Yaşadığımız dünyada siyasetin dışında kalan bir şey var mıdır? Bugün bize füruattanmış gibi görünebilecek bazı hadiselerin altında, insanların yönetilmesi ve yönlendirilmesi ile ilgili temel etkenlerin yattığını bilmemiz gerekiyor. Yabancı filimler seyrediyoruz. Bu filmleri seyredebilmek için döviz ödüyoruz. Bu o kadar alışageldiğimiz, o kadar doğal bir süreç haline gelmiş ki, bugün artık kimse, o yabancı filmlere, yani Avrupa ve Amerika menşeli filmlere baka baka kafalarımızı şartlandırdığımızı aklına bile getirmiyor. Ne ki, bu küçük küçük olgular birike birike, Batı standartlarına göre biçimlenen bir kafa yapısına sahip kılınıyoruz. Kafamızın Batı standardıyla biçimlenmesinden, öyle bir şartlanma içine girmemizden ne çıkar? Bir şey çıkar mı? Öncelikle günlük yaşantımızda Batı’nın kapitalisttik usulüne göre bir üretim ve tüketim alışkanlığı elde etmenin yolunu açarız kendimize. Bu alışkanlık bizim için vazgeçilmez hale geldiği andan itibaren aynı kapitalisttik kulvar içinde kendiliğinden yer almamız gerçekleşir. Şu itiraz ileri sürülebilir: Amerika, Avrupa insanların kafasını şartlandırmak için bu filmleri yapmıyor. Onlar kendi ihtiyaçlarını ya da heveslerini tatmin etmek için ve bütünüyle kendilerine dönük olan amaçlarla filmlerini yapıyorlar. Ancak amaçlanmamış bile olsa değinilen sonucun doğması zımni bir siyaset oluşturma düzeneği olarak algılanmalıdır. Bazı dergilerde, Avrupa’daki, Amerika’daki cinsel hayatla ilgili sütunlar dolusu yazılara yer veriliyor. Acaba bu yazıların siyasetle ilgisi yok mu? Eğer bu yazılar, belli başlı bir okuyucu kitlesini belli bir yöne doğru itmeye yol açıyorsa, sanırım bunları mücerret “bilimsel” görüşler diye geçiştirmek mümkünü olmasa gerek. Siyasete en uzak görünen bir konu bile, eğer insanların günlük hayat tarzına, alışkanlıklarına değişiklik getiriyorsa yani onların yönlendirilmesini sağlıyorsa, onu da siyasetin dışında tutmak imkânsız sayılmamalıdır. Bu “küçücük şeyler” yahut küçümsenen şeyler, insanların belli bir hayat tarzını benimsemesine yol açıyorsa, onların siyasetin aletleri olarak kullanıldığını söylememiz kolaylaşır. Dünyanın her yerinde gösterilen Amerikan TV dizileri, belli bir Amerikalı imajını yaygınlaştırma işlevini üstlenmiştir. Bu dizilerin ne kadar ustaca hazırlandığını söylemek bile fazla. Bu dizilerin, Amerikan dışı toplumlara vermek istediği temel imaj, Amerika’nın ne kadar demokratik bir hayat yaşadığıdır. Kişiler iyi olsun, kötü olsun, bütünüyle demokratik dizgenin içinde yer almıştır. Bütün felâketlerin sonunda, kişiler ezilmiş olsal bile zafer demokrasinin ve yürürlükteki dizgenin lehine çalışır. Demokratik dizgenin, bütün kötülükleri massedebilecek bir genişlikte olduğu algısı benimsetilir. Bu dizilerin izleyiciye Amerikan propagandası ile ilgili doğrudan ve kaba bir mesajı olmayabilir. Mesaj çoğu kez gizlenmiştir. Ustaca işlenen olay örgüsü, Amerikan hayat tarzının ve davranış kalıplarının bu dizilerin izlendiği ülke insanlarınca benimsenmesine matuftur. Bu nedenle sinsi etkisi yaygındır. Günümüz dünyasında, beğensek de beğenmesek de kurulu bir düzen işlemektedir. Batı iktisat anlayışının bütün dünyaya telkin etmek istediği ve bilimsel diye anlatmaya çalıştığı bir görüşü var: halen ülkeler “kalkınmak”, iktisaden gelişmek veya “büyümek” istiyorlarsa, mutlaka dış krediye muhtaçtırlar. Bu işin akla, mantığa ve iktisadî düşünüş tarzına aykırı gelecek bir yanı görünmeyebilir. Fakat işlemlerde mesele bu kadar basit, yalınkat yürümüyor. İkinci Dünya Savaşından sonra krediye muhtaç ülkelerin ihtiyacını ABD bir başına üstlenmiş gibiydi. Ne ki, savaşın hemen ardından uluslararası bir takım finans kuruluşları teşekkül ettirildi. Dünya Bankası, onun ikiz kardeşi diye anılan uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlar bunların arasında sayılabilir. Anılan ve benzeri kredi kuruluşları, muhtaç ülkelerin kredi ihtiyaçlarını karşılıyor. Şu şartla ki, verecekleri kredinin hangi sektörde ve hangi proje için kullanılacağını da onlar tayin ediyor. İşte, bizce önemsenmesi gereken husus burasıdır. Muhtaç ülkelerin bundan kaçınabilmesinin yolu var mıdır? Vardır. Öncelikle “kalkınma”, “büyüme” gibi kaçınılmaz diye öne sürülen kavramları yeniden tanımlamak gerekiyor. Artı, bu ülkeler özkaynaklarıyla neleri başarabileceklerinin hesabını ortaya çıkartabilmelidir. Bize öyle geliyor ki, pek çok ülke, kendi özkaynakları ile neler yapabileceğinin hesabını bile henüz kesinlikle çıkarabilmiş değildir. Böyle ekonomilerde, kendine yeterli olmak, kendi yağıyla kavrulmak, aile ekonomisi gibi adlarla anılan “kapalı sistemler” hor görülüyor. Özellikle iktisadî hayatta Batı standartlarını henüz kullanmaya başlamamış ülkelerin insanları, böyle bir iktisadî yapı ile herhangi bir yere ulaşamayacakları hususunda sözde “bilimsel telkinlerle” baskı altında tutuluyor. Sonunda, Batı standartlarının öngördüğü doğrultuda yeni bir iktisadî hayatın çarklarını kurmak isteyen ülkeler, uluslararası sermayenin yön verdiği raylara kolaylıkla oturtulabiliyor. İslâmî açıdan, emperyalist oyunun kökenine inmeden, sırf şimdi değindiğimiz mantığın kendi bağlamı içinde bile ülkeleri açmaza götürdüğünü ileri sürmek için, öyle uzmanlık isteyen bir bilgiye sahip olmak gerekmiyor. Osmanlı Devletinin çöküşünü hazırlayan sebeplerden birinin de devletin dış borçlar sürecine sokulması olduğu kabul edilmektedir. Fakat emperyalizm denilen mekanizmanın asıl önemli rolü belki kafaları yönlendirmesinde görülüyor. Emperyalist yönlendirme reddedilebilirse, iktisadî, siyasî alandaki baskılar geçersiz hale getirilebilir. Fakat bu, öyle bir çark ki, kafaların emperyalist şartlanmaya karşı koyabilmesi demek, emperyalist kültürün dışında bir eğitim görmüş olmayı gerektiriyor. Günümüzde, ülkelerin birbirine bağımlılığı konusu, geçen yüzyıllara oranla değişik bir boyut kazanmış olduğu doğrudur. Geçen yüzyıllarda söz konusu “bağımlılık” daha çok sömüren ve sömürülen ülkeler arasında belirli bir statüyü ifade ederken, günümüzde ülkelerin birbirine bağımlılığı bu kadar kaba ve düzayak bir münasebet çerçevesinde mütalâa edilmemektedir. Artık “özgür” ülkelerden bahsedilmektedir. Ülkelerin birbirine bağımlılığı bugün “incelmiş” bir ifade tarzıyla dile getiriliyor. Bu diplomatik sözlerin manasına nüfuz etmeden, salt görünüşe göre hükmedilecek olsa, insan sadece şu iki şıktan birini kabul mecburiyetinde kalacaktır: ya bütün ülkeler sahiden bağımsızdır yahut da bütün ülkeler birbiriyle bağımlıdır. Kitleleri böyle düşünmeye, sadece bu iki şıktan birinin mevcut olduğunu kabul etmeye götüren sebeplerin başında artık geleneksel, kaba yöntemlerin yürürlükten kaldırılmış olması gelmektedir. Bir ülkenin bir başka ülkeye veya ülkeler topluluğuna bağlı olduğu iddia edildiğinde kurnazlaşmış olan muhatabınız size hemen “delil” sormakta ve mesela, Amerika Birleşik Devletlerinin dış ödemeler dengesi hakkında rakamlar vererek onun da başka ülkelere şu kadar milyar dolarlık borçlarından, onun da hammadde ihtiyacından vs. bahsetmektedir. Oysa bu ikili veya çok taraflı ilişkide Amerika inisiyatifi elinde bulunduran taraf olarak terazinin kefesinde yer almaktadır. Dışa bağımlılık konusunda ileri sürülebilecek karşıt görüşü bilmiyor değiliz. Bu karşıt görüşün çiğnediği sakız şudur: “Bugün dünyanın hiçbir ülkesi iktisadî bakımdan bağımsız değildir, ABD bile, en azından sırf petrole bile bakılsa, dışa bağımlı bir ekonomiye sahiptir.” Kendisini “geri kalmış” diye benimseyen ülkeler yönünden böyle bir tutamağa dayanmakta bir avunma payı bulunabileceğini kabul etsek bile, böyle bir ülke ile ABD’nin dışa bağımlılığı arasında mahiyet farkı (dikkat: derece farkı değil) olduğunu göz ardı edemeyiz. ABD sınaîsi petrole muhtaçtır, fakat ABD petrol yüzünden dışa bağımlı değildir. Doları hangi ülkeye bastırsa ucuz pahalı oradan alır. Ama küçük ülkeler, yürürlükteki ekonomilerinin çarklarını döndürebilmek için kendilerini IMF’e veya benzeri kuruluşlara el açmak zorunda hissederlerse, onun öngördüğü şartlara boyun eğmeyi de göze almak zorundadırlar. Oysa ABD’ye petrol satan ülkelerin hiçbiri, ABD ekonomisini yönlendirebilecek veya ona şart dikte edebilecek güçte değildir. ABD, aldığı petrolü ister nükleer silah imalinde kullanır, ister başka bir yerde. Ama zayıf ülke, aldığı krediyi ancak öngörülen alanda kullanabilir. Günümüzde her ülke iktisaden birbirine bağımlıdır derken, değindiğimiz bu kritik nokta dikkate alınmalıdır. Kavram kargaşasının hüküm sürdüğü dünyamızda bireylerin ve ulusların nasıl bir tutum içinde olacağı hususunda elle tutulur bir kafa karışıklığı yürürlüktedir. Bu bakımdan Müslümanların nereye oturtulabileceği hususu da soru konusudur. Müslümanlar, bazılarına göre sosyalist görüşü benimsemeli, bazıları da onun liberal kapitalist görüşe sahip çıkması gerektiği hususunu savunmaktadır. Kaldı ki, meselenin can alıcı noktası bu da değil. Bazıları, ellerinde bulundurdukları “iktisadî verileri” kullanarak dışa bağımlı olmayı sakıncalı görmeyebilir, hatta faydalı sayabilir. Ancak mücerret iktisadî hayatın tabiatı icabı sayılan bu olay siyasî düzleme aktarıldığında o ülkenin istikbalinin ipotek altına alındığı gözlenecektir. Bu ipoteğin nasıl çözülebileceğini düşünmeyenler için mesele yok. Fakat bu ipoteği çözmek isteyenleri ilerde güçlükler bekleyecektir. Günümüzde artık klasik sömürge statüsünü belirleyen dokümanlar yürürlükte değildir. Fakat ilişkilerin güçlü ve zayıf tarafları mevcuttur. Bütün ülkelerin birbirine bağımlı olduğu hususundaki mütalâa tarzı güçlü tarafın, zayıf tarafa telkin ettiği bir avuntudan başka bir şey değildir. Bağımlılık ya da bağımsızlık konusu gözden geçirilirken inisiyatifin kimin elinde bulunduğu hususunu hesaba katmak gerekiyor. Son söz: sanat alanından iktisadî yaşantı tarzına kadar siyaseti ilgilendirmeyen, onun dışına düşen bir alan bulmak imkânsız ölçüde zordur, belki de imkânsızdır. İnsan eyleminin her bir kategorisi siyaseti bir biçimde etkiler. Bu açıdan bakıldığında siyasetin dışında kalmayı sınama yerine, ona nasıl yön verilebileceği üzerine kafa yormayı önermek isterim.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak