İnsanlık târihi boyunca farklı kültürler ve inanç sistemleri, hayâtın anlamını ve insanın bu dünyâdaki yerini sorgulamıştır. Bu arayışın en derin ve etkili yollarından biri de tasavvuftur. Tasavvuf, İslâm’ın içsel boyutunu (bâtınî boyutunu) temsîl eden, insanın ruhsal yolculuğunu (seyr u sülûk), Allâh’a olan yakınlığı ve gerçek tevhîdi merkeze alan bir düşünce sistemidir. Sûfîler, hayâtı sâdece maddî bir varoluş olarak görmezler; aksine, her şeyin ardında derin bir mânevî gerçekliğin var olduğuna inanırlar. Bu bakış açısı günlük hayâtın her ânını kutsal bir deneyim hâline getirir ve insanı, kendisini varoluşsal büyük bir bütünün parçası olarak görmeye teşvîk eder. Bu makālede, hayâta sûfî gözüyle bakmanın ne anlama geldiğini, bu bakış açısının insanın iç dünyâsına ve dış dünyâyla olan ilişkisine nasıl şekil verdiğini ele almaya çalışacağız.
Sûfî Bakış Açısının İnanç Bağlamında Temel İlkeleri
İslâm inanç esaslarının temelini tevhîd oluşturmaktadır. Allah Teâlâ’yı bir bilmek, isim ve sıfatlarında ona denk hiçbir varlığın bulunmadığına dâir inancın şüpheye mahal vermeyecek şekilde oluşmuş olması İslâm inancının temel esaslarındandır. Sûfîler de inanç dünyâlarının temelini sağlam tevhîd akîdesine dayandırmışlar, Kur’ân ve sünnete uymayan her türlü sapkın akımlardan inanç dünyâlarını korumaya çalışmışlardır.1 Bu durumu daha anlaşılır kılması bakımından Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ks) (ö. 297/909) şu sözü önemlidir: “Tevhîd, kadîm olan yüce Zât’ı, sonradan yaratılan varlıklardan ayrı tutmak ve O’nun her şeyi ile tek olduğunu bilmektir.”2 Ebû Muhammed Cerîrî (ks) (ö. 321/933) tevhîd ilmine sâhip olmanın kişiyi helâk olmaktan kurtarabileceği hakîkatini şöyle dile getirir: “Kim tevhîd ilminde sağlam bir şâhide tutunmazsa hâline aldanır, ayağı kayar, helâk çukurlarına düşer ve helâk olur.” Yâni kişinin inanç boyutunun taklîd üzere kalması, tevhîdi derinlemesine özümsememesi, îmânının meşrûluğuna Kur’ân ve sünneti referans almaması helâkin sebebi olarak görülmektedir.
Zāhir ve Bâtın
Sûfîler hayâtı iki boyutuyla ele alırlar. Zāhir yâni dış görünüş/şerîat, bâtın yâni iç âlem/tasavvuf. Zāhir ve bâtını berâber ele alan sûfîler, dışarıdan bakıldığında görülebilen her davranışın ve tutumların şer’-i şerîfe uygunluğunu önemsedikleri gibi; yapılan amelin kuru ve sathî kalmaması için onu besleyen mânevî sâikleri ihmâl etmezler. Örneğin namazın zāhirî hükümlerine riāyet etmek kadar bâtınî yönüne de vurgu yaparlar. Bir yandan namazı oluşturan kıyam, kırâat, rukû gibi farzlara (vâcip ve sünnetlere) hassâsiyet gösterirken, namazın mânevî dinamikleri olan huzur, huşû, ihlâs, ihsan gibi namazı kâmil hâle getiren unsurları da vazgeçilmez görürler. Zâten namazı namaz yapan bu iki boyutu mezcetmektir. Ancak böyle bir namaz kişinin hayâtına müdâhale edip onu kötülük ve fenâlıklardan alıkoyabilir.
Öte yandan çoğu sûfî şerîat kurallarına uymayı meşreplerinin temel taşı olarak görmüşlerdir. Celâcilî Basrî’nin (ks) şu sözü şerîata riāyetin sûfîler açısından da ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır: “Tevhîd, îmânı gerekli kılar, îmânı olmayanın tevhîdi olmaz. Îman da şerîatı (dîne uymayı) gerekli kılar, şerîatı olmayanın gerçek bir îmânı ve tevhîd inancı yoktur.”3
Tevâzu ve Şükür
Sûfî bakış açısının bir diğer önemli unsuru ise tevâzu ve şükürdür. Sûfîler, Allâh’ın büyüklüğü karşısında insanın âcizliğini kabûl ederler ve bu kabûl, onları tevâzu sâhibi yapar. Kâinâtı tam bir tefekkür mekânı olarak görürler. Boş bakışlardan ziyâde mârifet nûruna vesîle olacak gözlemler yaparlar. Aynı zamanda, sâhip oldukları her şey için Allâh’a şükrederler. Şükretmenin nîmetleri artıracağını bilirler.4 Bu şükür, onların hayâtı daha olumlu ve huzurlu bir şekilde yaşamalarını sağlar. Karşılaştıkları belâ ve musîbetler karşısında olumsuz tavır takınmazlar. Bilakis onları mânevî terakkîye bir vâsıta olarak kabûl ederler.
Sûfîlerin İbâdet Anlayışı
Sûfîler ibâdete geniş açıdan bakmayı tercîh ederler. Günlük, haftalık ve yıllık olarak farz kılınmış ibâdetlere sıkı sıkıya riāyet etmekle birlikte sıradan işleri dahi ibâdete çevirebilmenin peşindedirler. Halk içinde Hakk ile berâber olabilmek sûfîler için ulaşılması gerekli bir haldir. Her insan gibi sûfîler de beşeriyete āit gerekli iş ve eylemleri yerine getirirler. Ancak sûfîler, diğer insanların sıradan olarak gerçekleştirdikleri eylemlerde bile mânevî kazanç elde etmenin çabasını sergilerler. Örneğin yemek ve içmek sıradan bir insan için hayâtı fizyolojik olarak devâm ettirmenin şartı olarak görülebilir. Ancak sûfîler bunu böyle kabûl etmekle birlikte daha ziyâde, yeme ve içme vâsıtasıyla elde edecekleri enerjiyi Hakk’a ibâdet etme aracı olarak görürler. Bu durum sûfîler için âdî/sıradan işlerde bile Allah rızāsını gözetmenin ehemmiyetini gösterir. Kimi insanlar az yemeyi dengeli beslenmenin gerekleri arasında görebilir. Sûfîler az yeme tâbirinin daha fazla oruç tutmak anlamına geldiğini ifâde ederler. Onlar açısından az konuşmak daha fazla zikirle meşgûl olmaya, az uyumak daha fazla gece ibâdetiyle iştigāl etmeye karşılık gelmektedir. Nice sıradan işleri ibâdete çevirmeye çalışmakla ibâdet hayatlarını sınırlı tutmayıp her an Allâh’ın rızāsının tâliplileridirler.
Sûfîlerin Ahlâk Anlayışı
Sûfî yetiştirme okulu olarak görebileceğimiz tasavvuf baştan sona zâten bir ahlâk eğitim mekanizmasıdır. Nefsin ve kalbin sâfiyet kazanmasını amaçlayan tasavvuf, dış dünyâda âzâları iç dünyâda kalbi kirleten kötü hasletleri izâle etmenin peşindedir. Çünkü ahlâkın güzelleşip Peygamber ahlâkına benzer hâle gelmesi kulluğun da temel amaçlarındandır. Çok ibâdeti olup ahlâkı kötü olan insanlar hem Allah katında hem de insanlar nezdinde makbûl görülmezler. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”5 buyuran Sevgili Peygamberimiz (sav) güzel ahlâk vurgusunu üst perdeden yapmış olmaktadır. Zîrâ başka herhangi bir şeyi değil de “güzel ahlâkı tamamlamak” vurgusu bunu en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Her hal ve davranışlarıyla Allah Resûlü’ne benzemeye çalışan sûfîlerin kötü ahlâkı benimseyebilmeleri mümkün değildir. Bu açıdan mürşid-i kâmil olmanın temel vasıflarından olan “kâmil” ve “mükemmil” olma yâni mürşidin hem kendini kötü ahlâktan izâle etmiş olması (kâmil) hem de kendisine tâbi olan mürîdini kötü ahlâktan uzaklaştırabilecek yetkinliğe sâhip olması (mükemmil) tarîkatlar açısından önemlidir.
Sûfîlerin Hayâta Bakışı
Sûfîler, hayâtı bir yolculuk olarak görürler. Bu yolculuk, insanın ruhlar âleminden ana rahmine düşmesi ve tekrar Hakk’a vâsıl olabilmek için ölürken, doğduğu günkü sâfiyete yeniden ulaşabilmiş halde olmasını sağlayacak bir yolcuktur. Bu yolculuk, insanın kendini tanıması ve Allâh’a yakınlaşması için bir fırsattır. Sûfîler, bu yolculukta karşılaşılan zorlukları ve sıkıntıları, insanın ruhsal gelişimi için birer vâsıta olarak görürler. Bu bakış açısı, onların hayâtın zorluklarına karşı daha dirençli ve sabırlı olmalarını sağlar. Dünyâyı âhiretin tarlası6 olarak gören sûfîler tüm eylemlerini âhiret endeksli gerçekleştirirler. Dünyâda yapılan her bir şeyin mutlaka âhirette karşılarına çıkacağına yakîn derecesinde îmân etmişlerdir. Zâten sûfîleri sıradan insanlardan ayıran en temel faktörlerden birisi yakînî îmâna ermiş olmalarıdır. Hayâtın içinde olup biten her şeye yakîn gözlüğüyle bakabildikleri için, bir başka ifâdeyle olayların hikmetlerine râm olabildikleri için sûfîler hayâtı diğer insanlara nazaran daha farklı yaşamaktadırlar.
Sûfîlerin Sevgi Anlayışı
Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmeyi şiār edinen sûfîler kalplerinde kin nefret öfke vb. hasletlere yer vermemenin mücâdelesini yaparlar. Onlara göre gerçek sevgi sâdece Allah ve Resûlü’ne duyulan sevgidir. Geri kalan tüm sevgilerde de aslında kıstas budur. Allah ve Resûlü’nün sevgisine vesîle olan tüm sevgilere karşı müsâmahalıdırlar. Ancak buna engel olabilecek, başta dünyâ sevgisi olmak üzere tüm sevgilerden uzak kalmayı tercîh ederler.
Sûfîlerin Zikir ve Duā Anlayışı
Zikir sûfîlerin hayatlarının merkezlerine aldıkları en önemli ibâdetlerdendir. Zikri aynı zamanda rûhun ve nefsin temizliğini yapan kuvve olarak görmektedirler. Zikirle hemhâl olan kalp dâimâ diridir ve Allah’tan gāfil olmaz. Zikir lisân ile başlasa da zamanla tüm bedenin her bir zerresiyle zikredebilmek (zikr-i küll) onların temel amaçlarındandır. Bir taraftan diller Allâh’ı anarken diğer taraftan tüm âzâlarına istikāmet verirler. Bunun sonucunda Allâh’ı görüyormuşçasına yaşamayı en ulvî hedef olarak kabûl etmişlerdir. Sûfîlere göre buna vesîle olan en temel sâik zikirdir.
Sûfîlerin duālarına baktığımızda dünyâ ve içindekilerine dâir taleplerinin asgarî düzeyde olduğuna şâhit oluruz. Dünyânın geçici süsüne aldanmama düstûrundan hareketle onlar duālarında çoğunlukla âhiret nîmetini talep ederler. Sûfîlerin duālarında sıkça karşılaşabileceğimiz en temel istek Allâh’ın rızāsını kazanabilmek ve cemâlullâh’ı görebilmektir. Örnek olması bakımından Serî es-Sakatî’nin (k.s) (ö. 251/865) bir duāsı şöyledir: “Allâh’ım, beni dilediğin gibi cezâlandır, ancak cemâlini temâşâya mâni olan perde ve hicâb cezâsı ile cezâlandırma.”7
Sûfîlerin Toplum İçindeki Rolü
Sûfîler içinde yaşadıkları topluma kimi zaman bir rehber, kimi zaman önder kimi zaman da bir aynalık rolü üstlenmişlerdir. Çoğu sûfî insan psikolojisini çok iyi analiz edebildiği için onlar, içinde yaşadıkları topluma ayna olup toplumun sorunlarına çâre olabilme çabası içindedirler. Târihe baktığımızda geçmiş, tekkede şeyh, medresede âlim, câmide imam, savaşta komutan, tefrîkada vahdetçi sûfîlerin örnekleriyle doludur. Onlar aynı zamanda pek çok insan tarafından kanâat önderi olarak kabûl edilmiş, fikir ve tavsiyeleri hep el üstünde tutulmuştur.
Sonuç olarak, sûfîler de birer insandır. Diğer tüm insanların muhâtap oldukları dînî, sosyal ve kültürel sorumlulukları hâizdirler. Onları farklı kılan, nefis tezkiyesi yapıp kalbî sâfiyyet elde etmiş olmalarıdır. Onlar da yerine göre hastalık, fakirlik, hakîr görülmek, ihânet, dışlanmak gibi pek çok imtihanlarla karşı karşıyadırlar. Tüm bunlar hayâtın ayrılmaz parçalarıdır. Bunun idrâkinde olan sûfîler hayâta onu kendilerine bahşeden Allâh’ın hükümleri perspektifinden bakmayı bilmişlerdir.
Dipnotlar:
1 Abdulkerim Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye Kuşeyrî Risâlesi, çev. Dilaver Selvi (İstanbul: Semerkand Yayıncılık, 2011), s. 44.
2 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 43.
3 Ebu Nasr Serrâc, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu, çev. Hasan Kâmil Yılmaz (Erkam Yayınları, 2012), s. 164.
4 İbrâhîm, 14/7.
5 İmam Mâlik, el-Muvatta, Husnu'l-Hulk, 8.
6 Buhārî, Rikâk, 3.
7 Kuşeyrî, er-Risâle, 119.
Ekim 2024, sayfa no:14-15-16-17
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak