Ara

Sûfîlerin Çocuklar ve Gençlerle Kurduğu Güçlü İletişim

Tasavvuf erbâbı çocuklarıyla sıcak bir iletişim kurmaya özen göstermişlerdir. Tutum ve davranışlarıyla öncelikle kendi çocuklarına örnek olmuşlar, âile fertlerinin küçük yaşlarında kulluk kalitesine bürünmelerine özen göstermişlerdir. Bu konuda dikkat çeken en güzel örneklerden biri de Muhammed b. Alî b. Hüseyin el-Kassâr el-Hulukânî en-Nîsâbûrî (ö. 395/1005) olmuştur. Dergâhında dostları ve dervişleriyle sohbet ederken çoğu zaman yanından ayrılmayan küçük yaştaki kızı o esnâda; “Ey semânın Rabbi, üzüm istiyoruz!” diye niyazda bulunur. Kızının sesini işiten Muhammed b. Ali el-Kassâr gülümser ve şöyle der: “Onları bu şekilde eğittim. Bir ihtiyaçları olduğu zaman benden değil, Yüce Allah’tan istemeyi öğrensinler diye.” 

el-Kassâr sözlerinin devâmında hayatta doğru yolu bulması için kızının her fırsatta Allâh’a yönelmesini telkîn ettiği değerlendirmesinde bulunmaktadır. Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilmeyi, sâdece Allâh’a güvenebilmeyi, tüm dileklerini sâdece O’na iletmeyi öğrettiğini dile getirmiştir. Kızına mânevî bir yol gösterici olarak el-Kassâr, çocuğun yaşamını şekillendirmede büyük bir rol üstlenmiştir. Bu örnekte de görüleceği üzere sûfîler, evli olmanın, güçlü bir âileye sâhip bulunmanın, evinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın, çocuklarıyla yakından ilgilenmenin, çocuklarına şahsiyet kazandırmanın, kendi âile fertlerini aslâ ihmâl etmemenin gereğine inanmışlardır. Kâmil fertlerden oluşan âilenin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmişlerdir.

Ebubekir Şiblî’nin (ö. 334/945) sohbet meclislerine farklı kesimlerden ve farklı yaş gruplarından çok sayıda müntesibi katılırdı. Şiblî meclisine iştirâk eden her mürîdiyle birebir ilgilenir, hallerine tercümân olurdu. Şiblî’nin ders halkasına devâm eden bir çocuk değişik haller yaşamaya başlamış ve üstâdına şöyle seslenmişti: “Üstâdım! Meclisiniz beni benden aldı. Beni mest ederek kendimden geçirdi. Beni tekrar iâde ettiğinde benden eser kalmadı!” Şiblî, çocuğa: “Sana ne oldu böyle? Allah senin gözünü mü kör etti?” diye sordu. Çocuk Şiblî’ye şu cevâbı verdi: “Üstâdım! Bu körlük bana nereden geldi?”

Hâlden hâle geçen çocuk güçlü mânevî tecellîlerin etkisinde kalır. Küçük yaşta olmasına rağmen ileri düzeydeki bir mânevî hâle mâruz kalmıştır. Yaşadığı fenâ fillâh hâli onu kendinden geçirmiştir. Yaşadığı fenâ hâli ile nesnel dünyânın sûretlerini görmez, gündelik hayâtın seyrine katılamaz, kendini dîvâne kılan bu hal içerisinde şaşkınlıklar yaşamaya başlar. Küllî iradenin etkisinde kalan, kendi benliğini görmekten kurtulan, mânevî atmosferin cezbesine katılan çocuk derviş, Şiblî’nin takdîrini kazanmış ve mânevî yükselişini gerçekleştirmiştir.

Sûfî gelenekte ser-halka ve seyyidü’t-tâife olarak kabûl edilen Cüneyd Bağdâdî (ö. 297/909) mânevî kemâlâtını çok erken yaşlarda gerçekleştirmeye başlamıştır. Çocukluk yaşlarında erenlerin sohbetlerine katılmış, küçük denecek yaşta mânevîyat önderlerinin takdîrini kazanmış, küçüklüğünden beri olgunlaşma serüvenini devâm ettirmiştir. Yaşadığı bu erken tecrübelerini bizzat kendisi şu şekilde beyan kılmıştır: “Ben küçüklüğümde bu tâifenin (sûfîler) sohbetlerine katılırdım. Bazen onlardan mânâsını anlayamadığım sözler duyardım. Ancak kalbimde onları inkâr edecek bir durum belirmezdi. İşte bu sâyede eriştiklerim bana lütfedildi.” 

Henüz ergenlik yaşına gelmeden önce dayısı Seriyyu’s-Sakatî’nin (ö. 257/870) irfan sohbetlerine katılan Cüneyd-i Bağdâdî derinlikli ve yüksek düzeydeki tasavvufî konularla yüzleştiğini beyân etmektedir. Anlamakta zorlandığı, idrâk edemediği ve mâhiyetini bilemediği konuları anlayabilmek arzusuyla sohbet meclislerine devâm ettiğini, o meclislerden gereğince istifâde etmeye çalıştığını belirtmektedir.

İlk dönem sûfîlerinden İbrâhim Havvas (ö. 291/903) zühd ve takvâsına hayran kaldığı genç bir dervişten şu şekilde bahsetmektedir: “Mekke’de genç bir sûfî yıllarca ikāmet etti. Onun oturuşunun güzelliği, çokça tavaf ve umre yapması, sûfîliğine halel getirmemesi hoşumuza gidiyordu. Onunla yakınlık kurmak için ona bir miktar para götürmeyi niyet ettim. Ona çokça para götürerek sergisinin bir tarafına bıraktım. Bana baktıktan sonra sergisini aldı ve paraları yere döktü. Ardından mescidden çıkıverdi. Genç paraları yere döküp yüz çevirdiğinde gözümde ondan daha azîzi yoktu. Oturup onları toplarken benden de daha zelîli yoktu.”

Bu anlatı öncelikle sûfîlerin Mekke’de mücâvir olarak yaşamaya ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Anlatıdan alacağımız bir diğer ders genç yaşlarda kemâle eren sûfîlerin saygınlığıdır. Saygınlığı, itibârı, seçkinliği ve şöhreti ile döneminde itibar gören İbrâhim Havvas Mekke’de rastgeldiği bu gence hayran kalır. Haccı, tavâfı, sa’yi, zikri, ibâdeti ve tāatine duyduğu hayranlığı dile getirir. Gencin dindarlık kalitesine dikkatimizi çeken İbrâhim Havvas (ö. 291/903), verdiği paralara iltifat etmeyişi, kimseden bir beklentiye koyulmaması, kendi el emeği ile ticâretini sürdürmesi, Allah’tan başkasına minnet etmeyişi nedeniyle gencin iyi bir dervişlik eğitimi aldığını dile getirmektedir.

Ebû Osmân Saîd b. İsmâil el-Hîrî (ö. 298/910) genç yaşlarda mânevî yolculuğa başlar. Mânevî eğitiminde kendisine rehberlik edecek bir mürşid-i kâmil arayışına koyulur. Sonunda bu Hafs Haddad’dan (ö. 265/878) kendisini yetiştirmesini ister. Henüz küçük olması, gençlik hevesi olarak değerlendirmesi, yolun sıkıntılarına katlanamayışı, dervişlik gibi zorlu bir deneyimi gerçekleştiremeyeceği gerekçesiyle Ebû Hafs onun bu talebini geri çevirir. Meclise giremeyen ve dergâhın etkinliklerine katılamayan el-Hîrî şeyhine hayranlığını ısrarla devâm ettirir. Şeyhin etrâfında pervâne olmaya devâm eder. Dergâhın sıkı bir tâkipçisi olur. İzin verilmese de bir yolunu bulup sohbetlere katılmaya, şeyhi can kulağıyla dinlemeye, dergâhın etkinliklerini yakından izlemeye devâm eder. Bu gencin sabrını, azmini ve kararlılığını gören Ebû Hafs artık kendisini dervişliğe kabûl eder. Küçük yaştaki bir isim olarak el-Hîrî âdetâ eğitim görmeye ve terbiye edilmeye adanmış bir haldedir. Böylesi bir istidâdı ve güçlü iştiyâkı gören şeyhi Haddad ise onu küçük yaşta dergâhın mânevî atmosferinde yetiştirmeye özen gösterir. 

Ebû İshak İbrâhim b. Şeybân el-Kırmisinî (ö. 330/941) yetişme dönemini ve küçük yaşlarda aldığı dervişlik eğitiminin özgünlüğünü bize şu şekilde anlatmaktadır: “Biz gençliğimizde Ebû Abdullah Muhammed Mağribî’nin (ö. 299/911) sohbetinde bulunurduk. Bizi çöllerden geçirirdi. Onunla berâber Hasan isminde bir şeyh de vardı. Şeyh Hasan onunla yetmiş yıl arkadaşlık yapmıştı. Biz gençlerden biri hatâ yaptığımızda Ebû Osman el-Mağribî buna gücenirdi. Biz de Şeyh Hasan’a mürâcaat ederek arayı düzeltmeye çalışırdık.”

Anlatıda Şeyh el-Mağribî’nin tarîkat usûlüne dikkatimiz çekilmektedir. Onun dervişlerini yetiştirirken kullandığı usûl seyahattir. Yolculuklar ise son derece zorludur. Çöllerde gerçekleşen bu yolculuklar son derece uzun solukludur. Anlatıda dikkatimizi çeken bir diğer husus, bu seyahatlere katılan dervişlerin bir kısmı henüz yetişme çağındaki gençlerdir. Anlatıya göre çocuk yaştaki bu dervişler, seyahatleri sırasında bir hatâ yaptıklarında, hatâyı düzeltmek için şeyhlerinin yakın arkadaşından destek istemişlerdir. Tasavvufî olgunluğun hatâları düzeltmek, bir bilene sormak, tecrübeli isimlerin desteğini almak, mürşidine karşı saygılı davranmak sûretiyle gerçekleşeceği anlaşılmaktadır.  Anlatıda gençlerin eğitiminde sabır, sebat, tahammül, irşat, örneklik ve birlikteliğin son derece gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Seyahatle gerçekleşen eğitimde dervişin mürşidini yakından tanıması, yolculuk esaslarına riāyet edilmesi, yolculukta sorumlulukların paylaşılması, yolculukla kişinin kendi iç dünyâsına nazar kılması sağlanmaktadır.

Bişr-i Hâfî’nin (ö. 227/832) ziyâretine bir sûfî topluluğu gelir. Gelen sûfîlerden her birinin hırkaları yamalıdır. O dönemlerde sûfî olmak bir meziyetti. Sûfîler kendilerine özgü kıyâfetleri ile tanınırdı. Kıyâfetleri, görünüşleri, hal ve hareketleri ile sûfîler o dönemde toplumun iftihâr ettiği isimlerdi. Onların şehir ve kasabalarına uğramalarını nimet olarak gören Müslüman ahâli onları ağırlamak, onlara ikramlarda bulunmak ve hediyeler vermek için yarışırlardı. Bu durum ihlâslı ve samîmî sûfîlerin iç dünyâlarında herhangi bir değişime ve onların ayaklarının kaymasına yol açmazdı. Ama henüz olgunlaşmamış, tasavvufî kimliğin hakkını verememiş, dervişliği taç ve hırkadan ibâret gören bazı sûfî zannedilen çevreler ise bu ilgi ve alâkaları kötü yolda kullanırlardı. Kendilerine pâye verirler, sûfî gibi görünmeye kalkışırlar, dünyâlık edinmenin bir fırsatı olarak değerlendirirlerdi. İşte bu tehlikeli durumlara düşmekten kendilerini sakındırmak arzusuyla Bişr-i Hâfî yanına gelen bu sûfîler zümresine: “Ey cemâat! Bu giysilerle dolaşmaktan Allah’tan korkunuz. Bu şekilde tanınıyorsunuz ve size ikrâm ediliyor.” diye îkazda bulunmuştu. Bu sözler üzerine herkes sustu. Sözün maksadı anlaşıldı. Sûfîliğin gösterişe dönüştürülmemesi gerektiği idrâk edildi. Ancak içlerinden bir genç ayağa kalkıp şöyle söyledi: “Bizi bununla tanıtıp ikrâm ettiren Yüce Allâh’a hamdolsun. Yüce Allâh’a yemîn olsun ki din tamâmıyla Allâh’ın oluncaya kadar bu elbiselerle dolaşacağız.” Gencin bu özlü sözlerinden Bişr çok etkilendi. Genç sûfî bu sözüyle kılık kıyâfetle kendilerini göstermeye yeltenmediklerini, başkalarının nazarlarını üzerlerine çekmek için böylesi kılığa bürünmediklerini, bu kıyâfetleriyle herhangi bir beklentiye koyulmadıklarını, kendi iç dünyâlarını düzeltmeye çalışırken dış görünüşe önem vermediklerini söylemeye çalışmıştır. Bişr-i Hâfî de onlara gencin bu seçkin tavrına dikkatle şu cevâbı vermiştir: “Genç âferin! Yamalı elbise giyenler senin gibi olmalı.”

Vermiş olduğumuz bu birkaç örnekte de görüleceği üzere tasavvuf büyükleri toplumun önemli bir kesimi olan çocuklarla gençlere çok özel bir ilgi göstermişlerdir. Uzun soluklu, ciddî, samîmî ve ilkeli bir tutum sergilemeyi gerektiren tasavvuf eğitiminde gençlere büyük özen gösterilmektedir. Nefis terbiyesine küçük yaşlardan itibâren başlanması, çocuklarla gençlerin sohbet meclislerine alıştırılması, zikir meclislerinin coşkulu atmosferinden özellikle çocuklarla gençlerin istifâde etmesi ciddiyetle üzerinde durulan bir husus olmuştur. Mürşid-i kâmillerin toplumun her kesiminde olduğu kadar çocuklarla gençler üzerinde de derin tesirler icrâ ettiği anlaşılmaktadır.

Temmuz 2025, sayfa no: 10-11-12-13-14

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak