Ara

Sırât-ı Müstakîm - V

Sırât-ı Müstakîm - V

Aslında Sevgili Peygamberimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm doğumu, yaptıkları, söyledikleri, hayâtıyla ve hattâ tüm varlığıyla sırât-ı müstakîm'in yâni dosdoğru yolun tâ kendisidir. Tarîk-i Muhammedî olarak isimlendirebileceğimiz bu yol, kıyâmete kadar cümle inananların istikāmet üzere yürüyebileceği kadar geniş ve bir o kadar da huzurlu yegâne ana yoldur. 

Tarîk-i Muhammedî yegâne doğru yoldur ancak dört şeritli bu yolda hakkıyla ilerlemek gāyet güçtür. İnsanın yaratılışında var olan acziyet ve cehâletin yüksek bir irâde ve olgun bir kişiliğe dönüşmesiyle gerçekleşebilir. Merhametliler merhametlisi olan Yüce Rabbimiz, velîleri arasından Pîr olarak adlandırabileceğimiz yol önderleri seçmiş ve böylece farklı meşrep ya da karakterlere sāhip insanların bu yegâne yolda ilerleyebilmesini kolaylaştırmıştır. 

Târik-i Muhammedî'nin birer alt kolu olan ve tarîkat olarak isimlendirilen bu yolların başlıca bilinenleri ve Pîr'leri aşağıdaki gibidir:

Hazret-i Pîr Abdülkādir Geylânî (Kādiriyye)

Hazret-i Pîr Ahmed er-Rifâî (Rufâiyye)

Hazret-i Pîr Ahmed el-Bedevî (Bedeviyye)

Hazret-i Pîr İbrâhim ed-Dessûkī (Dessûkiyye)

Hazret-i Pîr Muhammed Bahâüddîn Nakşbend (Nakşiyye)

Hazret-i Pîr Sa’deddîn el-Cibâvî (Sadiyye)

Hazret-i Pîr Necmüddîn-i Kübra (Kübreviyye)

Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Mevleviyye)

Hazret-i Pîr Ebu’l-Hasen Ali eş-Şâzelî (Şâzeliyye)

Hazret-i Pîr Ahmed-i Yesevî (Yeseviyye)

Hazret-i Pîr Ömer Halvetî (Halvetiyye)

Hazret-i Pîr Şahabuddin Ömer Suhreverdî (Suhreviyye)

Yakın zamanda dâr-ı bekāya uğurladığımız pek muhterem büyüğümüz Ömer Tuğrul İnançer ‘Pîr’ kavramıyla ilgili bir yazısında bizlere çok kıymetli bilgiler vermektedir: “Dînin iki ana unsuru vardır. Birisi “edâ-i mükellefiyet” diğeri de “izhâr-ı muhabbet”tir. Bize Cenâb-ı Hakk’ın yüklediği bir takım yükümlülükleri ve nasıl yapacağımızı Efendimizden, imamlardan, müctehidlerden öğreniriz ve yerine getiririz. Bu edâ-i mükellefiyet kısmıdır. Bir de izhâr-ı muhabbet vardır ki şöyle açıklanabilir: Çok sevdiğin annene babana kahve pişirmek, onlara hizmet etmektir. Ama sade kahve seviyor diye kahvesini sade pişirmek sevgini izhâr etmektir yâni izhâr-ı muhabbettir. O bir inceliktir ve onu nasıl ortaya koyacağımızı da bize tarîkatte içtihat sāhibi öğretir. Onlara da “Pîr” denir.” 

Sıddîkıyetin kutbu Hz. Ebu Bekir. Adâletin kutbu Hz. Ömer. Terkin kutbu İbrâhim Ethem. Zühdün kutbu Bayezid-i Bestamî. Takvânın kutbu Cüneyd-i Bağdâdî. Yardımın, himmetin, mededin kutbu Abdulkādir Geylânî’dir. Aşkın kutbu ise Mevlânâ’dır. 

Bu derecede yüksek makamlara ulaşmış, peygamber vârisi yüce velîler, yaşadıkları devre âit kutbiyyet makāmının sāhibidir. Bu velîler aynı zamanda kendilerinden sonra gelecek hak yolcularına sadâkat, adâlet, terk, zühd, takvâ, himmet ve tabii ki aşk gibi yüce vasıfların manevî öğretmeni, âdetâ kılavuzu gibidirler. Aslında bütün velîlerde bu vasıfların tamâmı mevcuttur ancak Hakk Teâlâ tarafından her birinde Âlemlerin Sultânı Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimizin bir vasfını temsîl edip aktarmak ön plana çıkmıştır. 

Ömer Tuğrul İnançer, aşkın kutbu Hz. Mevlânâ'ya dâir muazzam yorumları vermektedir; Hz. Mevlânâ aşkta bir kutuptur. Aşk kelimesi, Hindistan’daki bir sarmaşıktan gelmektedir. Bu sarmaşık herhangi bir ağaca sarılır ve iki sene içerisinde o ağacı sardığı köklerle öyle bir emer ki ağaç yok olur gider. Biz sevgimizi, beğenimizi, hevesimizi aşk zannediyoruz. Aşk böyle olursa aşk olur, işte Mevlânâ böyle bir âşıktır. 

Muhyiddîn İbn Arabî insanın yolculuğunu anlatmaktadır: “İnsânî rûhun ezelden ebede kadar seyahat etmek zorunda olduğu altı âlem bulunmaktadır: Birincisi ruhlar âlemidir; burası Rabbimize “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” diye söz verdiğimiz yerdir (Âlem-i Ervah). İkinci âlem, yaşadığımız dünyadır (Âlem-i Şehâdet). Üçüncü âlem; kabir âlemidir (Âlem-i Berzah). Dördüncü âlem, Haşirdir (Âlem-i Melekût). Beşinci âlem, Cennet ve Cehennemdir; ilâhî kudret âlemidir. (Âlem-i Ceberût). Altıncı âlem ise, yalnızca seçilmiş ruhlar içindir. Kudsî ruhların âlemidir ki, bu Zât-ı İlâhîyye'nin husûsî âlemidir (Âlem-i Lahût).”

Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'da: “Hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki, sen kesinlikle dosdoğru bir yolda yürümek üzere gönderilmiş Peygamberlerden birisin.” (Yâsîn, 2.-4.)

Bu yolda en fazla mesâfe kat etmemizi sağlayacak fedâkârlık sıfatıdır. Nefsini fedâ etmek insanın özünde vardır ve hayâtın bizzat dinamiğidir. Allâh'a ulaştıran yol fedâkârlıktan geçiyor. İnsan Allah'la ilâhî mübâdeleye girer ve O'nun tarafından satılıp alınır. Fedâkârlık edince, ebedî zenginliğe varıp, yepyeni bir hayâta doğacağız. Bu ilâhî alışverişi Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Rabbimiz şöyle açıklamaktadır: “Şüphesiz Allah, mü'minlerinden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. O halde yapmış olduğunuz alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 111.) Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurmaktadır: “Uyan da gör ey bir katre gibi olan. Kendiliğini tereddütsüz kurbân et de bir katre karşılığında koca bir umman satın alasın!” “Derviş bedenini de rûhunu da fedâ eder. Bu, her cömertçe işin temelidir.” Nefsi fedâ etmenin zirvesi de Ehl-i Beyt-i Mustafâ ve ashâb-ı bâ-safâda tezâhür etmiştir. Onlar hep bir ağızdan, cân u dilden: “Anam, babam, çocuk, mal, mülk, makam ve canım fedâ Yâ Resûlallah!” demişlerdir. Nefsini fedâ yolu aslen cömertlik yolu demektir ve bu yol bizi merhamet ve aşkın kemâline götürür. Cömertliğin kahramanca doruklarını kendi hayâtına, kendi kabınca uyarlamadan bir kimse aşkı bulamaz. 

İnsan hayâtı kademeli bir keşif seyahatidir. İnsanın yaşamı varlığımızın köklerine doğru hiç bitmeyen bir tekâmül sürecidir. Bu da saflığa götüren tedrîcî bir aydınlanma ve nurlanmadır. Her bir birey için doğumundan ölümüne kadar bütün yaşamı öğrenme, eğitim ve tekâmül -manevî gelişim- demektir. Bu sebeple insanın manevî dönüşümü ancak, her bir ânını kendi özünü bulmaya hasreden bir araştırmacıya dönüşmesinde yatmaktadır. Yolu dönüş yoludur. Bütün yollar, yolculuklar Hakîkate varmaktadır. Ruh dünyâsında tekâmül ancak geriye giderek, kişinin varlığının köklerine inmesiyle sağlanır. Allah’tan geldiğimiz için O’na döneceğiz. Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerde: “Her şey Allâh'a dönmez mi?”, “Şüphesiz ki O’ndan geldik ve dönüşümüz O’nadır”. (Bakara 156.). Hz. Mevlânâ bu konuda da şöyle buyuruyor: “Her insandaki mevcut güzellik aslî kaynağına döner; o nurdan yoksun beden ise hakîkat âlemindeki itibârını yitirir, çürür ve çirkinleşir.” “Hepimiz Âdem’in meclisindeniz, o zaman hep berâber Âdem’e dönelim!” Kişi halden hâle, köklerine, gerçek yuvası, mutlak tatmin ve huzûrun olduğu mekâna doğru seyahat eder. İşte orası hakîkat-i Muhammedî’nin toplandığı yerdir. Ebedî bir yaşam kaynağı var. Anayurdumuz, geldiğimiz yer, varlığımızın esas hakîkati var. Bu kudsî bir alandır. Bu mekân tam bir uyum ve rızā meydanıdır. Gizli olan ne varsa ortaya çıkacak ve kapalı olan açılacaktır. 

Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa aleyh-is-salât-ü-vesselâm hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Şeyh Nasr Âbâdî şöyle buyurmuştur: “Takva, kulun Allah’tan başkasından korkup sakınmamasıdır.” 

Korku duyguları sağlıklı ve dengeli bir şekilde yaşamaya engel olur. Nefesimizi daraltır, gözyaşlarımızı keser, düşünme kapasitemizi azaltır, irâdemizi zedeler. Sabırsızlık, panik, öfke ve nefret duyguları ortaya çıkar ve merhamet, muhabbet, hayâ gibi duyguları yakar. Korkmalıyız; fakat korkumuz Allah yolundan sapmaktan, O’nun rızāsını ve memnûniyetini kaybetmekten, rahmetinden ve bağışlamasından mahrum kalmaktan, O’na olan yakınlığı kaybetmekten olmalıdır. Korkmamız gereken şey, bizi doğruluk yolu olan sırât-ı müstakîmden saptırmaya çalışmalarından olmalıdır. 

Kendimizi bilmediğimiz için düşünmekten korkarız. Böylece şeytānın vesvesesine tâlip olup onun kuklası oluruz. Düşünmekten korkan kendisiyle yüzleşmek, gerçeği görmek istemez. Hakîkati görmek istemeyen, hakîkatten kaçar, karanlığı tercîh eder ve bundan dolayı nurdan korkar. Sonuçta şirke düşer, bencillik ve cehâlette olur ve böylece gaflet yoluna düşer. Kur’ân-ı Kerîm’de gaflette ve karanlık yolda olanların hâlleri şöyle târif edilmektedir: “Onlar hakîkatin sesini dinlemekten kaçan sağırlar, dillerini doğruya döndürmeyen dilsizler ve Allâh'ın yüceliğini görmekten korkan körlerdir. Bu sebeple de akıl yürütmez, gerçeği bulamazlar.” (Bakara, 18.) Hakîkati görmek istemeyenler aslında hiçlikten korkarlar. Hz. Mevlânâ: “Tüm dünya yanlış yola sapmış. Zîrâ yokluktan korkuyorlar, hâlbuki onların sığınağı odur.” 

Bugünlerde şâhit oluyoruz ki Allah Teâlâ’nın lütfettiği hidâyet nûru bize yansımıyor, çünkü hayâtımız yanlış istikāmette bulunmakta. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “En doğru yol kendilerine ayan beyan açık olduğu hâlde yok yere hidâyetten yüz çevirenler, şeytānın oyuncağı olmuş ve onun boş vaatlerle kendilerini kandırdığı kimselerdir.” (Muhammed, 25.) 

Muzaffer Ozak Efendi, istikāmeti muazzam bir şekilde yorumlamaktadır: “Fahr-i kâinât Hz. Muhammed aleyhis-salât ü ves-selâm'ın ‘İstikāmet ediniz ki, Allah size merhamet etsin’ kavl-i nebîsinden murad, sâdece namaz esnâsında saf olmak değil; aynı zamanda kalbini de saf hâle getirmeyi muraddır. Her işinde istikāmet yâni özü sözü doğru olmayı muraddır. Namazda safı düzeltip, saf'a istikāmet verip; namaz hâricinde kalbini kötülükten tasfiye, nefsini fenâlıktan tezkiye etmeyen, işinde sözünde doğru olmayan yalancılık yapan, nerede kaldı ki Allâh'ın rahmetine nâil olabilsin.” buyurmuştur.

Bir ârif şöyle demiş: “Fütüvvet, dünyânın en yüksek dağlarının ardına tırmanmakla elde edilen bir hazînedir; böylesi bir hazîneyle en düz yolda bile yürürken yorulan kişinin bu yolda işi ne?”

Allah Teâlâ, eskimeyecek ve değişmeyecek Kur’ân-ı Kerîm’i, ümmet-i Muhammed’den olma şerefini bize vermişken, Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa aleyh-is-salât-ü-vesselâm önümüze sırât-ı müstakîmi çizmiş ve rehberi olmuşken cehâlet yolunu tutuyor, Allâh'a kul olmak yerine nefsimizin kulu ve şeytānın kuklası olmayı tercîh ediyoruz.

Diğer insanlarla dertleşmeyen, sırf kendi dertleriyle meşgûl olan, sırât-ı müstakîm üzere yaşamış olmaz. Kendi aczimizin ve güçsüzlüğümüzün farkına varmadan, kendi eksikliklerimizi, düşüklüğümüzü, yetersizliğimizi, sınırlarımızı, başarısızlıklarımızı, kusurlarımızı idrâk etmeden sırât-ı müstakîm üzere yürünmez. İhlâs ve samîmiyet içinde bulunmadan, açgözlülük azalmadan, menfaat, şöhret, makam sāhibi olmaktan vazgeçmeden, cevaplar peşinde koşmayı, yüzeysel tapınmayı, alışveriş duālarını bırakmadan, doğru yola girilmez. Manevî hastalıklardan, dünyânın şerrinden, şeytānî tabiattan kurtulamadan, kötü huylardan, kötü alışkanlıklardan vazgeçmeden dertleşmeyen, sırât-ı müstakîm üzere yaşamış olmaz. Yaklaşmak ve yükselmek derdinde olmadan, körlükten, dilsizlikten, sağırlıktan kurtulamadan sırât-ı müstakîm üzere yürünmez. 

Kendi benliğinden kurtulmamış olan kurtuluş bulmaz. İnsan dünyevî arzulara muhtaç olan bedeninden kurtulmadığı müddetçe, nur yolu üzere yürümez.

Eylül 2023, sayfa no: 22-23-24-25

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak