ilâhî huzûru başkalarına da sunmak derdine düşmüşlerdir. Rabbi ile bütünleşen, kulluğunu zevk boyutunda gerçekleştiren, fenâ fillâh mertebesine erip vuslat şarabını içen ve ilâhî sıfatların mazharı konumuna gelen sûfî, Allâh’ı dışarıda değil kendi özünde bulmaya ve O’nunla O’nun huzûrunda yaşamaya çalışır. Dîne dâir teorik ve spekülatif tartışmalar yapmak yerine gönül kazanmanın ve gönle girmenin yolunu arayan tasavvuf, dînin derûnî boyutta yaşanmasını, îmânın özüne ermeyi, tevhîdin hakîkatine bürünmeyi, rûhun güzelliklerine bezenmeyi hedeflemektedir. İslâm’ı hakkıyla yaşamayı gâye edinen sûfîler örnek olmuşlar ve sevdirme gâyesini gütmüşlerdir. Kuru, statik ve itici yaklaşımlar İslâm’a menfî bakışlara yol açarken canlı, dinamik, çekici, aklı ve rûhu kuşatan yaklaşımlar geniş kitleleri İslâm’a çekmiştir. (Türer, “Mevlậnậ ve Mevlevîlik”, Tasavvuf, 2007:8/20, 246-247)
Îman, dil ile ikrarda bulunmak ve kalb ile tasdîk etmektir. Dil ile ikrar dünyevî işlerin düzenlenmesi ile ilgilidir. Îmanda asıl önemli olan ise kalb ile tasdîktir. Sûfîler meseleye kalpten başlamış ve sahîh bir îmânın kalbe yerleşebilmesi için çaba sarf etmişlerdir. Kalb ilmi üzerinde duran ve îmânın kalbe yerleşmesi için gereken her şeyi yapmaya gayret gösteren sûfîler, sağlıklı bir îmâna sâhip olabilmek için kalbin tasfiye edilmesini ve hastalıklarından arındırılmasını öngörmüşlerdir. (Konur, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Tasavvuf, 2007:8/20, 281) Tasavvuf erbâbı gönüllere hitâb ettikleri ve rûhun uyanışını hedefledikleri için gönülden ve aşkla gerçekleşen çağrıları muhataplarında yankı uyandırmaktadır. Dolayısıyla ihtidâ olaylarında ilimden çok irfânın, âlimden çok mutasavvıfların daha etkili olduğu müşâhede edilmektedir. (Çelik, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Tasavvuf, 2007:8/20, 289)
Türklerin İslâm’ı kabûl etmesinde başta Yesevîlik olmak üzere tarîkat erbâbının irşad faaliyetleri oldukça etkili olmuştur. Orta Asya, Rusya, Hindistan ve Uzakdoğu ülkelerinde, Afrika ve Mağrib’de İslâmiyet’in yayılması, İran’da binlerce mecûsînin İslâmiyet’i seçmesi, Anadolu ve Balkanlar’da gayrimüslim ahâlînin ihtidâsı, büyük çapta tarîkatlar vâsıtasıyla gerçekleşmiştir. (Ceyhan, “Tarikat ve Tekke”, Türkiye’de Tarikatlar, 2018:30)
Sûfîlerin İslâm’ı tebliğlerinde uyguladıkları yöntem ve metotlar oldukça farklıdır. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Sûfîler kurdukları zâviyelerde çevre halklarının her birine renk, dil, din, mezhep ve cinsiyet ayrımı yapmadan yaklaşmışlar, tekkelerine gelen herkese tekke çorbasından ikrâm etmişler, mazlumların yanında yer alıp kendilerinden emân dileyene kol kanat germişlerdir. Tekkelerini kurdukları bölgenin halklarına iyi davranmışlar, çevredeki topluluklara faydalı olmaya çalışmışlar, farklılıkları zenginlik olarak değerlendirmişler, insanların yaralarını sarmaya, acılarını dindirmeye, sevinçte ve tasada onlarla birlikte olmaya çalışmışlardır. Her fırsatta insana hizmet etmeyi ve insanlığa yatırım yapmayı ibâdet şuuru içerisinde gerçekleştirmişlerdir.
- Evliyânın ahvâli, menkabeleri, mânevî halleri, takvâ kalitesindeki dindarlıkları müslim ve gayrimüslim kitlelerin ilgisini çekmiş, türbeleri ziyâret mahalli olmuş, hâtıraları halka mâl olmuş, hikâyeleri birleştirici ve bütünleştirici olmuş, haklarında anlatılan kerâmetleri dillere destân olmuştur.
- Henüz Müslüman olmayan köylerin tepelerinde kurulan tekkelerle sûfîler, gayrimüslim ahâlînin gönlünü kazanmışlar, onlarla yakınlaşmışlar, onlara İslâm’ın hakîkatini yansıtmaya çalışmışlar, sosyal ilişkileri ile güven atmosferi vücûda getirmişler; ticâretlerindeki dürüstlükleri, ilişkilerindeki samîmiyetleri, mazlumların yanında yer alan tavırları ile gayrimüslim kitlelerin de umûdu olmuşlardır.
- Sûfîlerin kurdukları tekke ve zâviye merkezleri hayâtın adresi konumuna gelmiş, ıssız beldeler şenlenmiş, terk edilmiş topraklar işlenmiş, ahâlîden yoksun diyarlar iskâna açılmış, kervan geçmez ve kuş konmaz denilen yerler yol trafiğine açılmış, köy ve kasabalar arasındaki geçit yolları güvenli hâle getirilmiş, tekkeler birer güvenlik kurumları işlevini sürdürmüşlerdir. Anadolu’daki yerleşim merkezlerinin Dedeköy, Erenköy, Veliköy, Tekkeköy, Tekkedere, Tekkegüney, Tekkekızıllar, Tekkekaryesi, Tekkeyenicesi, Dıştekke, Tekkeviran, Tekkekaya gibi isimlerini almaları bu gerçeğin bir ifâdesi konumuna gelmiştir. Tarîkat şeyhleri köyler kurmuş, kasabalar tanzîm etmiş, pazarları koordine etmiş, yol güvenliklerini sağlamış, müslim ve gayrimüslim kitleler arasındaki düşmanlıkları izâle etmiş, karşılıklı ticâret ve alışveriş imkânlarını hazırlamışlardır.
- Fetihlerden önce ve sonra bölge halkına ileri düzeyde yaklaşan ve yaşantılarıyla bölge halklarının ilgisini çeken sûfîler bölgede âsâyiş ve dayanışma rûhunun öncü kuşakları olmuşlardır. Toprakların fethinden önce gönüllerin fethini önemseyen dervişler halkın arasına karışmışlar, halkın gündemini yakından tâkîb etmişler, bölgenin nabzını ellerinde tutmuşlar, halkların beklentilerine karşılık vermişler, İslâm’ı yerel halkların anlayacağı dilde ve üslupta anlatmaya çalışmışlar, beldeleri İslâm halîfesinin otoritesini kabûl edebilecek kıvâma getirmişlerdir.
- Sûfîler laftan çok işe koyulmuşlar, reklamın değil icraatın derdine düşmüşler, birer hakîkat önderi olarak reaksiyoner değil, aksiyoner olmuşlardır. (Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, 1990:147-154)
Bahsi geçen faaliyetlerin serencâmını Sezai Karakoç eserinde bizlere şu şekilde beyan kılmaktadır: “Dervişler dünyâyı ve dünyâ menfaatlerini omuzlarından aşırıvermişlerdir. Ne övgülere kulak asarlar ne kasıtlı yergilere. Onların ruhlarını gelecek zamandaki toplumun rüyâsı ve aşkı kaplamıştır. Günlük faydalar, şans ve ün düşkünlüğü, yiğitlik gösterisi ideal yolcularının işi ve kaygısı olamaz. İslâm idealini yeryüzünde yeniden kendine yakışır sesine kavuşturmak ideali çağlar içinde en büyük olaylardan sayılsa yeridir. Bunun için bu ülkünün yetişecek nesilleri ve insanları inanç, düşünce, kültür, ahlâk, dayanışma, sözünde durma, örnek olma, yeni, her bakımdan üstün insan olma yolunda bütün güçlerini sarf etmekten ve her türlü sıkıntıya, zahmete katlanmaktan çekinmemek durumunda ve zorundadırlar. Ciddî, vakarlı, merhametli, sâkin, soğukkanlı, hep ışık tutucu ve yol gösterici, umut kestirmeyici olacaklardır. Peygamberin (sav) mîrasçıları onlardır ve peygamberlerinin mîrâsı budur. Çağın sahte yollarına sapmayacaklar, çağı kendi yollarına çevirmenin yollarını arayacaklardır. Kolaya basite, zihin ve ruh tembelliğine sapmayacaklardır. Aldatıcılık geçici bir başarı sağlarsa da onlar sâdece hakîkati göstermeye, insanları hakîkate çağırmaya ve çekmeye çırpınacaklardır.” (Karakoç, Sütun, 1969:I/204-205)
Selçuklular’ın kuruluş ve gelişme çağlarında Anadolu baştanbaşa zâviyelerle donanmıştı. İktisâdî hayâtın ipuçlarını ellerinde bulunduran ahîlerin zâviyeleri ise bu topraklara ayrı bir renk ve ayrı bir canlılık vermişti. Osman Turan bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir: “Selçuklu sultanları Anadolu’da yeni bir şehir ve bölgeyi fethettikleri zaman, ilk iş olarak orada câmi, medrese ve zâviye inşâ ediyor, tüccarları, din adamlarını ve Türk nüfûsunu bu yerlerde yerleştiriyorlardı. Sofu ve dervişler uçlarda toplanarak hem Türkmenler’i daha sağlam İslâmlaştırıyor hem de gazâ rûhunu canlandırıyorlardı. Bu sûretle Anadolu, nüfûsu ve kültürüyle İslâmlaşıyor, fetih hâdisesi de mânen ikmâl ediliyordu.” (Turan, Selçuklular Târihi, 1969:282)
Selçuklu Devleti gibi Osmanlı Devleti de ciddî iskân politikası tâkîb etmiş, yeni fethedilen bölgelere merkezî otoritenin güven duyduğu dervişleri ve âlimleri yerleştirmiştir. Bölgeye nakledilen gönüllü derviş zümrelerine mekânlar tahsîs edilmiş, birçok köy ve belde temlik edilmiştir. Yeni fethedilen yerlere giderek buralardaki birçok bölgeye adını veren, tekke ve zâviyeler kuran ve zamanla bulundukları yerleri ilim ve irfân merkezleri hâline getiren dervişler, bölge insanının İslâmlaşmasını sağlamışlardır. (Çelik, “Osmanlı Devleti’nin Nüfus ve İskân Politikası”, Dîvân, 1999:6/88)
Gönülleri İslâm’a ve beldeleri Müslümanlara açan güzîde sûfîlerden biri olan Beşiktaşlı Yahya Efendi (ö. 978/1571) örneği ile konuyu tamamlamak istiyorum. O devirde İstanbul’un uzağında sayılan Beşiktaş yamaçlarında satın aldığı arâzîyi işleyerek burada kendi eliyle ekip diktiği bağ ve bahçelerin meyvesiyle, yetiştirdiği hayvanların ürünleriyle hayâtını sürdürdü. Onun bu tarzdaki yaşayışı çevredeki gayrimüslimlerin ilgisini çekti, kurduğu ilişkiler ve yaptığı sohbetleriyle bunlardan birçoğunun hidâyetine vesîle oldu.
Rivâyetlere göre Balaban adındaki Hristiyan çoban, koyunlarından birkaçını kaybeder. Bir hayli arar, sonra tekkeye gelir. Yahya Efendi çobanın yorgun ve aç olduğunu görünce ona ekmek, tereyağ ve bal getirir ve şöyle der:
İşte sana tereyağ, mumlu bal, tâze nan
Diler isen yağa ban diler isen bala ban
Beyitteki ‘bala ban’ ifâdesi aynı zamanda çobanın adı olduğundan onun hoşuna gitmiş, gördüğü güzel davranışın da etkisiyle müslüman olmuş ve bulunan koyunlarını tekkeye bağışlamıştır. (Demirci, “İçe Dönük Cihad: Mücahede”, Tasavvuf, 2007:8/19, 19)
Mayıs 2020, sayfa no: 12-17
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak