Ara

Sofra Başı Kurallarımız

    Nimet, uğruna günde sayısızca duâ edilmesi gereken bir varlıktır. Bu, Allah tarafından koyulmuş olan bir düzendir. Îmânın pratiği olan namazı ikâme eden her Müslüman, kıldığı her rekâtta Fâtiha sûresinin yedinci âyetini okumakla işte tam da bu düzenin içerisinde kul olarak yer almaktadır. Ancak nimet verilenlerin yolunda ilerlemek varlığın içini doldurabilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ bir taraftan bizi nimetleri hatırlamaya teşvik ederken[1], diğer taraftan da bize nimetleri saymamızın mümkün olamayacağını[2] beyân etmektedir. Bilincimize nimetlerin önemini nakşeden âyetler, böylelikle var olmanın ve varlığın hakkını nasıl verebileceğimizi bizlere anlatmaktadır: Şükürle. Çünkü nimet kavramını tasavvur dünyâmızda inşâ eden Kur’ân, bu en zengin varlığın yokluğunda ne yapmamız gerektiği husûsunda bizlere ışık tutarken önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.   “Şâyet insana tarafımızdan bir nimet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alırsak, şüphesiz ki, o bütün ümîdini yitirir ve nankör biri oluverir.”[3]   Dünyâ nimetleri yok olmaya mahkûmdur. Allah bizi denemek için, nankör olup olmayacağımızı görmek (bize göstermek) için bizlere nimetler verip aynı şekilde bizden nimetleri alır. Tükenmeyen nimetler cennete saklanmıştır[4]. Yâni nimetin görevi insana şükrü öğretmektir, çekip alındığında ise kulu Rabbiyle başbaşa bırakıp ona kulluğunu hatırlatmaktır.   Soframızı ve âdâbımızı konuşuyoruz. Sofra kurallarımızı belirliyoruz. Bundan dolayı bu mukaddimeyi yaptık. Çünkü herşeyden önce bu şuur ile şuurlanıp soframızı kurup sofraya oturmamız îcâb eder. Aksi hâlde sofrada bulduklarımızın değerini bilmeyiz, sofra ortadan kalktığında ise Rabbimizin huzûrunda olduğumuzu unuturuz da nankörlerden oluruz. İşte ilk kuralımız budur: Nimet, sofranın hammaddesidir. Nimetin değerini bilmeyen, sofrayı kurmasını da sofraya oturmasını da bilemez.   ÂDÂBIMIZ Yemek âdâbını konuşmuyoruz, yemek âdâbımız yoktur bizim! Fakat bir âdâbımız var ki tüm hayâtımız ona göre şekillendirilir. Savaşta, tuvalette, yatak odasında bile edebini bozmayan insanlığa gönderilmiş olan en hayırlı topluluk, yemekte edepsiz olmayacaktı şüphesiz. Yemek âdâbımız yoktur bizim çünkü âdâbımızı oturduğumuz sofraya göre şekillendirmeyiz, soframızı âdâbımızın ölçüleri içinde kurarız. Gayrimüslimlerin yemek âdâbı olduğu için “etiket” dedikleri kavrama takılıp kaldılar. Edeplerini, kurdukları ziyâfet masalarında çatal kaşığın dizilişine bağladılar. Sofraya göre âdâb sâhibi oldukları için çatal felanca tarafta olduğu sürece domuzun da yenilmesini zararlı görmediler. Müslümanın hayâtında olmayan, sofrasında da olamaz. Hammaddesi nimet olan sofranın nizâmı Müslümanın âdâbına göredir. Bu da ikinci kuralımızdır.   ÂDÂBIMIZIN KEYFİYETİ Şüphesiz en güzel ahlâkın sâhibi Resûlullahtır.[5] Allah Kur’ân’da Resûlullâh’ın ahlâkını mutlak ve tam bir ahlâk olarak sunuyorsa kastettiği şudur: Ahlâk sahibi olmak isteyen Muhammed Aleyhisselâm’a baksın. Ölçümüz birdir. Âdâbımız birdir. Âdâbımız Resûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i örnek almaktır. Şimdi tüm dikkatlerimizi Kur’ân’ın, Resûlullâh’ın sofra kuralını ele aldığı şu muhteşem âyetine çevirelim: “Dediler ki: ‘Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır.”[6] Evet, yanlış bir âyet falan seçmedik. Bu âyet, tam da sofrayla ilgilidir ve sofra kurallarımızın ikincisinin pratiğidir. Bu peygamber öyle bir peygamberdir ki, her yerde peygamberdir, âdâbı her yerde âdâbtır, sofrada da sokakta da. Sofrasını sokağa da serer, çarşı pazarını sofrasının yanıbaşına da kurar. Sofra örtüsünü seccâde olarak da kullanır, başka bir işte de. Âdâbını her yere taşıyan kazanır, her yere göre âdâbını şekilendiren değil. SOFRA BAŞINDA Sofra başına oturmadan evvel bu iki kuralımızı koymak zorundayız. Ancak bu iki kural çerçevesinde yemeğimizi sünnete göre yeriz. Bunun netîcesinde önümüze şu üçüncü kural çıkar: Sünnete göre yemek demek, her şeyden evvel sağ el ile yemek, yavaş yemek demek değildir. Evet, Resûlullâh sağ eliyle yemiştir ve yavaş yemiştir. İki gün üstüste sıcak bir çorba içmeyen Resûlullâh Aleyhisselâm’dan bahsediyoruz. “Yeme âdâbı” diye saydığımız onlarca yüzlerce maddelik listeler kıyâmet günü önümüze sunulduğunda ne yaparız acaba?.. Bizlerin bir kahvaltısı ashâbın üç günlük yemeği ile tartıldığında hiç mi utanmayacağız   Bizler, âdâbımızı soframıza göre belirlediğimiz gün kaybettik. Elbette israf etmemek, yavaş yemek, sağ el ile yemek v.b. sünnetlerimizdir. Resûlullâh Sallallahu Aleyhi ve Sellemin uygulaması olduğu için önemi anlatılamaz olan ve sofra başında uygulamamız gereken maddelerimizdir bunlar. Yemek âdâbımız yoktur bizim, âdâbımıza göre yemeğimiz vardır. Âdâbımız sofra başındaki kurallarımızı belirler. Koyduğumuz ilk iki kural yerine getirilmeden, sünnet olarak yaptıklarımız sünnet olmaz. Ancak bu iki kuralın getirdiği bir şuur ile sünnet diye adlandırdığımız hâl ve hareketleri, melekler de “sünnete uygun yemek yedi” diye kaydeder. İşte bu da üçüncü kuralımızdır.   Resûlullâh hayâtı boyunca bolluk yaşamamıştır. Ashâbın hurma ağaçlarının kabuklarını yiyip hayatta kalmaya çalıştıkları dönemleri masal gibi okuyup duruyoruz. Fakat Resûlullâh Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashâbı buna rağmen nimetlerin şükrünü hiçbir zaman gözardı etmediler. Nimetin kıymetini bildiler. Bildikleri için helâl lokma dışında hiçbir şey yemediler. Aynı zamanda, âdâbları sofrada da harp meydanında da Müslüman âdâbı olduğu için, sofra örtülerini kılıçlarındaki kanları silmek için de kullandıkları için, sâhip oldukları iki hurmayı bile bir kenara atıp cehd edip şehit oldular. Böyle yaptıkları için, yaptıkları her iş sünnet oldu.   [1] Maide, 7 [2] İbrahim, 34 [3] Hud, 9 [4] Tevbe, 21 [5] Kalem, 4 [6] Furkan, 7

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak